Kutuplaştırıcı siyasetin temel stratejilerinden birini Clausewitz’in meşhur formülü ile özetlemek mümkün:
“Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.”
Bunun tersi de doğru olurdu aslında:
“Siyaset, savaşın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.”
Bugün hem dünyada, hem de Türkiye’de çatışmacı bir anlayış hüküm sürüyor. Buna göre devletin işlevi bütünleştirici ve birleştirici olmak değil, iç ve dış düşmanlarla savaşmak. Siyaseti daimi kriz yönetimi olarak şekillendiren bu anlayış, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi diplomasiyi ön plana çıkartan bir güçler dengesi aracılığıyla sınırlanmıyor üstelik.
Saldırganlığın bedeli nükleer savaşı göze almak olduğunda militarist üslup bir miktar dahi olsa törpülenmek durumunda kalıyordu. Bugün ise söz ve pratiklerinden dolayı hiç bir bedel ödemek zorunda olmayan siyasetçiler, birbirlerine serbestçe atıp tutabiliyorlar, geçmişte yakışık almayacak tavırların normalleşmesine yol açıyorlar.
Bu üslup sorununun akademik literatürde bazılarının “sağ popülizm”, bazılarının “rekabetçi otoriterlik”, bazılarının ise “neo-faşist eğilimler” olarak tasvir ettiği yeni çatışmacı siyasetin yükselişe geçmesi ile yakın bir bağı var. Sol alternatifin yokluğu veya kendini yenileyememesi de bu gidişata katkıda bulunuyor. Chantal Mouffe'un deyimiyle "seçeneksiz seçimler"e mahkum olmaktayız.
İlkeli siyaset yerini 1990’larda yeni muhafazakârlığa, yani dinsel ve geleneksel ahlak normlarının siyasete devşirilmesine bırakmıştı. 2000’li yıllarda ise siyaset sağ ve sol arasında hiç fark bırakmayan bir neoliberal küreselleşmeye teslim oldu. Tüm doğal ve beşeri kaynakların rant ekonomisine servis edilmesi yüzünden artan işsizliğe ve istikrarsızlığa daha da fazla rant üreterek çare bulunacağı gerçeküstü savına dayanan neoliberal birikim süreci, sağ ve sol ekseninden başka fay hatları yaratmakta gecikmedi.
Günümüzdeki çatışmacı siyaset biçimlerini bu arka planı göz önünde bulundurarak analiz etmek anlamlı olur. Son dönemde türeyen çatışmacı siyaset, varolan toplumsal ve ekonomik çelişkilere hiç dokunmadan söylemsel ikilemler ve düşmanlar yaratma sanatını iletişim teknolojilerini de kullanarak doruğa çıkarmış durumda. Sosyal medyayı kullanmayı çok iyi bilen yeni kuşak sağ popülist liderler, her şeye 140 vuruşluk çıkışlarda bulunmayı ve gündemi bunlarla canlı tutmayı da gayet güzel başarıyorlar. Siyasetsizleşmeye çözümmüş gibi duran, yani sıradan insanda siyasetin öznesi olabileceği illüzyonunu yaratan bir kutuplaşma ve diklenme dili gelişti. Ekonomik anlamda güvencesizleştirilmiş ve lider siyaseti yüzünden kendi kaderlerini tayin etme kapasitesinden mahrum edilmiş bireyler, bu diklenme dili sayesinde güç sahibi olma arzularını tatmin edebiliyorlar.
Bu yeni bir gelişme değil aslında. Fransa'da Jean-Marie Le Pen'in, Avusturya'da Jörg Haider'in, Hollanda'da Theo Van Gogh'un önderliğindeki aşırı sağ hareketler, 1990'ların sonlarından itibaren kamuoyunu şoke eden açıklamalarda bulunmayı bir strateji haline getirmişlerdi. Le Pen'in Yahudi soykırımıyla ilgili "tarihte bir detay" demiş olduğunu hatırlayalım.
Ancak 2000’li yılların farkı, çatışmacı dilin kamusal alanda sosyal medya ve bloglar aracılığıyla herkes tarafından kullanılabilir hale gelmesi. Twitter kullanıcıları gerek siyasetçilerle, gerek kanaat önderleriyle, gerekse birbirleriyle her türlü küfür ve sözlü şiddet yolunu kullanarak etkileşim içine girebiliyor; troll orduları ise bu dili sistematik bir şekilde saldırı ve itibarsızlaştırma kampanyalarında kullanabiliyorlar. Örneğin Aktrollerin amaçlarından biri “küfür, hakaret ve tehditlerle ilerleyen bir yıldırma politikası” yürütmek.[1]
Bazı araştırmacılar hakaret ve aşağılama dilinin toplumdan kaynaklandığını, sosyal medya aracılığıyla siyasete devşirildiğini iddia etse de[2], burada diyalektik bir ilişki olduğunu söylemek daha doğru olacak.
ABD’de Trump’ın başkan adaylığı sırasında kullandığı dilin yıllarca “siyasal doğruluk” (political correctness) konusunda disipline edilmiş olan Amerikan toplumunda şok etkisi yarattığını unutmamak gerekir. Trump’ın yüzlerce saatlik demeçlerini söylem analizine tabii tutan bir araştırma bunların üç temel özelliğinin aşırı basitlik, fevrilik ve kabalık olduğunu sonucuna varıyor.[3]
İtalya’da yapılan başka bir araştırma ise küfür ve kaba ifadelerin daha çok tanıdıklar arasında kullanılıyor olmasından dolayı, siyasetçilerin ağzından çıkan küfürlerin seçmende sempati yaratabileceğini gösteriyor.[4] Aynı araştırmada düşündürücü bir bulgu daha var: Sol ve sağ seçmen arasında yaratılan sempati etkisi açısından pek bir fark yok.
Sosyal medya kullanıcılarının nabzını tutan sağ popülist liderler, siyasette kullandıkları dilin “halkın dili” olduğunu iddia edebilir elbette. Ama “halk” bu dilin resmi makamlarda oturanlar tarafından kullanıldığını görünce ırkçı, cinsiyetçi ve ayırımcı ifadelerin kamusal alanda serbestçe dolaşıma girebileceğine dair yeşil ışık yakıldığını da kavrıyor. Ayrıca belirtmek gerekir ki, siyaset etiğinin sınırlarını zorlayan ve "halkın gerçek düşüncelerini" yansıttığı iddia edilen söylemlerin liderler tarafından kullanması bunların kamuoyu tarafından kanıksamasına da yol açıyor.
Gerek ABD’de, gerek Fransa veya Macaristan’da, gerekse Türkiye’de sağ popülizm kendini halkın elitlere karşı ayaklanması olarak sunmakta. Siyasetin halihazırda eril ve militarist olan diline “halk ağzıyla” konuşma serbestisi de eklenince, liderin “halktan biri” olma imajı güçleniyor.
Popülizm terimini sağ-sol ayrımı gözetmeksizin kullanması sorunlu olsa da, birçok açıdan faydalanılabilecek bir inceleme yapmış olan Jan-Werner Müller[5] günümüzde popülist liderlerin şöyle bir mantık yürüttüğünü yazıyor: Eğitimli, küresel bağlantıları olan, sanat ve yazın dünyasında entelektüel hakimiyete sahip olarak gösterilen “elitler” halkın değerlerine yabancılaşmışlardır. Bu elitler arasında olmayan lider, sessiz çoğunluğun sesi olacak, “gerçek halkı” temsil edecektir. Gerçek halk sayısal bir olgu değildir, liderin seçimlerde yüzde 40 veya 50 oy alması seçmenin tamamını temsil etmediği anlamına gelmez. Gerçek halk ahlaki üstünlüğe sahip bir bütünlüktür. Sayısal oran ne olursa olsun, gerçek halk bu ahlaki üstünlüğü bünyesinde barındıran liderin seçmeninden ibarettir. Nüfusun geri kalanı ise “halk” payesine yükselememiş ve dolayısıyla temsil edilmeye layık olmayan kesimdir.
Kutuplaştırıcı siyaset açısından bakıldığında bunun epey bir avantajı olduğunu söylemek mümkün. “Halk” ile doğrudan iletişim içinde olduğunu iddia eden liderin meşruluğu kendinden menkul hale geliyor. Amaç, izlenilecek olan politikaların kamusal alanda sorgulanmasına mani olmak, ahlaki üstünlüğü kimseye kaptırmamak. İktidarı elinde tutanlar, demagojik üslup, açıklamanın yerini teşbih ve etkileyici söz söyleme sanatının alması, diyaloğa değil ağız dalaşına davet eden hakaretengiz ifadeler, olguları hiçe sayan ve komplo teorilerini öne çıkaran iddialar, dünyayı siyah-beyaz kamplara ayıran bir vizyon sayesinde kendi çelişkilerinin, tutarsızlıklarının üzerini örtüyorlar. Bunları da genelde kaba bir üslup kullanarak yapıyorlar.
Karina Korostelina[6] kamusal alandaki hakaret türlerinin altı farklı amaca hizmet ettiğini yazıyor:
(1) Toplumdaki bir gruba ait kimlik kategorisinin dışlanması için buna olumsuz özellikler atfedilmesi;
(2) Bir grubun kendi eylemlerini haklı göstermek için başka bir gruba olumsuz özellikler atfetmesi;
(3) Hakarete uğrayan grup ile toplumun bağının koparılması için farklılıkların abartılması;
(4) Bir gruba hak veya imtiyaz tanınmasını engellemek için aşağılayıcı söylem kullanılması;
(5) Bir grubun gücünü azaltmaya yönelik hakaretler;
(6) Bir grubu gayri-meşru olarak göstermeye yönelik hakaretler.
Başka bir deyişle, hakaret ve kaba üslup kamusal alanda adalet, eşitlik ve hak arayışlarının önüne set çekiyor, ötekileştirilenlerin ezilmesini ve sindirilmesini meşrulaştırıcı bir etki yaratıyor. İdeolojilerin sonunun geldiği beyan edilen bu çağda ayrıştırılan grupların karşı savunma hattı bile olamıyor. Zira bir hakaretin doğruluğu veya yanlışlığı tartışılamaz: hakaret duygu yüklü bir tepki üretmeye yönelik bir sözsel şiddet türü olduğu için akılcı argümanlarla çürütülmesi de söz konusu değildir.
Üstelik bu yöntemler, iç ve dış sorunların adil ve pasifist bir şekilde çözümlenmesi alternatifini de bertaraf ediyor. Burada bir fasit daire söz konusu: sağ popülist ve aşırı sağcı söylemler normalleştikçe çatışma ihtimali artıyor; çatışma ihtimali arttıkça sağ popülist ve aşırı sağcı söylemler güçleniyor, taraftar topluyor. İktidarda kalmanın yolu gerginlikleri sürekli olarak tırmandırmak, iç politika malzemesi olarak terör ve savaş tehdidini, hatta savaşın bizzat kendini kullanmak. Bugün milyonların yaşamı tam da bu döngü yüzünden tehlikede. Bunu durduracak toplumsal hareketler, etik değerler veya siyasal söylemler ise henüz küllerinden doğmadı ne yazık ki. (ZG/EKN)
[1] Bkz. Erhan Saka, “Siyasi trollük örneği olarak Aktroller”, Birikim, No. 322, 2016, ve Efe Kerem Sözeri, “Mapping Turkey’s Twitter-troll lynch mobs” (2015): http://www.dailydot.com/politics/turkey-twitter-trolls/
[2] Zeynep Burcu Vardal, “Nefret Söylemi ve Yeni Medya”, Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 2 (1), 2015.
[3] Brian L. Ott ,”The age of Twitter: Donald J. Trump and the politics of debasement”, Critical Studies in Media Communication, 34 (1), 2017.
[4] N. Cavazza ve M. Guidetti, “Swearing in political discourse: why vulgarity works”, Journal of Language and Social Psychology, 33 (5), 2014.
[5] Jan-Werner Müller, What is populism? University of Pennsylvania Press, 2016
[6] Karina V. Korostelina, Political Insults: How Offenses Escalate Conflicts, Oxford University Press, 2014.