4 Kasım 2013 tarihinde 10. ACM heyeti hakkımda karar verip, kalemi kırdığında; bize verilen bu rekor ceza iç ve uluslar arası kamuoyunda hayretle karşılandı.
Bol miktarda da tartışıldı ve eleştirilere maruz kaldı.
Bu durum karşısında aynı hafta İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca bir açıklama yapıldı.
Açıklamada:
Onlar gazetecilik mesleğinden dolayı ceza almadılar. Yasadışı MLKP örgütünün yöneticisi oldukları gerekçesiyle ceza aldılar denildi.
Çok tanıdık bir savunma bu.
Başta Başbakan Erdoğan ve hükümet sözcüleri, Adalet Bakanı Sadullah Ergin gelmek üzere; biz tutuklu gazetecileri yargılayan Özel Yetkili ACM’ler de, her fırsatta bu paslı silaha sarılıyorlar.
Ardından da, Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP), Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ve bizimle dayanışma içerisinde olan gazeteci meslek örgütlerini, meslektaşlarımızı Türkiye’de tutuklu gazeteciler meselsini çarpıtmakla itham ederek; gözlerimizin içine baka baka gerçekleri gizlemeye, karartmaya çalışıyorlar.
Onlar bu gerçek dışı savunu ve yalanlarla kamuoyunu aldatmaya çalışırken; bizler de hem mahkemelerde, hem de bizim dışarıdaki sesimiz olan gazeteci meslek örgütleri ve meslektaşlarımız aracılığıyla bıkıp-usanmadan gerçekleri dile getiriyoruz.
Yalanın perdesini yırtmaya çalışıyoruz!
Gelinen aşamada MLKP örgütünün yöneticisi olduğu iddiasıyla müebbet +789 yıl 7 Ay hapis, 1.263,320 tl para cezası verilmiş olsa da; bu cezanın hiçbir şekilde şahsımla ilgili tek bir maddi karşılığının olmadığını!
Bu nedenle 10. ACM heyetinin bir hukuk cinayeti işlendiğini haykırmaya!
Bu adaletsizliğe karşı bıkıp-usanmadan, boyun eğmeden öfke ve isyanımı dile getirmeye davam edeceğim!
Yürüteceğim hukuk mücadelesinin bir parçası olduğuna inandığım ve 30 Ekim 2013 tarihinde gerçekleşen duruşmada yaptığım esas hakkında savunmamı olduğu gibi yayımlamamın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Biraz uzun bir “Görülmüştür” damgalı yazı olduğu için hoş görünüze sığındığımı bilmenizi isterim.
Bir de, savunmamda dosyaya bağlı olarak ismi geçen kişilerin kimliklerini kısaltarak verdiğimi geçerken kaydetmeliyim.
Esas hakkında savunmam
Sayın Başkan ve heyet üyeleri;
Esas hakkındaki savunmama bugüne kadar duruşmama katılarak bana destek sunan başta Türkiye Gazeteciler Sendikası Genel Başkanı sayın Ercan İpekçi’ye, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı sayın Turgay Olcaytu’ya, Gazetecilere Özgürlük Platformu Dönem Başkanı ve, Basın Enstitüsü Başkanı sayın Kadri Gürsel’e, TGS İstanbul şube Başkanı sayın Gökhan Durmuş’a, Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ) sözcüsü ve Danimarka Gazeteciler Sendikası yöneticisi sayın Esben Ø rberg’e, Avusturya Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü Başkanı sayın Rubina Möhring’e, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü Türkiye Temsilcisi sayın Erol Önderoğlu’na, Hollanda Gazeteciler Sendikası Temsilcisi sayın Mehmet Ülger’e, Basın Konseyi Genel Sekreteri sayın Namık Koçak’a, Basın Enstitüsü önceki Başkanı gazeteci sayın Ferai Tınç’a, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu üyesi sayın Recep Yaşar’a, gazeteci Ayşenur Aslan’a, Nazım Alpman’a ve Nevzat Oran’a, CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur’a, Almanya Die Linke partisi Milletvekili sayın Sevim Dağdelen’e, SODEV Başkanvekili sayın Ferihan Karasu’ya, Uluslararası Af Örgütü İstanbul çalışanı Sabine Küper-Büsch’a ve burada isimlerini sayamadığım tüm kişi ve kurumlara teşekkür ederek başlamak istiyorum.
Şahsımla ilgili esas hakkındaki mütalaaya gelecek olursam; öncelikle 8 Eylül 2006 tarihinde MLKP örgütüne yönelik siyasi polisin gerçekleştirdiği “gaye operasyonu”na dahil edilerek tutuklanmamın, hakkımda dava açılması ve tutuklu olarak yargılanma sürecinin tümüyle siyasi bir tutum olduğunu belirtmek istiyorum. Bu gerçeği dava dosyasına birbirinin tekrarı olan iddianameye ve esas hakkındaki mütalaaya bakan her gerçek hukuk insanı rahatlıkla görebilir.
Çünkü bu dosyada benim ve eşimin yargılanması bizim şahsımızda ilerici, muhalif, sosyalist basın ve düşünce özgürlüğünün yargılanması demektir. Evet, iktidar ve mahkemeniz kabul etmese de, burada basın ve gazetecilik mesleği yargılanmaktadır. Bu iddiamı çok daha somut örnekleriyle açıklayacağım. Ancak öncelikle ülkemizde olduğu iddia edilen ama gerçekte hiç olmayan basın özgürlüğünün içinde bulunduğu durumu kısaca izah etmek istiyorum.
Türkiye’de düşünceyi suç saymanın, onu kontrol altında tutmanın, bunun için uygulanan baskı ve yok etme, susturma politikalarının tarihi hayli eskidir. Elbette savunmamda o kadar eskilere gitmeme hiç gerek yoktur.
Zira yakın zaman tarihi ilerici, muhalif, sosyalist basına yönelik sayısız baskı ve susturma örnekleriyle dolu. Kurucusu ve yöneticisi olduğum Özgür Radyo’nun tarihi bile tek başına basına yönelik baskı ve susturmaya dair önemli bir tablo sunmaktadır.
12 Eylül askeri cuntası Hitler’in kristal gecelerini aratmayacak bir pratikle kitapları, dergi ve gazeteleri, filmleri yakmakla kalmadı. Gazetecilerin, yayın evlerinin kapısına kilit vurup, sahiplerini ve yazı işleri müdürlerini yargılayarak yüzlerce yıla varan ağır hapis cezalarıyla hapishanelere doldurdu. Koyu bir sansür altında günlük gazeteler baskı altına alınırken; halkın haber alma özgürlüğü tümüyle ortadan kaldırıldı.
1990’lı yıllara geldiğimizde, bu defa biz gazetecilerin payına faili meçhul cinayetlerde katledilmek, kaçırılarak kaybedilmenin yanı sıra… Sansür ve sürgün kararnameleriyle gazete ve dergilerin toplatılması ve kapatma cezalarıyla susturulmaları, sahip ve yazı işleri müdürlerine yüzlerce yıla varan hapis cezaları, tehditler ve işkenceli sorgular düştü.
2000’li yıllara girdiğimizde AB’ye uyum yasaları çıkarıldı… On yıllar boyunca düşünce suçu işlediği iddiasıyla yargılanan, hapis cezalarına çarptırılan aydınlar, düşünürler, gazeteciler artık düşüncelerini ifade ettikleri için yargılanmayacaklar denildi. Ama bir yandan da aba altından sopa gösterilerek, ha bire farklı gerekçeler ileri sürülerek haklarında davalar açıldı. Biz gazeteciler düşüncelerimizi ifade ettiğimiz için değil de; yürürlükteki Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan değişiklilerle yasa dışı örgüt propagandası yapmak, örgüt üye ve yöneticisi olmak iddialarıyla yargılandık, yargılanıyoruz. Belki de 12 Eylül döneminde 90 günlük işkenceli sorgulardan geçmediğimiz, 1990’lı yıllar boyunca olduğu gibi payımıza faili belli cinayetlerde katledilmek, kaçırılarak kaybedilmek düşmediği için kendimizi şanslı sayıp, bu duruma şükretmemiz salık verilebilir. Ancak bu sadece ve sadece ölüm görüp, sıtmaya razı olmak demektir. Ve ne yazık ki, bu dosyada hakkımda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yargılanıyor olmamın da gerçekte kalem kırmaktan başka bir anlama gelmediğini en az benim kadar mahkemeniz de farkındadır.
İlk sorgumdan itibaren ısrarla bu dosyaya siyasi polis tarafından monte edildiğimi tekrar edip durdum. 24 saati isteyen herkesçe denetlenebilecek bir yaşama sahiptim. İşim gereği basın bürosuyla, RTÜK’le ve mahkemelerle sık sık muhatap olan biriydim. Ve ne burada yargılandığım süreçte, ne de mesleğimi icra ederken, hiçbir zaman muhalif bir gazeteci, radyocu olduğumu gizlemedim. Radyonun yayın politikasını tanımlarken ve uygulamada da gayet açık bir politikaya sahip oldum. Bunun içindir ki, sürekli siyasi polisin hedefinde oldum. Radyonun sık sık mikrofonlarının susturulması, RTÜK tarafından verilen kapatma cezalarının dışında İstanbul polisi DGM’ye yaptığı suç duyuruları nedeniyle de sık sık ifade vermek, açılan davalara katılmak zorunda kaldım, radyonun sorumlusu olarak yargılandım. Ancak hepsinde DGM savcıları dava açma gereği duymadan takipsizlik kararı verdiler. İdare mahkemeleri ve Danıştay’da aleyhimize sonuçlanan kapatma davaları ise AİHM’de lehimize sonuçlandı bunun içindir ki, binlerce sayfayı bulan dava dosyasında ve iddianamede her hangi bir yasa dışı fiilim ya da ilişkim olduğuna dair tek bir maddi kanıt bulunmamaktadır. Bulunması da mümkün değil.
Birkaç duruşma öncesinde bu gerçeği dile getirdiğim ve esasında bu dosyada yargılanmamın gerçek nedeninin muhalif bir gazeteci, radyocu olduğumu söylediğimde, mahkeme başkanı itiraz etti. Burada gazetecilik mesleğimle ilgili olarak yargılanmadığımı söyleyip, iddianameyi tekrar etti. Ve beni, Türkiye’de tutuklu gazeteciler gerçeğini dile getiren ve biz tutuklu gazetecilerle dayanışma içinde olan gazeteci meslek örgütleri, Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun gerçekleri çarpıtmakla itham etti. Hakikaten Türkiye’de tutuklu gazetecilerle ilgili bir çarpıtma söz konusu. Ancak bu çarpıtmayı bizzat hükümetin başı Başbakan Erdoğan, Adalet Bakanlığı ve hükümet sözcüleri ile olanların açıklamalarını tekrar edenler yapıyor.
Mahkemeniz de, öyle sanıyorum ki gerçekleri yok sayan hükümet üyeleri de, sayın başbakan da Türkiye’de gazetecilik mesleğinden kimsenin yargılanmadığını iddia ederken… Benim ya da her hangi bir muhalif gazetecinin gazetecilik, radyoculuk faaliyetlerimizden yargılanmamızın yasal olarak koşulu olsa da, bugünün koşullarında tutuklu yargılanmamızın koşulu olmadığını bilmiyor olamazlar. Yine muhalif sosyalist gazete ve dergilerin sorumlu yazı işleri müdürlerinin bile TMK’dan yargılandıklarını, açılan davalarında yasa dışı örgüt propagandası yapmaktan başlayıp, örgüt üyeliği ve örgüt yöneticiliği de dahil olmak üzere ithamlarla yargılandığımızın çok iyi biliniyor olması gerekir. Tabi ki, benim v e eşimin bu dosyaya monte edildiğimiz gibi, tüm tutuklu gazeteciler de, bir illegal örgüt operasyonuna dahil edilerek, yasadışı örgüt üyesi, yöneticisi olarak itham edilerek yargılanıyoruz.
Sayın başkan, heyet üyeleri; benim bu dosyaya nasıl monte edildiğimi iddianame üzerinden ortaya koyacağım. Ancak çok somut bir örneği burada dile getirmek istiyorum.
23 Haziran 2012 tarihinde akşam üzeri eşim İbrahim Çiçek Mecidiyeköy’de gözaltına alındı. 25 Haziran’da savcılığa çıkarıldı ve hakimlikten serbest bırakıldı. İstanbul polisi MLKP örgütüne operasyon yapmış, eşimi de o operasyona dahil etmişti. Savcılık eşimin hakimlikten tahlilliye edilmesine itiraz etmiş ve 2 Temmuz günü dosyanın size gelmesi gerekmişti. Sayın başkan o gün dosyanın kendisine gitmemesi için asansörün sizin kata, neden gelmediğini ve siz izne çıktıktan sonra dosyanın bir başka hakime gitmesini de, tutuklama kararının çıkmasını da öyle sanıyorum ki herkesten çok daha iyi biliyorsunuzdur. Yani polisin ilerici, sosyalist, muhalif gazetecilere yönelik komplolarını da, hukuk dışı çabalarını da, sizlerin bizden daha iyi bildiğinize inanıyorum.
1996 yılında mesai bitiminde Taksim’in göbeğinden kaçırılarak gözaltına alındığımda, o zaman TİM 3’ün şefi işkenceci Bayram Kartal demişti ki; “Sana öyle bir kazık çaktım ki, 60 yaşına kadar dışarı çıkamazsın!” 15 günlük işkenceli sorgunun ardından savcılığa çıkarılmamı bekleyen avukatım polisin bizzat savcıyla tutuklanmamız için pazarlık yaptığına tesadüfen şahit olmuştu. Bu iddianamede de geçen o dosyada tutuklanmış ve ilk duruşmada da savcının da talebiyle tahliye edilmiştim. Yani o zamanlar işkence yoluyla alınan ifadelerle insanlar yargılanıp, cezalandırılıyordu. Şimdi ise, demokratikleştik yalanı eşliğinde, siyasi polis laboratuarlarında hazırlanan sahte delillerle tutuklanıyoruz, yargılanıyoruz. En başından beri de burada polislerin, köy muhtarının N.G’nin komşularının dinlendiği oturumda ipliği pazara çıkan 40 sayfalık (ki, yıllar sonra A.Ç’nin saymayı akıl ettiği ve 40 sayfadan fazla olduğu görülen) bilgisayar çıktılarıyla itham edildiğim bu dosyadan beraat etmem gerektiğine inandım. Heyetinizin hukuki bir yargılama yapacağını ve eninde sonunda adaletin, hukukun kazanacağını düşündüm. Her şey bir yana, hiçbir yasadışı bir fiilim olmadığı için kendi geçeğime güvendim. Ancak, geçen duruşmada savcının sunduğu esas hakkındaki mütalaayı görünce isyan ettim. Mahkemede bize söz verilmeden duruşma bitirildiğinde heyet başkanına bunu bir şekilde ifade etmeye çalıştım.
Bu nasıl bir adalettir hukuk sistemidir ki; ortada hiçbir maddi kanıt olmadığı halde, bu dosyaya siyasi polis tarafından monte edildiğim her bakımdan açık olduğu halde tutuklanmama, yılları bulan yargılama sürecinde tutuklu kalmama, son bir yılı aşkın bir süredir de eşimden dolayı bana rehine muamelesi yapılmasına müsaade etmektedir. Sizden küçük bir empati yapmanızı talep ediyorum… Hayatımdan çaldığınız 7 yıl yetmemiş gibi, savunma makamının toptancı bir bakış açısıyla hazırladığı esas hakkında mütalaasıyla hayatımın geri kalan kısmının da benden alınmasını talep ediyor. Bu ülkede cinayetler sadece silahla işlenmiyor. Tıpkı bu davada olduğu gibi hukuk eliyle de işleniyor. Savunma makamı hazırladığı şu mütalaa ile esasında beni sosyal bakımdan idama mahkum etmektedir. Yaşadığım şu 7 yıl boyunca gördüm ki, yargılanmalarda hukuk, adalet diye bir şey yoktur. En başından burada oturanlara suçlu gözüyle bakılıyor ve düşman muamelesi yapılıyor. Bu güne kadar tüm duruşmalarda hukuki olarak iddianamede şahsımla ilgili iddiaları tartıştım, hukukun gereğinin yerine getirilmesini talep ettim, adalet istedim. Her duruşmada özel olarak yasa gereği tutukluluğumun devamına karar verilirken, şahsımla ilgili gerekçelerin ayrıca belirtilmesini istedim. Ama her defasında, heyetiniz ısrarla; “suç vasfı, delil durumu” diyip, kopyala yapıştır sistemiyle toptancı davrandı. 7 yıl boyunca iddia makamı dosyaya hakkımdaki iddiaları doğrulayabilecek tek bir kanıt koyamadığı halde, dosyada olmayan delilleri karartacağım iddiasıyla tahliye taleplerimi reddettiniz. Çok ciddi sağlık sorunlarım olmasına rağmen, bunları dikkate bile almadınız. Benim ve avukatlarımın iddialarla ilgili ortaya koyduğumuz delilleri, burada huzurda dinlenen şahitleri, gerekçeleri görmezden geldiniz. Hani mahkeme heyetleri iddia makamına da savunma makamında eşit uzaklıkta durmak zorundaydı! Bunun bir göstergesi olarak da mahkeme salonlarında fiziki bir değişikliğe de gidildi…
Ancak görüldüğü gibi bakış açısında, zihniyette hiçbir değişiklik olmamış!
Bütün bu gerçekler nedeniyle esas hakkında mütalaa şahsımla ilgili iddialara dair savunmamı vicdanınızla dinlemeniz bir hukuk insanı gözüyle dosyaya bakmanızı talep ediyorum.
Sayın savcı esas hakkında mütalaasında:
“Sanığın 08.09.2006 tarihinde Aydın Nazilli Ocaklı köyünde yapılan operasyon sırasında yakalandığı,
“ Sanık Füsun Erdoğan’ın MLKP isimli örgütün Merkez Komitesi üyesi olduğu, mali işler ve legal alan faaliyetinden sorumlu yönetici konumunda bulunduğu”ma kanaat getirmiş ve ağrılaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmamı istemiştir. Yani sayın savcı hakkımda kalem kırmıştır. Mahkemenizden de aynı şeyi istemektedir.
Dünyanın neresinde, her hangi bir hukuk devletinde hiçbir maddi kanıta dayanmaksızın bir insan hakkında kalem kırılır.
Sayın savcının sorgulamaksızın polis fezlekesinin bir kopyası olan iddianameden aynen aldığı N.G’in evinden yakalandığım iddiası burada çok tartışıldı. Bir kez daha üzerine basa basa tekrar etmek istiyorum.
Ben N.G’in evinde yakalanmadım. Ben N.G’i tanımam, bilmek. 8 Eylül 2006 tarihinde gerçekleşen operasyona kadar N.G aylarca teknik takip altında tutulmuş. Evi, aracı mahkeme kararıyla izlenmiş. Evinin girişi değişik açılardan kamerayla 24 saat kayıt altına alınmış. N.G’in ikamet ettiği köyün muhtarı ve komşuları mahkemeniz huzurunda dinlendiler. Burada bizimle yüzleştirildiler. Ne N.G’in teknik takibi esnasında, ne de komşularının ifadelerinde N.G’le en küçük bir ilişkim, bir bağlantım olduğu söz konusudur. Mahkemenize gelen ekspertiz raporlarında da, kan, kıl, doku, parmak izi örnekleri de benim ifademi doğrulamaktadır. O evde bulunduğuma dair tek bir iz bulunmamasının sizin bakımınızdan bir anlamı, bir önemi olması gerektiğine inanıyorum.
Ayrıca polis hazırladığı senaryonun bir parçası olarak N.G’in evinde yere yatırılmış vaziyette ve evden çıkarken çekilmiş kamera kayıtlarının bir kısmı mahkemenize delil olarak sundu. Çok güzel! O zaman bu evde çıkarılmanın bir de girişi olmalı değil mi? Israrla mahkemenizden polisten o kayıtları istemenizi talep ettik. Mahkemenizde bu talebimizi yerinde bularak polisten o kayıtları istedi. Peki, ne oldu? İlk talebinize polis hiçbir yanıt vermedi. İkinci defa yazıp operasyon günüde dahil olmak üzere geriye doğru 5,6,7,8 Eylül 2006 tarihli kamere kayıtlarını istedi. Polis ise o günlerde kayıt yapmadıklarını, bu nedenle mahkemeye kayıt gönderemeyecekleri cevabını verdi. Burada dinlenen N.G’nin komşuları ise, operasyon gününü anlatırken ne dediler?
Özetle; “Hepimizi evlerimize kapatıp kapı önüne, pencere ve balkonlara çıkmamamızı isteyip, evin önünü araçlarla tümden kapattılar. Biz her hangi bir şey göremedik o an” dediler. Siz iki yıla yayılan bir takip çalışmasıyla büyük bir operasyon düzenleyeceksiniz. Üç ay boyunca da kameralarla şüpheli bulduğunuz kişi ve konutları kayıt altına alacaksınız! Ama ne hikmetse o büyük çalışmanın finaline doğru gittiğiniz son üç-dört günü kaydetmeyeceksiniz! Operasyon anında da girdiğiniz evin önünü araçlarla kapatıp, komşuların evin girişini hiçbir biçimde göremeyecekleri şekilde önlem alacaksınız. Burada ifade veren N.G’in kapı komşuları; “O eve birileri girip çıksaydı mutlaka görürdük” dediler. Demek ki, evin girişi fiziken buna uygun bir konumdaymış. Bütün bu gerçekler ortadayken mahkemenizin, mütalaayı hazırlayan savcının tüm tabloyu, en başta da gerçekleri bir kenara iterek sadece ve sadece polisin beni N.G’in evinde yakaladığı iddiasına, daha doğrusu yalanına itibar etmesini kesinlikle anlayamam. Hukuk ilkelerine, adaletin üstünlüğüne inanan ve vicdanı olan hiçbir hukuk insanının da buna itibar edebileceğine inanmıyorum. Eksper raporları benim o evde bulunmadığımı söylemesine rağmen bugüne kadar sadece ve sadece polisin mahkemeye sunduğu iddialarla hareket etmenizi sizin vicdanınızın, hukukçu kimliğinizin de anlayıp kabul etmeyeceğine inanmak istiyorum.
Allah aşkına söyler misiniz; operasyon öncesi 5.6.7.8 Eylül 2006 tarihinde polisin N.G’in evinin girişini kaydeden kameralar kayıt yapmamış olması mümkün mü? Kendi adıma ben buna inanıyorum. Polis en başından o kayıtları mahkemenize sunmuş olsaydı, kendi senaryolarını boşa çıkarmış benim o evde gözaltına alınmadığım gerçeği ortaya çıkacaktı. Ve bu komplo çökecekti. Bu nedenle polis o günlere ait kamera kayıtlarını mahkemenize göndermemiştir.
Ayrıca bir noktayı daha özel olarak vurgulamak istiyorum. Polis fezlekesi, iddianame ve son olarak da esas hakkında mütalaada N.G’in evinde yakalandığım iddia ediyor. Ben kaçak biri değilim ki polis beni yakalasın. 5 ya da 6 Eylül 2006 günü İstanbul Acıbadem Karakolu’nda telif hakkıyla ilgili ifade verdim. O ifade örneğini avukatım dosyaya ekledi. Ev adresim, iş yerim, telefonlarımın hepsi poliste var. Zaten sadece kendimle ilgili bilgiler değil, tüm radyo çalışanlarına ait bilgi ve belgeler İstanbul Emniyet Müdürlüğü Basın Bürosu’nda mevcut. Yani tümüyle bilenen, tanınan biri olduğum için polisin beni yakalaması gibi absürt bir durum söz konusu değil. İhtiyaç duyduğu her an bana ulaşma koşulu olduğu halde, örgüte ait olduğu iddiasıyla basılan bir evde yakalandığımı iddia etmesi sadece ve sadece beni suçlu göstermek, tutuklatmak ve ceza almamı sağlamak için gerçekleştirdiği komplodan başka bir şey değildir.
Gözaltına alındığım andan itibaren ısrarla gerçeği ifade ettim, etmeye de devam edeceğim. Ben eşim İbrahim Çiçek’le birlikte 7 Eylül 2006 tarihinde İzmir’e gittim. Eşimin Yayın Yönetmeni olduğu Atılım Gazetesi’nin İzmir bürosunda işleri vardı. Ben de haber, program ve reklamlarla ilgili ortak çalışmalarımız nedeniyle her ay mutlaka gittiğim İzmir Demokrat Radyo’daki işlerimi halledecektim. Bu nedenle o gün eşimle birlikte Demokrat Radyo çalışanlarından Arzu Demir’in evinde kaldık. 8’i sabahı eşim kendi işlerini halletmek üzere kahvaltı sonrası gazetenin İzmir bürosuna gitti. Biz de Arzu ile radyoya gittik. Öğlen saatlerinde radyodan Kipa’dan alışveriş yapmak üzere çıktım. Ve yolda polis olduklarını söyleyen kişilerce gözaltına alındım. Ne kadar dolaştırıldığımı, nerelere götürüldüğümü bilmediğim gibi, tuvalet ihtiyacımı karşılamama bile izin verilmedi. Gözlerimi açtıklarında bir evdeydim. Merdivenlerden yukarı çıkarıp, yere yatırdıkları insanların yanına yüzüstü uzanmamı istediklerinde, doğrusu kaygılandım. Niyetlerinin ne olduğunu anlamaya çalıştım, yere yatmayı kabul etmedim. Bunun üzerine beni zorla yere yatırıp, ellerimi arkadan kelepçelediler. O esnada diz kapaklarım ve dirseklerimde yaralanmalar olduğu zaten doktor muayenesinde mevcuttur. Tekrar tuvalete gitmekte ısrar edince o evin tuvaletini kullanmama izin veridiler. Orada ne kadar tutuklarını bilmiyorum. O evden dışarı çıkarılırken kamerayla çekim yapan kişi “hadi slogan atsana, neden slogan atmıyorsun, bu korkak slogan atmaz” diyerek, ısrarla slogan atmamı isteyince, onunla tartıştım. O tartışma halinin kısacık bir kısmı burada izlediğimiz CD’lerde mevcut. Ancak çekim yapan kişinin “slogan atsana” dediği kısım yoktu. Bunca yıllık gazeteciyim, polisin her hangi bir operasyonda gözaltına aldığı kişiden slogan atmasını istediğini ne duydum ne de şahit oldum. Aksine slogan atanların ağızları kapatılarak engel olduklarını biliyorum. Bir film platosuna götürüldüğümden olsa gerek, bir komplo ile dahil edildiğim MLKP operasyonunda polisin senaryosunu güçlendirmek için slogan atmam gerekiyormuş! …
O evden çıkarılıp, bir araçla götürüldüğüm polis merkezinin tabelasından Nazilli’de olduğumu öğrendim. Zira o ana kadar polis nerede olduğuma, nereye götürüldüğüme dair sorularıma ve aileme, eşime haber vermek isteğime kesinlikle yanıt vermedi. Sadece Nazilli Emniyet Müdürlüğü’ndeki görevli İstanbul’a götürüleceğimi ve ancak oradan aileme, eşime haber verebileceğimi söyledi.
Şimdi başa dönerek bir kez daha ifade etmek istiyorum. Bütün maddi kanıtlar lehime olduğu halde N.G’nin evinde yakalandığım iddia edilmektedir. Ben N.G’nin evinde gözaltına alınmadım. Ne N.G’i tanırım ne de evine gittim. Eksper raporları polisi ve savcılık makamını iddiasını değil, benim gerçeğimi doğruluyor. Bir insanın kaldığı evde illaki bir parmak izi, saç teli v.s olması gerekmez mi? Kriminal raporlar benim o evde bulunmadığımı kanıtlıyor. Ayrıca, üç ay boyunca N.G’nin evinin girişinin yapılan kamera kayıtları da, benim o eve gitmediğimin kanıtıdır. Yine N.G’nin kapı komşularının burada verdiği ifadeler de, benim ifademi doğrulamaktadır. 7 ve 8 Eylül’de birlikte olduğum Demokrat Radyo çalışanı Arzu Demir’in ifadesi de beni doğrulamaktadır. Ben o evde gözaltına alınmadım. N.G’le hiçbir tanışıklığım yoktur. Onu ve eşini ilk kez Beşiktaş’ta savcılığa çıkarıldığımızda gördüm.
Gelelim esas hakkındaki mütalaanın hakkımdaki ikinci iddiasına:
“Sanık Füsun Erdoğan’ın MLKP isimli örgütün Merkez Komite üyesi olduğu, mali işler ve legal alan faaliyetinden sorumlu yönetici konumunda bulunduğu”m iddia ediliyor.
Savcının bu iddiasına ilişkin dava dosyalarını iddianameyi bir kez daha satı satır taradım. Öyle ya bir insanı böyle iddia ile suçluyorsanız hakikaten elinizde maddi deliller olması gerekir. Mesela dava dosyasında operasyonun gerçekleştiği günde dahil olmak üzere, polisin şahsımla ilgili MLKP örgütünün yöneticisi, Merkez Komite (MK), açık alan ve mali sorumlusu olduğuma dair tek bir iddiasına rastlamadım. Operasyon sonrası polisin çizdiği bir şema var. Orada MK üyesi olarak lanse edilmem dışında hiçbir iddiada, delilde yoktur. Zaten gerçek olmayan bir şeyin delili olmaz ki! Olsa olsa sahte bir takım deliller hazırlanır ki, oda bu dosya da mevcut. Ve o sahte bilgisayar çıktılarının hiçbirinde de benim Merkez Komite üyesi olduğuma dair her hangi bir ibare söz konusu değil. Nedense iddianame savcısı beni bir kalem darbesiyle Merkez Komite üyesi olduğumu ilan etmiş.
Bu dosyada MLKP örgütü ile ilişkili olduğuma dair bizzat polis tarafından, polisin bilgisayarından hazırlanılmış 4 farklı bilgisayar çıktısı var. Ve bunlardan iki tanesini iddianame savcısı benim MLKP örgütünün Merkez Komite, açık alanlar ve mali sorumlu olduğuma dair iddiasına kanıt olarak iddianamede yer vermiştir.
Bunlardan ilki iddianamenin 2/7 ve 218. sayfasında yer almaktadır. Tamı tamına 7 satırdan oluşan o bilgisayar çıktısında şöyle denilmektedir.
“Örgütün mallarına el koyan H.Ç. sorgusu
“50.000$ Jeep parası olduğunu söylüyor.
“75.000$ alınan arsanın vergisi, alım-satım ve tapuya harcandığını söylüyor.
“%10 ortak olduğunu söylüyor
“ …genel olarak yalan söyleyip, inkâr ediyor gerekenin yapılması lazım her ikisi de tekrar sorgulanmalı.”
Bu bilgisayar çıktısının altına adım soyadım yazılmış. Örgütle ilişkim de “Parti Üye” olarak belirtilmiş. Yani örgüt titri olarak “Merkez Komite yazılmamış. Bizzat polis tarafından hazırlanmış bu bilgisayar çıktısına dayanan iddianame savcısı beni MLKP örgütünün mali sorumlusu ilan etmiştir. Böyle düşünen ve beni MLKP örgütünün mali sorumlusu olmakla itham eden savcının, bunu doğru kabul eden mahkemenizin ve esas hakkında mütalaasında bunu doğru kabul eden sayın savcının bu bilgisayar çıktısı ile benim aramda maddi bir ilişki olduğunu kanıtlaması, ortaya koyması gerekmez mi? Bu metnin bana ait bir bilgisayarda hazırlanması, altında ıslak imzamın olması, üzerinde parmak izimin olması gerekmez mi? İddia makamının bunları ortaya koyması, kanıtlaması gerekmez mi? Ayrıca o bilgisayara çıktılarında bir kişinin bile parmak izi olmaması sizce de şaşırtıcı olması gerekmez mi? N.G’nin evinde bulunduğu iddia edildiğine göre, hiç değilse N.G’nin parmak izi olması gerekmezi mi?
Bu bile tek başına o bilgisayar çıktılarının polis tarafından hazırlandığının göstergesidir. Polisin sadece bu bilgisayar çıktılarını mahkemenize sunmasının, bu çıktıların hazırlandığı bilgisayara dair hiçbir veri sunmamasının tek nedeni; teknik olarak her hangi bir bilgisayarda dokümanda işlem yaptığınızda, yani tek bir noktasını, virgülünü bile değiştirdiğinizde otomatik olarak bilgisayar tarih ve saati kaydeder. Şayet polis hazırladığı bu dokümanlara ilişkin bilgisayar üzerinden kaynak gösterseydi, gerçekler açığa çıkardı. Bu nedenle dosyaya sadece çıktıları koymuştur polis. Bakın N.G’e bile hazırladığı dokümanın N.G’nin evindeki bilgisayardan çıktığını söylemesinin sizce düşündürücü olması gerektiğine inanmıyorum. Yine o bilgisayar çıktılarının örgüte ait olduğu onca bilgisayardan hiç birinde izine rastlanmamasının da bir açıklaması olması gerekmez mi? Madem bilgisayar çıktılarının N.G’nin evinde çıktığı iddia ediliyor, o zaman N.G’nin evinde bulunduğu söylenen bilgisayarda hazırlanmış olması gerekmez mi? Her şey bir yana iddianamede N.G’le ilgili kısımda, onun hazırladığı iddia olunan bir bildiri var. O bildirinin bile N.G’nin evinde bulunan bilgisayarda yazılmamış olması saçmalık ötesi bir durum değil mi? Esasında hem savcılık makamının hem de mahkemenizin bu bilgisayar çıktılarıyla ilgili sorulması ve yanıtlaması gereken çok basit soruları bile sorumaması, tartışmaması çok açık ki, polis imalatı olduğu tarafınızca da bilinen bu kağıt parçalarıyla beni cezalandırma isteğinizle ilgilidir. Bu konuda heyetinize sadece şunu söylemek istiyorum. Böyle bir haksızlığın altına nasıl imza atacaksınız? Bunu yaptığınızda hakikaten vicdanınız rahat edecek mi? İddianame savcısı burada bulunmadığı için ona bir şey demeyeceğim. Ancak, esas hakkında mütalaayı hazırlayan sayın savcı bu bilgisayar çıktısının benim tarafımdan hazırlandığına kendini hangi maddi delilerle dayanarak ikna etmiştir, gerçekten merak ediyorum. Sonuçta anlaşıldığına göre, kendileri ikna olmuşlar ve iddianamedeki MLKP örgütünün Merkez Komite üyesi, mali ve açık alanlar sorumlusu olduğuma karar vermiş. Peki, bu kararı verirken iddianameden aynen alıntıladığım “Örgütün mallarına el koyan H.Ç sorgusu” başlıklı polis imalatı bilgisayar çıktısının altında adımın ve soyadımın altına “Parti Üye” dikkatinizi çekerim “Merkez Komite” demiyor. Sadece “Parti Üye” deniliyor. Sayın savcı bunu neden görmemiş? Hem polis imalatı sahte delillere itibar edip, o koşullarda bile lehime olabilecek bir başkasını görmezden gelemsini anlayamam. Adil bir bakış açısına sahip her hangi birinin de anlayabileceğini hiç sanmıyorum. Bir kez daha üzerine basa basa ifade etmek istiyorum. Bu bilgisayar çıktısı bana ait değil. Polisin, savcılığın iddia ettiği gibi MLKP örgütünün mali sorumlusu olsam, böyle bir bilgisayar çıktısının altına gerçek adımı soyadımı, örgütle ilişki düzeyimi belirten bir ibare yazmam. Siz bugüne kadar onca örgüt davasına bakmış hakimler ve savcılar olarak hakikaten bu dava dışında örgüt elemanlarının gerçek ad ve soyadlarını kullanmak suretiyle ilişki sürdürdüklerine hiç rastladınız mı? Ben yıllarca DGM’lerde, ACM’ler de değişik örgüt davalarını izledim. Yaşadığım bu örnek dışında böyle bir şeye rastlamadım. Ayrıca, bu dosya da sayın savcının MLKP örgütünün mali sorumlusu olduğum iddiası doğrulayacak tek bir kanıt olmamamsı sizce de anormal değil mi? Yani ben örgütün mali sorumlusu olacağım, örgütle ilgili böylesine kapsamlı bir operasyon yapılacak. Yine MLKP örgütüyle ilgili değişik dava dosyalarında benim örgütün mali sorumlusu olduğuma dair tek bir iddia, bilgi, belge olmamasının savcılık makamı ve heyetiniz bakımından da bir anlamı olmalı.
Bana yönelik bu iddiayla ilgili Maliye Bakanlığı Başmüfettiş Doç. Dr. Ahmet Erol tarafından 1 Kasım 2007 tarihli rapor dosyada mevcut.
Bu raporun sonuç kısmına baktığınızda; şahsımla ve eşimle ilgili yapılan banka hesapları ve gayrimenkullerle ilgili araştırmada polisin ve savcılığın hakkımdaki MLKP örgütünün mali sorumlusu olma iddiasını doğrulayacak, ona veri, delil sunabilecek hiçbir sonuç çıkmadığı rahatlıkla görülebilir. O raporda tespit edilen, M.Ö, M.F, S.G ile hesaplar arasında virman yapıldığı doğrudur. Bu kişilerden M.Ö şirketin muhasebecisi, M.F şirketin sekreteri ve hissedarı, S.G ise hem reklam müdürü hem de Gülünse Ajans’tan ortağım. Dolayısıyla onlarla benim banka hesaplarım arasında bir para trafiğinin (ancak özel olarak vurgulamalıyım ki, bu virmanlar insana soru sordurabilecek bir miktarda değil, normal miktarlardadır ve bu da çok normaldir) olması çok normal. Yine soyadımız farklı olduğu için eşimle benim banka hesaplarımızda bir para trafiğinin olmasına dikkat çekilmiş raporda. Zira müfettiş nereden bilecek bizim evli olduğumuzu. Aynı şekilde rapor değerlendirmesinde benim banka hesaplarımla ilişkili olarak tespit edilen tüm şahıslar ya eşimin iş yerinden, ya radyo çalışanı kişilerden ibaret. Yani ne polisin, ne iddianame savcısının, ne mahkemenizin, ne de mütalaayı hazırlayan savcının iddiasını doğrulayacak, MLKP örgütünün mali sorumlusu olduğuma dair bu raporda tek bir kanıt bulunmamaktadır. Ayrıca bununla ilgili 2009 Şubat ayında bir de operasyon yapıldı. O raporda adı geçen H.Ç adlı şahıs da içinde olmak üzere tüm şahıslar gözaltına alındı. Büyük bir çoğunluk tutuklanmadan serbest bırakılırken, sanıkların hepsi beraat etti. Öyle sanıyorum ki, burada 9. ACM’de alınan bu kararın bu dosya bakımından da bir anlamı, bir değeri olması gerekir. Ayrıca tutuklandığım 2006 Eylül’ünden bu yana savcılık makamının MLKP örgütünün mali sorumlusu olduğum iddiasına yönelik ne iddianamede, ne de yargılama sürecinde, 7 yıl boyunca en ufak bir maddi kanıt koyamaması, benim beyanlarımın doğru olduğunu kanıtlamaktadır.
Yine 1996 yılında yardım yataklık iddiasıyla yargılamadan tutuklandığım 2006 yılına kadar görülen MLKP davalarından hiçbirinde, işkence yoluyla alınan ifadeler de dahil olmak üzere MLKP örgütünde yönetici olduğuma, sorumlu olduğuma dair tek bir kelime cümle bulunmadığı gibi, herhangi bir yasadışı fiil ve ilişkide bulunduğuma dair, hiçbir iddia, bilgi, belge bulunmamasının mahkemenizce görülmesi, dikkate alınması gerektiğine inanıyorum.
İddianamedeki ikinci iddia ise, MLKP örgütünün açık alan sorumlusu olduğum iddiasıdır.
Dosyada 17 numaralı belge olarak kodlanan ve ‘Yoldaşlar’ diye başlayan 218. sayfa ile 224. sayfa arasında yer verilen bilgisayar çıktısında özetle:
2005 yılına ait çeşitli işçi direnişleri, yasal mitinglerle bilgi ve değerlendirmeler yer almaktadır. İnternette yapılabilecek bir sörfle hazırlanabilecek bu bilgisayar çıktısının altında da adım soyadım yazılmak suretiyle, beni MLKP örgütünün açık alanlar sorumlusu yapmış polis. Yalnız bu bilgisayar çıktısının altında da “Merkez Komitesi” ibaresi bulunmadığını özel olarak belirtmek istiyorum. Sadece bir “Komite” ibaresiyle, savcı beni aynı zamanda “Merkez Komite” üyesi yapmıştır. Tıpkı 14 nolu belge denilen ‘Örgüt mallarına el koyan H.Ç “sorgusu” başlıklı bilgisayar çıktısında olduğu gibi, bizzat siyasi şube polislerinin hazırladığı bu çıktıyı da bana yamamasının tek verisi altına adımın ve soyadımın yazılmış olmasıdır. Bu çıktının tarafımdan hazırlandığına dair tek bir maddi kanıt, veri söz konusu değil. Bu nasıl bir hukuk anlayışıdır ki, ortada tek bir maddi veri olmadığı halde, nasıl oluyor da böyle bir bilgisayar çıktısının altına adım soyadım yazılmak suretiyle, MLKP örgütünün açık alanlar sorumlusu ilan ediliyorum. Ben sadece ve sadece Basın ve RTÜK yasalarına göre kurulmuş ve faaliyet yürüten Özgür Radyo’nun kurucusu ve gözaltına alınıp tutuklandığım tarihe kadar da Genel Yayın Koordinatörlüğünü yaptım. İlk sorgumda da ifade ettiğim gibi bu işi yapmak şayet yasalara göre suç ise, bundan dolayı beni yargılayabilirsiniz. Bu konuda tek bir itirazım olmaz. Hatta yaptıklarımı mahkemeniz nezdinde de açık açık savunurum. Zira mesleğim gazetecilik ve halkın haber alma, aydınlanma hakkını savunan sosyalist bir gazeteci olarak mesleğimi icra etmem kadar normal bir şey olamaz. Zaten ilk savunmamda ve değişik duruşmalarda dile getirdiğim gibi, bugün burada MLKP örgütüne yönelik görülmekte olan dosyaya monte edilerek yargılanmamın tek nedeni de budur. Dosya ve iddianameye bir kez daha vicdanınızın sesini dinleyerek bakmanızı öneriyorum. Binlerce sayfalık dava dosyasında da, iddianamede de, ne şu polis imalatı 17 nolu bilgisayar çıktısını, ne de savcının ve mahkemenizin iddialarını doğrulayacak tek bir yasadışı fiilim, buna yönelik bir iddia söz konusu. Ve ne yazık ki mahkemeniz bütün bu gerçekleri bir tarafa bırakarak, polis tarafından hazırlanmış bu bilgisayar çıktısının altına adımı yazmasından yola çıkarak beni MLKP örgütünün Merkez Komite üyesi, açık alanlar sorumlusu olarak itham edip, hakkımda ağırlaştırılmış müebbet cezası isteyebiliyor. Bu nasıl bir adalettir, bu nasıl bir hukuk anlayışı ve vicdandır ki, ortada olmayan, benim gerçeğimle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi bulunmayan bir iddia ile burada hüküm isteniyor. Böyle bir mesnetsiz iddia ve istem karşısında isyan etmemek mümkün mü? Hakkımda kalemi kırdığınızda vicdanınızın rahat edebileceğine inanmak istemiyorum. Bu nedenle sizi vicdanınızın sesini dinlemeye, gerçek bir hukuk insanının gözüyle dosyaya ve iddianameye esas hakkındaki mütalaaya bakmanızı talep ediyorum.
İddianame’de sayfa 44’de, Esas Hakkında Mütalaada sayfa 4’de yer alan “Yerel Örgütler” başlıklı bölümde:
“Yerel örgütler MLKP çizgisi ve üst organlarının kararlarını faaliyet alanlarında uygulamakla sorumlu alanlardır. Gerekli görülen alanlarda Merkez Komite kararı ile Komite, Komisyon ve benzeri adlarla organlar oluşturur…” denilmektedir. Yani söz konusu paragraftan da anlaşılacağı üzere “Komite”= Merkez Komite demek değildir. Dolayısıyla savcının 17 nolu “Yoldaşlar” diye başlayan ve altına adımı soyadımı ve “Komite” ibaresini yazarak ürettiği sahte belgeye dayanarak beni MLKP Merkez Komite üyeliğine terfi ettirmesi de, bütün dosyaya damgasını vuran toptancılığın bir başka örneğidir. Kaldı ki, polisce, o bilgisayar çıktısının altına bana dair hangi iddiasını yazarsa yazsın, bırakalım MLKP örgütünün Merkez Komite üyesi, açık alanlar ve mali sorumlusu olmayı, üyesi de değilim. Ne MLKP örgütüyle, ne de bir başka örgütle hiçbir aidiyet ilişkim yoktur. Bugüne kadar işim, adresim, telefon numaralarımın açık olduğu, işim gereği de tüm bilgilerin Emniyet Müdürlüğü Basın Bürosunda mevcut olduğunu defalarca ifade ettim.
İddianamede sayfa 217’de; ismimin de yazılı olduğu ve 11 numaralı belge adı altında 62 kişilik isim listesinde adımın 21. sırada yer aldığı iddiasıyla MLKP örgüt üyesi olduğum, dikkatinizi çekerim MK üyesi değil, örgüt üyesi olduğum, iddiası da; tıpkı benim tarafımdan hazırlandığı iddia edilen polis imalatı bilgisayar çıktılarından biridir. Yine bunun gibi, A.Ç isimli şahsa hazırlatılan “İstanbul Kurumlarımız” başlıklı 12 numaralı belge olarak isimlendirilen iddianamenin 191. sayfasında yer alan çıktıda, sf. 192’de denilmektedir ki:
‘Füsun Erdoğan yoldaş Özgür Radyo’daki genel yayın koordinatörlüğünü devam ettirmektedir. Füsun yoldaş radyo aracılığıyla yoldaşlara maddi destek sağlamaktadır, bu desteği sağlamakta S.S yoldaşın katkıları büyüktür. Ayrıca bu iki yoldaş radyonun genel akışını da başarıyla sürdürmektedir.”
12 numaralı bu bilgisayar çıktısının bittiği yerde sayfa 193’de de iddianame savcısı şu yorumu yapmıştır:
“Şeklinde bir belge düzenleyerek merkez komiteye sunduğu, bu belgede MLKP isimli silahlı terör örgütünün açık alan faaliyetini yürüten birçok kuruluşla ilgili ve bu kuruluşlarda örgüt adına faaliyet yürüten kişilerle ilgili raporu hazırlayarak merkez komiteye sunduğu.”
Madem ki, sayın savcı benim MLKP örgütünün merkez komite üyesi ve açık alanlar sorumlusu olduğuma kanaat getirmiş. Mütalaa savcısı ve heyetiniz de bunu paylaşıyorsunuz. Hakikaten çok basit bir soruyu kendi kendinize yöneltmeniz gerekmez mi? Madem ki MLKP örgütünün açık alanlar sorumlusu benim, o halde polisin A.Ç adlı şahsa hazırlattığı bu belgeyi benim adıma hazırlaması gerekmez miydi? Hakikaten sizce de bunda bir anormallik yok mu? ...
Bu konuda belirtmek istediğim bir diğer nokta, şu A.Ç adlı vatandaş adına polisin hazırladığı 12 nolu belgede Özgür Radyo’da yardımcım konumuna yükselttikleri S.S’la ile ilgili. Evet S.S Radyo’da kısa bir süre çalıştı. Teknik elemanlardan birinin annesiydi. Radyodaki görevi de, günlük temizlik ve yemek işleriydi. Okuma yazması olmayan bir ev kadınını radyoda yardımcım yapmaları hakikaten Aziz Nesin’lik bir öykü konusu…
Benim gerçek durumum ve hukuki olarak neresinden tutsanız elinizde kalan, şahsımla ilgili hiçbir doğruluk payı olmayan bu dosyaya monte edildiğim gerçeğinin altını bir kez daha çizmek istiyorum. 7 yıl boyunca devam eden yargılama süreci boyunca, yaptığınız gibi hep toptancı mantıkla bu dosyayla ilgilendiniz. Tutukluğun devamı isteminde aynı toptancılığı yaptınız. Evim aranmadığı, tutuklandıktan günlerce sonra 21 Eylül 2006’da iş yerim aranmasına ve benimle ilgili iddialarınıza malzeme olabilecek, suç teşkil edecek hiçbir şey bulunmadığı halde… Gözaltına alındığımda gerçek kimliğim, ehliyetim, vergi kimlik kartım ve bankamatiklerim bulunduğu halde; ısrarla toptancı yaklaşımınızı sürdürdünüz. Aynı toptancı yaklaşımın ürünü olarak esas hakkında mütalaayı hazırlayan sayın savcı sayfa 22’de:
“Ele geçirilen bu dokümanlardan yapılan mukayeseler sonucu düzenlenen rapor çerçevesinde sanıklardan N.G, S.P, Z.U, H.O, T.S, E.Ö, H.B, F.S, Füsun Erdoğan ve S.Ç’ye ait el yazısı dokümanlar olduğu tespit edilmiş buna ilişkin rapor, örgütsel dokümanların dosyada yer aldığı.” denilmektedir.
Altını çizerek ifade etmek istiyorum: Çantamda bir- iki sayfalık, emperyalizm üzerine okuduğum bir yazıdan kısa alıntılar vardı. Bir de birkaç telefon numarasının yazılı olduğu bir kâğıt. Bunları bir şekilde ifade etmenin kastı çok açık değil mi? Gerçekler olduğu gibi ifade edilmediğinde, işin içine çarpıtma girdiğinde aynen yukarıda gösterdiğim gibi ortada benimle ilgili bir kasıt olduğu açığa çıkar.
Yine aynı sayfada:
“Yine örgüt evlerinde ele geçirilen bilgisayar, CD, flashdisk ve benzeri bilgi depolamaya yarayan materyallerde yapılan inceleme ve araştırma sonucu MLKP isimli silahlı terör örgütünün legal alan olarak isimlendirdiği ve örgütün açık alan faaliyetlerini yürüten Özgür Radyo, Gülümse Ajans, Can Matbaa, Emekçi Kadınlar Derneği, ESP, Güneş Ajans, Limter-İş Sendikası, Tekstil-Sen, Atılım Gazetesi, Sosyalist Gençlik Derneği, Tanı Yayıncılık ve benzeri kurumlar ile ilişki içersinde olduğu, bu yerlerde elde edilen bilgi ve belgeler ile örgüt evlerinde ele geçirilen bilgi ve belgelerin örtüştüğü, buna ilişkin tutanaklar, CD çözümleri ve ilişkilendirme tutanaklarının dosyada mevcut olduğu,” denilerek bir başka toptancılık örneği sergilenmektedir.
Bu iddiaya itiraz ediyorum. İlkin Özgür Radyo ile Gülümse Ajans’ın aynı mekanda olduklarının altını çizmek istiyorum. Yani ayrı ayrı bina ya da dairede faaliyet yürütmemektedirler. Aynı kapıdan girilen bir dairenin odası Gülümse Ajans’a aittir ve % 50 ortağıyım bu ajansın. İkincisi ve en önemlisi de, 21 Eylül 2006’da arama yapılan bu iki kurumda dikkatinizi çekerim; sayın savcının iddia ettiği gibi, tek bir CD, flashdisk ya da doküman bulunmamıştır. Ve bu gerçek, iş yeri arama tutanağında mevcuttur. Dolayısıyla sayın savcının esas hakkında mütalaayı hazırlarken toptancı yöntem kullanmasındaki kastını ayan beyan ortaya koyması gerekiyor. Olmayan şeylerin polis tarafından hazırlanarak bu dosyaya konulması sonucu burada yargılanmam yetmezmiş gibi; ortağı ve yöneticisi olduğum Özgür Radyo ve Gülümse Ajans’ta yapılan aramalarda yasadışı hiçbir şey bulunmadığı halde varmış gibi gösterilmesini sanırım heyetiniz de kabul etmez, etmemelidir de…
Sayın savcının toptancı yaklaşımına bir başka örnek de yine, esas hakkında mütalaada sf. 23’de:
“MLKP isimli silahlı terör örgütünün paralelinde yayın yapan Atılım isimli Gazete, Özgür Gençlik, Özgür Radyo gibi kuruluşların MLKP isimli silahlı terör örgütünün gerçekleştirdiği eylemlerle ilgili haberleri, internet çıktıları ve diğer dokümanlar klasör 39’da mevcut olduğu.” denilmektedir.
Öncelikle saat başı haber yapan bir kurum olarak ya da yayın politikasında haberin özel bir yer tuttuğu kurumların MLKP ya da başka örgütlerin haberlerini yapması gayet normal olduğunu söylemeliyim. Ancak Özgür Radyo RTÜK yasasına göre bu tür haberler sorun teşkil ettiği için be MLKP’nin ne de başka yasadışı örgütlerin eylemlerinin haberini yaptı. Dolayısıyla sayın savcının toptancı bir bakış açısıyla Özgür Radyo’yu da buraya yerleştirmesi kabul edilemez. Doğal olarak burada bir kasıt olduğu gerçeğini ifade etmek istiyorum.
Sonuç olarak; her bakımdan bir polis komplosuyla karşı karşıya olduğum ve bizzat polisin kendi eliyle hazırladığı iki bilgisayar çıktısı ve yakalama mizanseniyle burada yargılanmaktayım. Hakkımda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ve ne kadar olduğunu bilmediğim hapis cezası isteniyor. MLKP örgütüyle hiçbir ilgim olmadığı halde bir kalem darbesiyle Merkez Komite üyesi yapılmam ve yargılanmamın yıllardır tutuklu olarak sürmesi yetmiyormuş gibi, bu defa savcının mahkemenize sunduğu esas hakkında mütalaasıyla bütün hayatımın elimden alınması isteniyor. Bu haksızlığa, bu adaletsizliğe, hukuksuzluğa, yargı yoluyla işlenmek istenen bu cinayete isyan ediyorum. En başından beri beraat edeceğime inandım. Kendimden emindim ve bu gücü kendi gerçeğimden alıyordum. Ancak gelinen aşamada gördüm ki be hukuk ne adalet ne de gerçeklerin burada hiçbir hükmü yoktur. Şayet vicdanınız savcının hakkımda istediği cezayı vermeye el veriyorsa, sizlere diyecek hiçbir şeyim yoktur. Hakkımda adaletin tecelli etmesi gerekiyor. Beraatimi ve tahliyemi talep ediyorum. (FE/HK)
Füsun Erdoğan, 30 Ekim 2013, Gebze Kadın Kapalı Hapishane