Babaannemin söylemiyle paranın pul olduğu dönemlerden geçiyoruz. “Kriz, miriz yok” söylemi yerini “enflasyonla topyekûn mücadeleye” bıraktı.
Devlet, aba altından sopa göstererek sermayeyi fişleyeceğini veya ekonomik savaş kapsamında mülklerine el koyabileceğini açık seçik söylüyor artık. Ekonomik krizle mücadele kâğıt üzerinde enflasyonu düşük gösterme çabalarıyla süre dursun, devlet katında da mızrak çuvala sığmıyor artık.
Ezilenler içinde durum aynı, çalıştığı işten aldığı ücretle geçinemiyor insanlar. Geçenlerde Mersinli genç bir avukat ekonomik nedenlerle intihar etti mesela. İşsiz kalanların iş bulmasının ne kadar zorlaştığını da temizlik kadrosuna başvuran üniversiteliler sayesinde gördük. Beş bin 298 kişilik temizlik kadrosuna 107 bin 305 kişi başvururken, bu başvuruların 6 bine yakınının lisans, 8 bine yakınının ise ön lisans mezunu olduğunu öğrendik üzüntüyle. Kim bilir ne hayallerle mezun olmuşlardı fakültelerden, yüksekokullardan…
Enflasyon, cari açık, stagflasyon gibi kavramlarla değil ama semt pazarlarının, marketlerin, bindiğimiz otobüsün, içtiğimiz suyun, kullandığımız elektriğin fiyatının artmasından konuşuyoruz ne zamandır yan yana geldiğimiz arkadaşlarla. Alım gücümüz o kadar düştü ki markette fiyatlara dikkat ediyor, daha az alarak geçinmeye çalışıyoruz. Çoğu evde ise ay sonunu getirebilmek için kredi kartı asgari tutarının ödendiği bir yaşam mücadelesi var. Yüksek kredi kartı borçları konusunda çaresiz kalanlarının sayısının her geçen gün arttığı ve her an haciz gelecek korkusu ile yaşadıkları da bilinen bir gerçek. Kısacası ekonomik çöküşün faturası giderek ağırlaşıyor.
Bir yanda “ekonomik tedbirleri aldık, neticelerini görmeye başladık” gibi büyük afili laflar diğer yanda hayatını idame ettirebilmek için iş, daha çok iş, daha daha çok iş derdine düşen insanlar var. İnternet üzerinden pazarlanan pek çok site ek iş ilanlarıyla doldu taştı. Gerek işten atılmış, gerekse iş yerinde üç kuruş maaşa rıza gösteren herkes, serbest zamanlarını kazanca dönüştürme telaşı içinde. Yoksulluğun faturası da kişiye kesiliyor burada. İnsani yaşam ücreti alamamaya değinmeden, düşük ücret politikalarına hiç sorumluluk yüklemeden. Geçinemiyorsan ek iş yapmadığın, çalışmadığın için deniliyor özetle. Ayrıca, “oturduğun yerden para kazan” diyerek yapılan iş, öyle bir değersizleştiriliyor ki işin ederini düşünmüyorsun bile. Damlaya damlaya göl olur diyerek utanç verici ücretleri kabul ediyorsun. Ek iş yapmak o kadar yaygınlaştı ki artık kafa emeği de yani entellektüel emek de ek işler arasına girdi.
İçerik sitelerinden bahsetmeye çalışıyorum aslında. Dijital alanda kendini göstermek, ürün satışını artırmak derdinde olan sermaye, arama motorlarında en üst noktalarda çıkmak ve daha çok reklam almak için içerik siteleriyle çalışıyor. İçerik siteleri bir aracı aslında. Aracı deyince aklımıza kabzımal, emlakçı, kiralık işçi bürosu vb. geliyor ama burası da onlar gibi çalışan bir yer. Bir tarafta siz başvuruda bulunarak, ilgi alanlarınızı belirleyerek yazar oluyorsunuz, diğer yanda sermaye, ürünü için yazı yazacak kişileri inceliyor ve siteye iş veriyor. Sermaye yazar bulduğu için siteye ödeme yapıyor site de kendi komisyonunu alarak kalanını yazara gönderiyor. Fiyatlar oldukça değişken yazınız 2 TL’ye de satılabiliyor, 50 TL’ye de. Bir de editörler var tabi. Onlarda yazınızı okuyup düzeltiyorlar ki müşteri memnun kalsın, yine gelsin.
Sermaye entelektüel faaliyet alanını piyasalaştırarak, reklam işlerini ucuza getiriyor, araştırma yapılarak yazılan makalelere neredeyse ücret ödemeden el koyuyor. Örneğin falanca çikolata kutusu hakkında araştırıp yazı yazmak, kutuyu insanların gözünde yüceltip satın almaya teşvik etmek, belirli anahtar kelimelerin geçtiği şablonu hazırlamak için bir kaç saat emek harcıyorsunuz. Sonra editöre yolluyorsunuz, editör düzeltmeleri yapıyor 12 saat içinde bu düzeltmeleri yapıp geri yollamanız lazım. Tüm bu çalışma sitenin size açtığı panel üzerinden bulut ortamında gerçekleşiyor. Karşınızda bir patron yok, yüzyüze konuşma şansınız yok, yazınızı nasıl değerlendirdiklerini bilmiyorsunuz. Adını parlattığınız çikolata kutusuna saatlerinizi verdiniz ama kazandığınız ücret 3 TL mesela. Asgari ücretin bile altında bir emek sömürüsü ile karşı karşıya kaldınız. Aldığınız ücretin belli bir kısmının komisyoncuya gittiğini de hesaba katarsanız, kimin oturduğu yerden para kazandığı çıkıyor ortaya.
Bir de ilk anda bu 3 TL’yi alamıyorsunuz, birikmesi gerekiyor. 100 TL olmalı ki en az, siteye hesabıma yolla diyebilesiniz. Site size paranızı istediğiniz zaman çekebileceğiniz garantisini veriyor vermesine de 3 TL, 5 TL ye makale yazarak 100 TL’ye ulaşmanız için en az 25 yazı yazmanız gerektiğinden bahsetmiyor hiç. Zamana vurduğunuzda sizin emeğinizin değeri yok desem yeridir. Oldu da site kapandı, fiziki olarak ulaşabileceğiniz bir patron, bir telefon yok. Hakkını nerede nasıl arayacağınız ise meçhul.
Site ayrıca ne kadar çok yazı yazarsanız o kadar aranılan yazar olacağınızı ve sermayenin sizi seçeceğini vurgulayarak sizin tüm serbest zamanlarınıza göz dikiyor. Sevgilinizden, çocuğunuzdan, evcil hayvanınızdan, hatta kendinizden çaldığınız tüm zamanlara el koyuyor. Yıpranmanız, evde dinlenememeniz, sürekli uyur /uyanık halde iş yetiştirmeye çalışmanız umrun da olmuyor. İşin zamanında yapılıp yapılmadığına bakıyor ve sizi buna göre değerlendiriyor.
Güvenceli işiniz varsa bu yıpranma bedelini kıdem tazminatı olarak alıyorsunuz. Gençliğinizi, en güzel yıllarınızı sermayeye vermenizin bedeli bu tazminat. Ayrıca yaşlanınca ücret alabilmenin de. Fakat güvencesiz, esnek çalıştıranın böyle bir derdi yok. Tabiri caizse sizi kullanıp atıyor. Gelişen teknoloji ile birlikte düşünüldüğünde esnek çalışma zaten parçalı olan emeğin daha da atomize hale getirilmesi demek. Emeğin giderek değersizleştirildiği bu ortamda ezilenler olarak bizim tek çaremiz örgütlenmek ve dayanışmayı yükseltmek olmalı.
Selma Eroğlu