Hüseyin Şengül geçtiğimiz günlerde Hemen Kitap'tan yayınlanan kitabı "Sisyphos'un Kaderi"nde makalelerini derledi. Gazeteci yazar Namık Çınar'ın önsözüyle yayınlanan kitapta Ulus Baker için yazdığı makalesine de yer verdi. Geçtiğimiz ay Ege Berensel'in derlediği Ulus Baker'in makaleleri "Dolaylı Eylem" başlığıyla Birikim Yayınları'ndan yayınlanmıştı. Şengül'ün, Baker için kaleme aldığı makaleyi yayınlıyoruz.
Ulus Baker'e Saygıyla
Çok önceden yazmak isterdim; hatta 2007 yılında öldüğünde. Ulus Baker hakkında çok sayıda yazı yazmak isterim. İstemek yetmiyor. Yazabilmek için ilkin bilmek gerekiyor. Bu da yetmez; bir duygu bağı, bir iletişim 'ruhu' gerekiyor.
Ulus Baker için yazmaya kendimi yetkin görmedim, görmüyorum da. Ancak onun hayatına dair bildiklerim ve özellikle yazıları, benim bu kişiye karşı duyduğum saygıyı alabildiğine yoğunlaştırırken, bir yandan da hayranlık üretiyor: Ulus Baker, entelektüel dünyamızın bir yıldızıydı. Ancak ışıltıyı engellemek için önüne bulutlar salınmıştı. Bir de kendisinin ışımak bir çabası yoktu çünkü ona ihtiyaç duymayacak kadar aşkın biriydi. O bir bohemdi. Ve onu erken kaybettik. Kırk yedi yaşında ölen Baker, sanıyorum bir dâhinin, 'delilik' başta olmak üzere bütün özelliklerini taşıyan biriydi.
Onun, "Aşındırma Denemeleri" kitabını 'zorla' okuyabildim. Tıpkı kitabın sonunda Orhan Koçak'ın "Ulus Baker Yazısının Peşinden" başlıklı, sonsöz yerine yazmış olduğu yazıda "Ya okuyanın hâli?" dediği gibi. Yine de okuyabildim çünkü metinlerdeki entelektüel zekânın yoğunluğu, sizi okutmaya sevk ediyor. Yazılarındaki derinliğe ve niteliğe ulaşabilmek, önsel olarak okuyucuda felsefe, sosyoloji, edebiyat, müzik gibi konularda neredeyse akademik bir seviyeyi zorunlu kılıyor.
Geçenlerde "Suç ve Ceza" kitabını tekrar okudum. Kitabın edebî değerlendirmesi bir tarafa ama bu kitap ve Raskolnikov üzerine fikir yürütmenin yolu felsefe, ahlak, özgürlük, vicdan ve tanrı konularından geçiyor. Gerçi Dostoyevski'nin neredeyse bütün kitapları ve dolayısıyla kendisi üzerinde değerlendirmeler yapabilmek, bu alanlarda yoğunlaşmayı gerektiriyor; çünkü o, insanın derinindekileri; her türlü kötülük, iğrençlik, kirlilik dâhil açığa çıkarıyor. Hristiyan (elbette Ortodoks) ahlakı ve İsa'nın kişiliği üzerinden ele aldığı vicdan ve mutluluk meselesinde acı çekmeyi merkeze alarak özgürlüğün sınırlarını daraltır görünen Dostoyevski'de, bireyin iç dünyasındaki çelişkilerin müthiş irdelen- melerini görürüz. Dostoyevski'yi eşsiz kılan da budur.
"Suç ve Ceza" kitabını okuduğum sıralarda, 1999 yılında Ahmet Telli'nin Ulus Baker'le yaptığı söyleşi, "Vicdan: Romantizmin Ufku" başlığıyla yayınlanan yazısını da okudum.
Uzun bir süredir vicdan üzerine yoğunlaşmaya çalışıyorum. Çünkü insanlar Tanrıyı 'kandırıyorlar!' Ve üstelik onun kanmayacağını bile bile bunu yapıyorlar. Ama insan da böyle bir şey işte; kendini ve tanrısını kandıran! Benim bir 'dış' tanrım yok ve onu kandırmak derdinde de değilim! Peki, neredeyim? Benim bir iç tanrıya ihtiyacım var. Bu iç tanrı, önsel olarak bende var. Ve bütün insanlarda!
İşte ben bu iç tanrıya, "Vicdan" diyorum. Sanıyorum bunu Voltaire diyordu. Bu konulardaki birçok önemli sorudan birisini de, "Vicdanla ahlak ilişkisi nedir?" sorusu oluşturuyor. Eğer ahlak, vicdanın önseli ve onu yönlendirecek ölçüde etkiliyorsa o zaman vicdan, kolayca dinler ya da ideolojiler ahlakının bir parçası hâline gelebilir. O zaman da "İç Tanrı" teorisi çöker.
İşte Raskolnikov da, vicdan azabı nedeniyle katilliğini itiraf ederken bir yandan da Hristiyan ahlakına yönelir. Bana göre Dostoyevski, 'iç tanrıyı' ahlak aracılığıyla 'dış tanrıya' bağlar gözükse de, onun merkezinde vicdan hep önemli bir yer tutar.
Vicdan ve ahlak her zaman insanın ve toplumların gündemindedir. İnsan varlığını salt kimlikleri ve siyasal yapıları açsından değil, vicdan ve ahlak kavramları açısından da sıklıkla irdelemek gerekir. Eğer bir toplumsal vicdandan, toplumsal ahlaktan söz edilecekse, bunların aynı zamanda bireylerin sistemle ilişkilerinin bir 'toplamının' ifadesi olduğu görülecektir.
Yazıya Ulus Baker'le başlamıştım. Ondan yapacağım şu uzun alıntıyla konuyu değil ama yazıyı bitireyim.
"Vicdan ahlakın koşuludur, onun önünde gelir, yani ahlakın buyurduğu bir tutum değildir. Ahlak "Vicdanlı ol." gibisinden saçma bir şey söyleyemez... Her şeyi buyurabilir, öldürme, çalma, öbür yanağını çevir filan der durur ama "Vicdanlı ol." türünden bir buyruk anlaşılamaz. Başka bir deyişle vicdan, ahlaklı bireyi varsaymaz, onun "ilk belirtisi", başlangıç noktasıdır. Yani ahlakın varsayımıdır... Önce vicdanlı olacaksın ki herhangi bir ahlak buyruğuyla, kuralıyla karşılaşabilecek bir yeteneğin, bir gücün olsun... Bu şu demektir: Vicdan, ahlaktan farklı olarak bir "güç durumudur," başka bir şey değil... Ahlakı dinsel ya da ideolojik biçimler altında da olsa, "hayata geçirmek" için bir "dış güce" ya da "çabaya" (eğitime, education sentimentale'e) ihtiyaç duyulur, oysa vicdan bir "başlangıç hâli," dış değil, iç bir kudrettir... İnsanın dış buyruklara, zorunluluklara "katlanabilme" gücüne vicdan diyoruz."
Temmuz ayında Ulus'u kaybedeli 5 yıl oluyor. Ve ortalık yine vicdansız ahlak vaazcılarının zevzekliğinden geçilmiyor. (HŞ/HK)
* Sisyphos'un Kaderi, Hüseyin Şengül, Hemen Kitap, 400 s.
** Ulus Baker, Dolaylı Eylem, Der: Ege Berensel, Birikim Yayınları, 488 s.