İdlib'de bir “insanî felaket” olasılığı var mıydı? Bu ihtimal, iktidar cephesinin propaganda makinesinin inanmamızı sağlamaya çalıştığı gibi Soçi'de Erdoğan ve Putin arasında İdlib'e yönelik bir mutabakat belgesi imzalandı diye ortadan kalktı ve “İdlib düğümü çözüldü” mü?
Birinci sorunun yanıtı evet! İdlib'de kelime oyunlarıyla çare bulunması imkansız, “felaket” kavramının akla getirebileceği her şeyi ima eden ve milyonlarca insanı insanî olmayan bir sona mahkum kılmaya aday bir “insanî felaket” yaşanması çok güçlü bir ihtimaldi. Bu bir retorik, lâftan ibaret bir “emperyalist aldatmaca” değildi. Her ne kadar “insanî felaket” tanımlaması daha çok Birleşmiş Milletler ve “Batı”lı diplomat ve yorumcularca dillendirilse de, Rusya, İran ve Suriye cephesi de ABD ve müttefiklerini İdlib'de “kimyasal savaş provokasyonu” hazırlığı içinde olmakla suçluyordu. Nereden bakılırsa bakılsın savaşın aktif tarafı olmayan, savaş hukukunca koruma altında olması gereken milyonların yaşam hakkı korkunç bir tehdit altındaydı.
İkinci sorunun yanıtı hayır! “İnsanî felaket” tehlikesi Erdoğan - Putin mutabakatından sonra da ortadan kalkmadı. Ankara ve Moskova'nın İdlib'de birlikte -rejim güçleriyle kenti işgal altında tutan Selefi isyancıların temasa geldikleri hat üzerinde 15 Ekim'e kadar 15-20 kilometre derinliğinde- bir “silahtan arındırılmış bölge” oluşturmak üzere vardıkları bu mutabakat, sonunda bir “insanî felaket”e yol açması muhtemel çatışma dinamiklerinin işleyişini durdurmuyor, bu dinamiklerin harekete geçirdiği silahlı güçler arasına bir “tampon” yerleştirmeyi öngörüyor. Benzetilebilirse, bu mutabakatla, atardamarı kesilmiş, hayati tehlike altındaki bir insanın geçirmesi gereken cerrahi müdahaleyi sonraya bırakarak kanamaya “tampon” uygulanıyor, ama kesik dikilmedikçe yaşamsal bir risk halinde olduğu yerde her an kanamaya aday olarak durmaya devam ediyor.
Bununla birlikte olası “silahlı çatışma” bağlamında hücum inisiyatifini elinde tutan Moskova-Tahran-Şam ekseninin Esad rejiminin İdlib'de hakimiyet tesis etme iddiasını acilen ve bir askerî harekat ile değil, sürüncemeli olarak ve başka araçlarla gerçekleştirmeye, diplomasiye şans tanımaya karar vermiş olması elbette İdlib'de yaşayan herkes, özellikle de savaştan korunmaları gereken kadınlar ve çocuklar ile muharip olmayan milyonlarca insana derin bir soluk aldırdığı apaçık.
Ne var ki, İç Savaş'ın yedinci yılında Suriye'de çatışan güçler arasındaki değişen kuvvet dengesi çerçevesinde Soçi'den önce olduğu gibi Soçi'den sonra da İdlib'de silahlar halâ hem “isyancılar”da hem rejimde olmaya devam edemez. Bu bağlamda Soçi öncesinde büyük soru şuydu: “İsyancılar” silahlarını teslim ederek Şam'ın insafına mı sığınacaklar; yoksa rejimi, kendileriyle birlikte üç milyon insanı da yok etmeden İdlib'i ele geçiremeyeceği bir “insanî felaket”in sorumluluğuyla karşı karşıya bırakacak bir direnişi göze mi alacaklar? Erdoğan rejiminin “büyük başarı” anlatısına karşın “Soçi mutabakatı” bu güç denkleminin ima ettiğinden başka bir akıbeti haber vermiyor. Erdoğan Putin'e isyancıları teslime zorlamazken İdlib'deki nihai çatışmayı önleyerek “insanî felaket”i kalıcı olarak öteleyen bir ikibuçukuncu yol sunmuş görünmüyor. Tam tersine, bu anlatı, Ankara’nın “silahlı muhalifler” olarak tanımlamayı tercih ettiği güçlere, Erdoğan'a biat ettikleri takdirde Suriye'nin geleceğinde Türkiye himayesinde kalıcı bir silahlı Selefi başkenti oluşturma hayali sunuyor. Böylece dün varolan kıyıcı bir egemenlik çatışmasının ve bunun peşinden sürüklediği bir “insanî felaket” olasılığının bugün daha da vahimleşerek sürmesine katkıda bulunuyor.
Mutabakatın ertesi günü Fransa'nın Akdeniz'deki donanmasının Lazkiye'ye gönderdiği seyir füzeleri, İsrail'in bir Rus askeri uçağının düşürülmesiyle sonuçlanan Suriye hava sahasına tecavüzü, bu Soçi mutabakatının içerdikleriyle değil, içermedikleriyle de çatışma dinamiklerini beslemeye başladığını gösteren işaretler olarak okunabilir.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun Soçi mutabakatına dair yorumu Ankara'nın İdlib hayallerinin çatışmayı körükleme olasılığı hakkında yeterince fikir veriyor:
“Buralar ağır silahlardan arındırılmış bölge olacak. Yani burada muhalefet kalacak, sivil insanlar kalacak. Buradan sadece terörist gruplar çıkartılacak. Burası tank, roketatar gibi bazı ağır silahlardan temizlenecek ama bazı ılımlı muhalif güçlerin elindeki diğer hafif silahlar kalacak.”
Ya “terörist gruplar”? “Onlar gidecek”lermiş. Nasıl ve nereye? Yoksa El Nusra (Heyet Tahrir el-Şam) Erdoğan'ın gül hatırı için ÖSO üniforması giyerek TSK komutası altına mı girecek? Bunun için Çavuşoğlu dahil kimse teminat veremiyor, veremez de. Kesin olan tek şey Ankara'nın İdlib'e daha çok asker ve silah yığmaya ve Suriye çıkmazına boğazına kadar batmaya razı olmasından ibaret.
Erdoğan Putin için “kestaneleri ateşten alabilecek” mi?
Daha on gün önce Tahran'da Erdoğan'ın “insanî felaket” gerekçesiyle “ateşkes ilanı” talebine Vladimir Putin bütün dünyanın gözleri önünde “biz Şam adına konuşamayız, siz de El Nusra ve IŞİD adına konuşamazsınız” demeye getirdiği bir yanıt vermişti. Bu sözler halâ Erdoğan'ın kulaklarında çınlarken, Putin'in Suriye özel temsilcisi Aleksandr Lavrentiyef de Rusya'nın “sopa”sını bir kez daha göstermekten imtina etmedi. Lavrentiyef, geçen Salı BM Suriye özel temsilcisi Staffan de Mistura'yla Cenevre'de yaptığı görüşmenin ardından gazetecilerle konuşurken “İdlib vilayeti bir nevi Türkiye'nin sorumluluğuna bırakılmış bir bölgedir” dedi; “ılımlı muhalifleri aşırılardan, Cebhet el-Nusra'dan (Nusra Cephesi) ve öteki terörist gruplardan ayırmak onların sorumluluğunda.” Gerçi Lavrentiyef “havucu” da elden bırakmadı: “Biz,” dedi “ İdlib'deki durumun tercihan barışçı yoldan halledilmesi gerektiğini söylüyoruz. Askeri güç kullanmaktan kaçınmak mümkün.”
Nesnel olguları peşpeşe dizince Tahran'dan Soçi'ye nasıl gelindiğini anlamak hiç de zor değil: Önce Putin, Tahran'daki “ateş kes” çırpınışlarıyla içinin İdlib'deki “silahlı muhalefet” için titrediğini ifşa eden Ankara'ya “sorumluluğunu” bugüne kadar savsaklamasının herkesten önce kendisi için felaket olacağını gösterdi. Erdoğan “kestaneleri ateşten alma”, El-Nusra Cephesi'ni “hafif silahlı muhalefet” çizgisine çekme sorumluluğunu üstlenmeyi kabullendi. Putin bunun karşılığında “Soçi mutabakatı”nın dünyaya bir “diplomatik başarı” olarak sahnelenmesini sağlayarak içerideki büyük yangını gündemden uzak tutması için Erdoğan'ın elini güçlendirdi, üstüne Washington ile Ankara arasındaki kamayı biraz daha kanırtmış oldu.
Bu sonuçlar İdlib'in akıbetiyle değil, Ankara ve Moskova'nın taktik çıkarlarıyla ilgili. Ancak Erdoğan'ın Soçi tiradından da anlaşıldığı gibi, Ankara-Moskova mutabakatından sonra da Suriye'deki çatışma dinamikleri işlemeye devam ediyor. Kıyıcı bir çatışma tehlikesi, bir insanî felaket riski, Araplar kadar Kürtlerin de bütün Suriye halklarının da başı üzerinde asılı duruyor.
İdlib'in Suriye İç Savaşı'ndaki yeri ve önemi
İdlib'in stratejik ve güncel askeri denge bağlamında kazandığı önemin nedenlerine kuşbakışı göz atmak bu soruya olası yanıtın hangisi olabileceğine de ışık tutabilir.
İdlib 5 Nisan 2015'te 12 günlük bir kuşatmanın ardından Şam hükümetinin denetiminden çıkmış ve Suudi Krallığınca desteklenen birleşik Selefi gücü Ceyş el-Fatah'ın (Fetih Ordusu) eline geçmişti. İdlib o günden beri Ceyş El-Fatah'ı oluşturan Heyet Tahrir el-Şam (El-Nusra Cephesi), Harekat Ahrar el-Şam el İslamiyye (Şam Özgür İnsanlar Harekatı), Feylak el-Şam (Şam Lejyonu), Ceyş el-Sunna (Yılın Ordusu), Liva el-Hak (Hak Tugayı), Cund el-Aksa (El-Aksa Garnizonu) Ecnad el-Şam (Şam'ın Askerleri) ile Özgür Suriye Ordusu'ndan ayrılan Humuslu cihatçıların oluşturduğu Katayib el-Faruk'un (Faruk Tugayları) denetiminde. Geçen zaman içinde Halep'ten, Hama ve Humus’tan, Dera ve Guta'dan ve başka yerlerden parça parça sökülen, aralarında Rakka'dan çıkartılan DAEŞ'in de olduğu silahlı isyancılarla İdlib'in 2010'da 2 milyondan biraz fazla olan nüfusu bugün tahminen 3 milyona çıktı.
İdlib'in “isyancılar”ın eline geçmesi Şam rejimi için sarsıcı bir politik ve askeri darbeydi, elden çıkartılmasıysa Selefiler için öyle olacak. Ceyş el-Fatah İdlib üzerinden doğuda, ülkenin Şam'dan sonraki en önemli kenti Halep'e, batıda Nusayriler'in (Arap Alevileri) yoğunlaştığı Lazkiye'ye, güneyde Müslüman Kardeşler'in üssü Hama'ya hakîm bir konum elde etmişti. Suudiler'in isyanın arkasından çekilmesine karşın Şam ülkenin geri kalanında isyanı bastırsa da Selefiler İdlib'i elde tuttukça genel askeri ve siyasi üstünlüğü nihai olarak ele geçiremiyor; isyancılar da nihai yenilgiyi geciktirdikleri ölçüde yeni fırsatlara ulaşmayı umuyor ve çatışmayı zamana yayma peşinde koşuyorlar.
Şam için İdlib'de askeri ve siyasî hakimiyet ilanı, politik-psikolojik açıdan Selefilerin Suriye'deki iddialarının sonu ve ve rejimin zaferinin bütün dünyaya ilanı anlamına geliyor. Bütün koşullar, rejimi İdlib kilidini kırmaya çağırırken Esad'ın bu çağrıyı duymazdan gelmesi “Soçi mutabakatı”na rağmen İdlib üzerinde tam hakimiyetten vazgeçmesi düşünülemez. Böylece İdlib, Suriye İç Savaşı'nın sonuna doğru en dramatik gelişmelerin gerçekleşeceği savaş sahnesi olarak öne çıkıyor.
“Soçi mutabakatı” Suriye'deki çatışmanın karakterini neden değiştiremez?
Şam rejimi ve müttefikleri cephesinden bakıldığında Suriye'de sekiz yıldır süren İç Savaş'ta İdlib'de bir zaferin sunması muhtemel “millî kurtuluş” vaadinin, Baas rejiminin “demir yumruğu”nun yeniden ülkeye egemen olması ihtimalinin göz kamaştırıcılığı karşısında bir kentin daha yerle bir olması, İç Savaşta “doğru cephe”yi seçememiş yüz binlerce insanın daha hayatını kaybetmesi, bir milyonunun göç yollarında telef edilmesi olasılığı bir “teferruat” olarak görünebilir.
Selefi isyancılar cephesinden bakıldığındaysa şimdi İdlib'de sıkışmış, bir zamanlar Suriye'nin dört bucağında kadın erkek, çoluk çocuk milyonlarca insana korku ve dehşet saçarak, sırf Sünni-Selefi olmadıkları için hasım saydıklarının kellelerini sorgusuz sualsiz kesen, kadınların ırzlarına geçmekte tereddüt etmeyen, onları cariye olarak alıp satan mezhep savaşçıları için rejime direniş göstermeden silahları teslim etmek bugüne kadar işledikleri insanlık ve savaş suçlarını kabullenmek, geride hiçbir “yüksek amaç”, “uğrunda ölünecek” hiçbir “dava” bırakmadan yok olup gitmek, manevî bir hiçlikte tükenmek olarak görünüyor. İki-üç milyon İdlib ahalisini canlı kalkan olarak kullanıp “Batı”ya -ve Erdoğan'a- sarılacakları bir “insanî felaket” ipi sunarak “ikili iktidar”ı uzatabildiği kadar uzatmak ve İdlib'den çıkmak için uygun anı değerlendirmeye çalışmak mümkünken bunu denemeden teslim olmak, “siyaseten intihar”ı seçmek, Selefi cephenin aklından bile geçmiyor.
Şimdi İdlib'e çekilmiş/yığılmış Selefi gruplar iç çelişkilerle malul ve yalnızca Araplardan oluşmuyorlar, ortak özellikleri Esad karşıtı olmaktan ibaret değil. Her birinin ayrı gündemleri var. Rusya'nın, Çin'in, İran ve Irak'ın İdlib'e askeri bir ilgi göstermelerinin bir nedeni de kendi nüfuslarının bir parçasını oluşturan Çeçenler, Doğu Türkistanlılar, Özbekler, Türkler, Türkmenler, Kürtlerin yanısıra, Batı Avrupalılar, Magripliler ve Orta Afrikalılar'ın, Malezya ve Endonezyalılar'la ve başkalarıyla birlikte İdlib'de oluşturdukları karmakarışık yumak, bu yumağın çıkış ülkeleri için de bir güvenlik riski oluşturması. Bu yumak İdlib'in kadınları, çocukları ve yaşlılarıyla, cihatçı ya da Selefi olmasalar da Suriye'nin başka yerlerinden gelip kendilerine İdlib'de selamet arayan milyonlarca insanı “canlı kalkan” yaparak, onlara zorla kader ortaklığı dayatıyor.
Özetle Ankara ve Moskova arasında varılan mutabakat Rusya-İran-Suriye ittifakının Selefi isyanı bertaraf etme ve özellikle Şam'ın İdlib'de zaferini ilan iradesini de bu iradenin doğmasına imkan veren maddi koşulları ve siyasi zorunlukları da ortadan kaldırmıyor. Dolayısıyla Suriye toprağındaki sert çatışma dinamikleri işlemeye devam ederken askerî ve politik gerilimin yükselmesi, bu gerilim altında daha önce Guta ve Halep'teki “çatışmasızlık” uygulamalarında da olduğu gibi ipin kopması, bir Suriye-İran-Rusya harekatında sayısız masum sivilin hayatını kaybetmesi olasılığı İdlib üzerinde Soçi'den sonra da olanca ağırlığıyla kol gezmeye devam ediyor.
“Batı”nın “insanî duyarlık” ölçüsü
İdlib'deki askeri ve siyasi gidişat çerçevesinde Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransa'nın çıkarları örtüşüyor; son aylarda Almanya da aynı çizgiye yerleşti. İsrail hep orada. “Batı”nın İdlib'e yönelik tayin edici bir askeri harekâta karşı çıkışının ortak gerekçesi, “insanî felaket”. “Batı”nın örneğin Yemen'de süre giden muazzam “insanî felaket” karşısındaki ilgisizliğiyle İdlib'de yaşanması muhtemel gelişmelere yönelik duyarlığı arasındaki bakışımsızlık ister istemez karşı çıkışın diğer nedenlerine de bakmayı gerektiriyor. Bunun için bir Avrasya-Ortadoğu haritasına hızlıca göz gezdirmek “isyancılar”ın İdlib'de nihai yenilgiye uğratılması sonucunda Tahran ve Moskova Suriye'nin geleceğinde edinecekleri kalıcı etkiyle Basra Körfezi ve Hazar Denizi'ni Suriye üzerinden Akdeniz'e bağladıkları istisnai bir üstünlüğe ulaşacaklarını görebilmeye yeter. Bu, yeni jeostratejik diziliş, “Batı”nın “felaket” derken yalnızca İdlib'i işaret etmediğini düşünmek için geçerli bir neden! Elbette başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa'nın bir başka korkulu rüyası da, “insanî felaket”in Türkiye'nin 911 kilometrelik beton duvarlarının önünü kesmeye yetmeyeceği en az bir milyon insanı yerinden edecek yeni bir göç dalgasını tetiklemesi olasılığı.
Erdoğan-Bahçeli'nin Kürt düşmanı Suriye siyasetinin sonu
İdlib'deki gidişatın da gösterdiği gibi, rejim karşıtı hareketlerin iç savaşa dönüşmesinden beri Türkiye'nin Suriye'de izlediği siyaset esasen çöktü. İdlib’in düşmesiyse Ankara'nın Şam karşısında izlediği vekâlet savaşındaki yenilgisinin tescili olacak. Ancak, iflah olmaz Kürt düşmanlığıyla Ankara'nın bu olası yenilgiyi bile beklemeden Suriye'deki askeri varlığını Kürtler'in yeni Suriye'de statü edinmesine karşı bir imkân olarak sunmak üzere, Esad rejimiyle arka kapı diplomasisine yönelmesi de şaşırtıcı olmaz. Erdoğan'ın Soçi'deki “ortak açıklama” sırasında ve daha sonra medyaya verdiği demeçlerde “tehlike” bağlamında en geniş yeri “Pi-Vay-Di” ve “Vay-Pi-Ci”ye ayırmış olması bu açıdan semptomatikti.
Erdoğan rejimi başından beri Suriye'de iki stratejik hedef güdüyordu. İlk olarak, bölgede gerileyen ABD varlığının yol açtığı güç boşluğunu doldurmak ve bölgesel nüfuz rekabetinde İran ve İsrail'in önüne geçmekti. Beşar Esad'ın iktidarı devraldığı dönemden 2011'e kadar Erdoğan'ın güttüğü Şam'la ekonomik işbirliği siyaseti de, “Arap İsyanları”nın ardından izlemeye başladığı Suriye'yi vekalet ve mezhep savaşı yoluyla fethetme, Şam'da rejim değişikliği için “Batı”nın “öncü karakolu” rolüne soyunması da bu stratejinin “başka araçlarla” sürdürülmesinin ifadesiydi.
Ankara'nın Suriye'deki ikinci stratejik hedefiyse Şam'ın merkezi egemenliğinin ülkenin doğusu ve güneyinde bizzat kendi girişimleri ve desteğiyle çökmesinin Kürt halkına sunduğu paradoksal olanaklardı. 2013'ten başlayarak Rojava'yı durdurma kaygısı Ankara'nın Şam'ı düşürme hevesinin önüne geçti. Erdoğan Türkiye'de açtığı Kürtlerle “çözüm süreci” defterini içteki güç kaymalarının yanısıra Kürtler'in Rojava'da statü elde etmeye başlamalarının yol açtığı “beka kaygısı” dolayısıyla da kapattı.
Ankara'nın Suriye’de Kürtlerle savaşı merkeze alan 2013 sonrası yönelişi Suriye'deki ittifak düzeninde de kopuşlara yol açtı. DAEŞ ile savaş Suriye'de “Batı”nın birinci önceliği haline gelirken PYD ve YPG “dost ve müttefik” statüsüne yükseldi. Türkiye'nin “müttefikler”le Rojava bağlamında düştüğü sert anlaşmazlıklar sonucu Ankara'da “Batı düşmanlığı”nın yükselişi ve ani bir dönüşle Moskova'yla yakınlaşma da bu stratejik kopuşların ürünüydü.
“Rejim değişikliği” hedefinin gündemden çıkmasının ardından Ankara, güney sınırları boyunca Cerablus, Efrin ve İdlib gibi Fırat’ın batısındaki kentlerde tutunma yoluyla Suriye'nin geleceğinde söz sahibi olmayı ve özellikle de yeni Suriye’de Rojava’daki Kürt oluşumlarını statüsüz bırakmayı umuyordu. Ne var ki, İdlib'deki rejim karşıtı güçlerin tasfiyesinin getireceği stratejik güç kaymaları, Ankara'nın Suriye’deki varlığının sonunun başlangıcı olabilir. Rejim İdlib'e el koyabildiği takdirde Ankara sadece bir mevzi değil çeteler üzerindeki “hami” rolünü de kaybedecek; Suriye'de kendi tankları dışında elinde “insanî” hiçbir şey kalmamış olacak. AKP-MHP dış politikası için güncel mesele Ankara'nın Suriye'de etkisiz güç durumuna gerilemesi olasılığıdır. Erdoğan rejiminin İdlib'deki muhtemel gelişmeleri “insanî felaket” olarak nitelerken yalnızca İdlib halkının akıbetinden söz etmediğini düşünmek için yeterli neden var.
Ankara İdlib'de hala “kuruyu yaştan” ayırabilir mi?
Bu güne kadar Erdoğan rejiminin İdlib'de sözüm ona“kuruyu yaştan ayırmak” için elinden gelen tek şey El-Nusra'nın İdlib'deki adı olan “Heyet Tahrir el-Şam”ı (HTŞ) “terörist” ilan etmek ve ÖSO'ya iltica kapısını açarak El-Nusra'yı Türk bayrağı altına girmeye çağırmak oldu. Yanıt gecikmedi: Selefiler, 19 Aralık 2016'da bir suikastta öldürülen Rusya Federasyonu Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un katili polis memuru Mevlüt Mert Altıntaş’ın posterlerini açarak İdlib'de sokaklara döküldüler. Şimdiyse Ankara dün “terörist” ilan ettiği HTŞ'yi muhatap almak görüşmelere başlamak, onları güvence saydıkları bütün askeri donanımlarını teslime razı etmek zorunda. Aynı Ankara, bugün halkın oyuyla TBMM'de meşru bir yer tutan HDP'yi siyasi toplumun dışına atmaya çalışırken, kelle kesicilerden, tecavüzcülerden, müteselsil insanlık ve savaş suçularının faillerinden “ılımlı silahlı siyasi muhalefet” imal edecek. Kolay gelsin!
Ankara'nın, “Batı”nın ve “uluslararası camia”nın “insanî felaket”e yol açmamak gerekçesiyle İdlib'e yığılan çetelerin varlığını “hafif silahlı muhalefet” tanımıyla meşrulaştırma gayretleri bu çetelerin kendilerinin başlıbaşına bir insanî felaket olduğu gerçeğini gölgeliyor. “Tavşana kaç, tazıya tut” siyasetiyle İdlib’de büyük ölçekli bir askeri harekatın yol açacağı kanlı bir savaş vukuunda sahaya inmek üzere “kimyasal silah” gerekçesinin arkasına girmenin, ya da Ankara'nın yaptığı gibi “sivil katliamı” önlemeye çabalıyor görüntüsünün gerisinde İdlib'deki Selefi güçlere zaman kazandırma politikasını sürdürmenin biricik pratik sonucu muhtemel “insanî felaket”in çapını daha da genişletmek olabilir.
İç Savaş'ın önceki aşamalarında Şam, Guta ve Deraa’da olduğu şekilde Birleşmiş Milletler’in sorumluluğu altında sivillere çıkış koridorlarının açılması ve bütün uluslararası güçlerin bu çizgide buluşması, bugün güncel “insanî felaket”i etkin olarak önlemenin biricik imkanı olarak görünüyor.
Soçi mutabakatı çöken Suriye siyasetini bir başarı öyküsüne dönüştürmek bir yana Ankara'nın gelecekteki başarısızlık ve çıkmazlarını müjdeliyor. İdlib vesilesiyle geleceğin Suriyesi'nin halkların kendi kendilerini yönetecekleri, yerel özerklikler üzerine yerleşen bir demokratik yeniden kuruluş dışında başka hiç bir yolla inşa edilemeyeceği, halkların iradesini hiçe sayan her siyasetin eninde sonunda çatışmaya ve “insani felaket”e götüreceği, yabancı güçlerin müdahalelerinin sorunları çözmeye yardımcı değil, içinden çıkılmaz bir hale sokmaya neden olacağı bir kez daha teyit ediliyor.
Ekonomi batarken, başkasının parasıyla emperyalistçiklik taslanamayacağını öğrenmek için Türkiye'nin Erdoğan'ın kendi ibret dersini almasını beklemesi gerekmiyor. Bu ders yüz yıl önce öğrenildi. En iyisi, hafızayı tazelemek, Suriye'de bütün toplumsal kesimlerin BM mekanizmaları vasıtasıyla çatışmaya son verebilecekleri bir siyasal çerçevenin oluşturulmasına katkıda bulunmak maksadıyla, sivil halkın İdlib dahil bütün çatışma bölgelerinden güvenli alanlara BM gözetiminde tahliyesine yardımcı olduktan sonra kanla rejim ihracına son verip eve dönmek; tankları ve askerleri geri çekmek, içeride de halkların iradesinin şiddet ve hileyle bastırılamayacağını idrak edip “barış”ın kapısını açıp her şeye baştan başlamak... (EK/HK)