Bir insan babasıyla kaç kere tanışır? Ben iki kez tanıştım. 20’li yaşlarıma kadar en yakınımdaki insanla alakalı ne kadar cahil olduğumun farkında bile değildim. Aynı evde yaşasak da her gün aynı sofraya otursak da her gün yüz yüze baksak da birbirimizi fark etmemişiz. Aynı evde 20 yıl birbirimizin gözlerine bakmadan geçmiş. Bir gün bakmaya başladım babamın gözlerine o gün ölene kadar bakmaya karar verdim.
Meseleyi daha açacak olursam esasen iki insanın gerçek anlamda tanışması için veyahut tanış olması için iletişim kurması birbirini anlaması gerekiyor. Ben babam neye seviniyor neye üzülüyor neye ağlıyor neyin öfkesini yürekten hissediyor bilmediğim için benim dünyamda bir yabancı gibiydi.
Aramızdaki kopuş Bingöl merkeze taşınmamızla başladı. Şehre taşınmamızla beraber ilkokula başladım kısa süre içinde Türkçeyi öğrendim. Okul arkadaşlarım mahalle arkadaşlarım oyun arkadaşlarım bir bütün olarak Türkçe konuştuğu için benim de kent yaşamına uyum sağlarken önce ana iletişim dilim Zazacadan Türkçeye döndü. Sonra tek iletişim dilim Türkçe oldu. Ben kent yaşamına uyum sağlayıp Türkçeleşirken babam benimle aynı paralellikte Türkçeleşmedi. Haliyle yabancılaşma 5-6 yaşlarında başladı. Tabi yabancılaştığım tek şey babam değildi. Yitirdiğim tek şey de o değildi. İçerisinde binlerce yıllık kültürel mirasımızı taşıyan, Bingöl dağlarındaki her taşa yerini veren Zazacaydı o zaman. Ağaçlar bu dille çiçek açıyordu çünkü ağaca da açtığı çiçeğe de yeşerdiği toprağa da içinde yaşayan insanlara da isim veren dolayısıyla anlamlandıran onlara bu dünyada bir hacim sağlayan, anadilimizdi. Dolayısıyla 2000'li yıllarda Zazacayı isteyerek/istemeyerek ret ettiğiniz de ret ettiğiniz tek şey sosyalliğinizi sağlayan iletişim diliniz olmuyordu; binlerce yıldır bu dille aktarıla gelen tarihsel mirası, orada oluşturulan kadim kültürü düğündeki halayı, dağdaki ağacı, yerde gezen hayvanı gökte uçan kuşu, annenizi babanızı, dedenizi nenenizi hepsine dönük kocaman bir reddi miras veriyordunuz. Yardan da vazgeçiyordunuz serden de. Ne için neyi bıraktığımızı bilmiyorduk tabi o çocuk aklıyla.
İlk çocukluk dönemimin bitmesiyle yaşım büyüdü başım büyüdü zihnim büyüdü ihtiyaçlarım büyüdü ama babamın bendeki yeri küçülüyordu, büyümesi gerekirken. Ben başka dilde büyüdükçe başkası olduk birbirimiz için. Onda Türkçe çok yok ben de Zazaca pek kalmamış, günlük birkaç şey dışında çok konuşamaz olduk. Çok konuşmadığımız için çok da tanıyamadım. O zamanlar babama bakarken gördüğüm tek şey cahil, medeniyetsiz, duygusuz bir inşaat işçisiydi. Cahil olduğunu düşünüyordum çünkü konuştuğumuz her gün üç beş kelimeydi.
'"Nasılsın oğlum?", "İyiyim baba." Kültürsüz olduğunu düşünüyordum çünkü şehirde, okulda, televizyonda gün gün öğrendiğim yeni şeyler babamın ilgisini çekmiyordu, ona anlatınca kayıtsız kalıyordu. Duygusuz olduğunu düşünüyordum çünkü bazen ağladığını görsem de bana hiç uzun uzun neye ağladığını anlatmadı. Yanımda güldüğü oluyordu ama beraber gülmedik pek. Benim kültürel anlamda yaptığım reddi mirastan sonra paylaşacak çok bir şeyimiz kalmadığı için onun gözlerine bakmıyordum uzun uzun, baktığımda da bir şey göremiyordum. Birçok Kürt genci gibi ben de üniversite yıllarında akademik anlamda okuryazarlık kazandıktan sonra önce ötekiyi/ötekileri, öteki edebiyatı başka kültürleri daha yakından tanıdım. Ötekiyi daha yakından tanıyınca dönüp kendime baktım ve anadilimin eksikliğini, bu eksikliğin neye tekabül ettiğini o zaman anladım. Neyi yitirdiğimi fark edip uğradığım dumuru geride bırakınca Zazacayı tekrar öğrenmeye karar verdim. Zazaca doğal yollarla aktarım yeteneğini –en azından Bingöl merkezde- önemli ölçüde yitirdiği için dilimi öğrenmek için Zazaca kitaplara başvurdum. Zazacayı tekrardan öğrenmek çok sancılı olmadı. Öğrendikten sonra zaten kendi aralarında Zazaca iletişim kuran aile büyüklerimin arasına kendi dilimizde tekrar dahil oldum. Tabi kendi dilinizde olsa eski doğallığıyla tekrar öğrenmek kolay olmuyor öğrenme sürecinde minnettar olduğum Zazaca yazan çizen arkadaşlar kadar annemin etkisi de vardı. Diyebilirim ki 20 yaşımda küçük bir çocuğa öğretir gibi Zazacayı bana peygamber sabrıyla tekrar öğretti.
Bingöl’e Zazaca ile döndükten sonra herkesle her şeyle yeniden tanışma fırsatım oldu. Bingöl’e dair her şeyi yeniden tanımak garip bir duyguydu. Bingöl denince başka bir şey ifade ederken Çolig dediğiniz de bambaşka bir zemine oturuyordu her şey. Bingöl’ün çok da derin olmayan kısa tarihinden kültürsüz medeniyetsiz dokusundan kadim kültürü/tarihi, zengin tabiatı ile Çolig beni kendine çekiyordu. Herkesle her şeyle yeniden tanışırken beni en çok etkileyen babamla yeniden tanışmak oldu çünkü en çok onun eksikliğini hissetmiştim. Babamla Zazaca konuştukça gün gün kendini açtı bana. Yıllar sonra birbirini bulmuş baba/oğul gibiydik. Tanışmaya doymadık uzun süre. Ben onunla Zazaca konuşmaya başladığımda gördüm ki bu adam biliyor, yüzlerce farklı ağacı bitkiyi çiçeği böceği hayvanı biliyor. Hangi ağaç nerde yetişir biliyor ne zaman çiçek açar biliyor, hangi hayvanla nasıl yaşanır hangi böcek neye zarar verir biliyor. Otların hepsini tanıyor birbirine karıştırıyor şifa oluyor. Daha yakındık artık beraber gidiyorduk bağa bahçeye tek başına bir sürü ağaç bakıyor bana da öğretiyordu.
Zazaca konuştuğumuz da anladım kültürsüz falan değil duydum ona sergovend diyorlarmış, gençken gitmediği düğünlerde eksikliği hissediliyormuş. Ne kadar iyi dama oynadığını o zaman anladım bana da öğretti çünkü. Saatlerce dama oynuyor eskilerden konuşuyorduk. (yeri gelmişken hala onu dama da yenemiyorum o da benim yeteneksizliğim). O zaman anladım bu adam duygusuz değil anlattı çünkü çocukluk travmalarını. Çok küçükken kaybettiği annesinin girdiği rüyalarını o zaman anlattı, babasıyla ilk defa geldikleri Bingöl merkezde yeni kıyafet aldıkları günü o gün yeni kıyafetleriyle köy meydanından evlerine kadar giderken kalbinin nasıl çarptığını öyle içli anlattı ki ben de o güne gittim o minibüsten o küçük çocukla beraber indim elini tuttum eve kadar beraber yürüdük. Artık uzun uzun gözlerine bakıyordum o zaman onun gözlerine bakınca o gözlerin arkasındaki uçsuz bucaksız dağları gördüm, düğünlerimizi, taziyelerimizi gördüm, annesiz büyüyen ürkek çocuğu gördüm, gençliğinden bahsetti bana, İstanbul’ dan Almanya’ya savrulan kavgacı gözü pek genci gördüm, artık bakıyorum babamın gözlerine ölene kadar da bakacağım.
Tabi tanışmak tek taraflı değil. Bu tanışmanın tek öznesi de ben değilim. Eminim ki biz tekrar tanışmadan önce ben de babamın gözünde cahildim çünkü okulumu derece ile bitirsem de onlara dair hiçbir şey bilmiyordum. Eminim kültürsüzdüm onun nazarında çünkü modern anlamda birçok tüketim alışkanlığı kazanmış olsam da kendi köyümde dağımda bağımda bahçemde düğünümüz de bir yerim yoktu dut yemiş bülbül benden daha Zaza kalıyordu daha iyi uyum sağlıyordu. Muhtemelen benim köksüz biri olduğumu düşünüyordu çünkü köklerimden ziyadesiyle uzaklaşmıştım. Ama artık o da beni yakından tanıdı. Onun da yeni bir oğlu oldu. Özetle bizim hikayemiz trajik başlasa da mutlu bitti. Öyle tahmin ediyorum bizimle benzer süreçlerden geçen benzer yerlerde olan yüzbinlerce Kürt genci var, umarım onlar da yerlerini yadırgamaya başlar ve suyun bu tarafına gelir çünkü suyun bu tarafı çok güzel, suyun bu tarafında hayat var.
(TB/RT)