Böyle bir tesadüf tabii mümkündür de, mümkün olmasını sağlayan başka bir tesadüf var mıdır?
26 Eylül 1999: Ankara'da Ulucanlar Cezaevi'ni (direniş gerekçesiyle) jandarma basar. 10 "tutuklu", bir deyişe göre "hayatını kaybeder"; bir başka deyişe göre de "öldürülür." Operasyonun yönetiminde Yarbay A. Ö. v ardır.
21 Ekim 1999: Prof. Ahmet Taner Kışlalı Ankara'da arabasına binerken, kaputun üstünde gördüğü naylon torbayı alır ve patlama sonucu ölür; daha doğrusu "öldürülür". Olay yerini inceleyen ve sonradan çok tartışıldığı üzere, arabayı oradan hemen çektiren "komutan" Yarbay A. Ö.' dür.
19 Ocak 2007: Gazeteci Hrant Dink, İstanbul'da "öldürülür". Sonradan ortaya çıktığına göre, Ağustos 2006'da, Astsubay Şimşek ile Uzman Çavuş Şahin, daha önce bomba koymaktan tutuklanan, davası sürerken serbest kalan Yasin Hayal' in
"Dink'i öldüreceğini" Yüzbaşı Yıldız'a, o da Jandarma Alay Komutanı'na bildirir. "Komutan" Albay A. Ö.' dür.
Tetikçi "genç" de jandarma bölgesi olan Pelitli'den çıkmıştır.
***
Bu tesadüflerin manasını bulmak elbet gazetecinin de işi.
Ama şu anda yargının da, ilgili kurumların da görevi.
Lakin, "tesadüf bu ya", dünden hatırlayacağınız gibi, onca operasyon yönetmiş, Türkiye'yi sarsan bir suikastın tetkikini yapmış "komutan" A. Ö. hiçbir şey hatırlamıyor.
İhbarı unutup durduğu için birinin öldürülmüş olması, anlaşılan vicdan hafızasında da bir yer kaplamamış.
İleride emekli olunca belki kitap yazarmış.
Zaten görevi ihmalden yargılanmak ile tesadüflerin manasının anlaşılması için yargılanmak arasında da fark bulunmakta.
Muhtemelen Şura'da da onu, hükümetin çıkardığı yeni yasa sonucu, "bekleme süresini doldurmadan tazminat hakkı" kazanmış bir emeklilik beklemekte!
***
Ama yarbaydı, albaydı, A idi, Ö idi, bir yana.
Girişteki üç tarihi, üç olayı ardı ardına bir daha okuyun. En azından siz hatırlayın. (Bu arada Kışlalı olayını ısrarla hatırlatan Alper Görmüş'e teşekkürle.)
Cezaevinde katledilen 10 "sol örgüt" tutuklusu, bombayla katledilen Atatürkçü bir profesör, ensesinden kurşunlanarak katledilen Ermeni gazeteci.
Bu zincirler size bir şey söylemeli.
Bu zincirler düşünce ve ifade özgürlüğü ile yaşama hakkı arasındaki bağı anlatabilmeli bize.
Bu zincirler, o olaylar olduğunda ne düşündüğümüzü, nasıl yargılara vardığımızı, neleri bildiğimizi sandığımızı, neleri sorgulamaktan kaçındığımızı hatırlatmalı.
Bu zincirler, hangi başlıkları attıklarını, nasıl sayfalar yaptıklarını, ne tür yazılar yazdıklarını, kimleri suçladıklarını, hangi (ön)yargıları verdiklerini hatırlatmalı çok çok ünlü pek pek büyük meslektaşlara.
***
"Bir türlü hazırlanmayan Ergenekon iddianamesi" ile şüphelisi olduğu konu ne olursa olsun, tutukluluktan kanserle ölüme giden Okkır için bir çoğumuz (haklı) hassasiyet ve tepki koydu.
Lakin;
O gün Türkiye'nin üç büyük gazetesi Hürriyet, SABAH, Milliyet'i yöneten, hazırlayan, şimdi de etkili konumda bulunanlar, mesela "Ulucanlar katliamı" üstüne ne yaptı?
"Öldürülmeye müstahak terörist" diye tanımlananlar, henüz sonuçlanmamış, uzun davalar bir yana, çoğunlukla daha tutuklu idiler, mahkum olmamışlardı, suçları sabit değildi. Suçları ne olursa olsun, ölüm cezası almamışlardı!
Cezaevinden görüntü diye basılmış bayraklı, parkalı fotoğraftakiler onlar değildi, tutukluluk sebepleri ise cinayet, suikasttan ziyade, "örgüt üyeliği" suçlamasıydı.
Ama o günün ve bugünün nice şöhretli gazetecisi o cesetler üstünde dans etti, kıvırdı, coştu.
Ellerine ulaşmış delik deşik otopsi fotoğraflarına asgari merakla bakmadılar bile.
Nice muhafazakar, demokrat, cumhuriyetçi, liberal, ulusalcı gazeteci, o gün, katliamı aklama seferberliğindeydi; ne "insan" olmanın, ne "vicdan"ın, ne "meslekleri"nin, ne de "hakikat"in yanındaydı.
Ama Yarbay A. Ö. o gün Ulucanlar'da idi.
Bir ay sonra Kışlalı'nın cesedi ile paramparça otomobilinin başında.
Sekiz yıl sonra ise Trabzon'da.
A.Ö.' nün seyir defteri belki de tesadüften ibarettir...
Ya büyük medya ile büyük gazetecilerinki?..
Bu kadar tesadüf fazla değil mi! (UT/EZÖ)