Fethiye'de geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitiren Marksist, feminist iktisatçı Prof. Dr. Tülay Arın'ın (64) ardından, onun 4 Şubat 1983'te Yazko-Somut dergisinin ilk sayısında yayınlanan makalesini alıntılıyoruz.
Cinayetler üstüne yapılan araştırmalar şu gerçeği açıkça ortaya koydu: çağlardan beri insanlar daha çok yakından tanıdıklarını öldürüyorlar.
Ayrıca araştırmalara göre cinayetlerin bir bölümü de aile bireyleri arasında işleniyor. Kocalar karılarını ya da çocuklarını, çocuklar baba ya da annelerini öldürüyor. Kısacası öldürenle ölen arasında yakın ilişkiler var.
Kabul edilmesi güç ama gerçek: kişisel ilişkiler sevginin yanı sıra şiddeti de sürüklüyor. Genel istatistiksel sıralamada aile içi cinayetlerin, karı-koca ilişkilerden doğan cinayetlerin sayısı pek kabarık değil, ama bu cinayetler var.
O halde birbirine en yakın bu insanlar arasındaki şiddeti, gerilimleri ve gerilimlerin en uç noktası olan cinayetleri doğuran nedir? Bunun araştırılmasında yarar var
En çok erkekler öldürüyor
Devlet İstatistik Enstitüsünün yayınladığı Adalet İstatistiklerine göre suçların ve cinayetlerin büyük bölümünü erkekler işliyor.
Örneğin 1968-1977 yıllarındaki dokuz yıllık dönemde ceza-evlerine girenlerin yüzde 99'una yakın kısmını erkekler oluşturuyor.
Cinayetlerin yüzde 98'ini, ırza geçme olaylarının yüzde 99'unu, insan kaçırma olaylarının yüzde 97,7'sini hakaret ve sövgü suçlarının yüzde 92'sini erkekler işliyor.
Aile içindeki şiddet olaylarında, kadın-erkek ilişkilerinden doğan öldürmelerde suçluların erkekler, ezilen ya da öldürülenlerin ise kadınlar olduğunu görüyoruz.
Uzmanlar özellikle aile içi cinayetlerin tartışmalardan, öç alma duygularından ya da öfkelerden kaynaklandığını belirtiyorlar.
Neden kadınlar değil de daha çok erkekler şiddete başvuruyor?
Neden kadın-erkek ilişkilerinden doğan suçlarda ve aile içi cinayetlerde dövülen, yaralanan, öldürülen kadınlar, daha zayıf oldukları bilinen çocuklar ve yaşlılardır?
Bu şiddetin boyutları nelerdir? Bu sorunları yanıtlayacak istatistiksel çalışmalar henüz ülkemizde yok.
Ama ayrıntılı istatistikler tutan ülkelerde, örneğin İngiltere'de aile içi şiddetin daha çok kadınlara yönelik olduğu kesinlikle ortaya konuyor, istatistikler bu ülkede eşler arasındaki cinayet ve şiddet olaylarının başta gelen suçlusunun koca olduğunu gösteriyor.
Eşler arasındaki cinayet ve şiddet olayları suçlularının yüzde 82'si kocalar. Ayrıca karı-koca arası dövme ve yaralama olaylarından tutuklanan suçluların da yüzde 93'ü kocalar. Hemen belirtelim ki pek çok olaylar da aile içinde saklı kalıyor ve adalete yansıtılmıyor.
Kadın baskı altında yaşıyor
Özet olarak yazık ki şiddet, yakın ilişkilerin, günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak ortaya çıkmakta.
Ne garip bir çelişkidir ki kadın bir yandan korunması gereken, zayıf bir varlık olarak değerlendiriliyor.
Öte yandan da, böyle algılandığı için dövülüyor, yaralanıyor, öldürülüyor. Madem kadın 'zayıftır, korunması gerekir, erkeğin' koruyucu kanatları altına sığınması gerekir, o halde erkeğin de kadın karşısında bir üstünlük hakkı vardır.
Bu yanlış mantık kadını erkek karşısında korku içinde yaşamaya itiyor. Madem erkek koruyucusudur, o halde kadın koruyucusunun baskı ve şiddetine de boyun eğecektir, özetle, kadın erkek ilişkilerinin bir yüzünde korumacılık, öte. yüzünde ise baskı vardır, şiddet vardır, otorite ve hiyerarşi vardır.
Şiddetin dinamiği
İçinde yaşadığımız kültürel ortam kadını "zayıf yaratık" olarak algılıyor. Böylece şiddet kendi dinamiğini de içinde taşıyor.
Sokakta saldırıya uğrayan bir kadına "gece sokağa pek çıkma", "ıssız yerlerde dolaşma", "yalnız gezme" gibi özgürlüğünü bağlayıcı öğütler veriliyor. Yani ona "zayıf olduğunu bil, aksi takdirde cezasını sen çekersin" deniyor.
Kadının "zayıf mahlûk" olarak algılandığı bu kültürel ortam, olayı kendi kendine besleyen bir dinamiğe sahiptir.
Sokakta saldırıya uğrayan ya da erkeğin şiddetine evde maruz kalan kadına genellikle öğütlenen davranış biçimi, buna "çanak tutmamak" şeklindedir.
Sokaklarda uygunsuz saatlerde, karanlıkta, tenha yerlerde yalnız dolaşmaya korkmamışsa, saldırıya çanak tutmuştur.
Adamın da "gözü kararmıştır", dayağı da atacaktır. Yani kadın zayıflığını bilmemiş, zayıflığının gerektirdiği kuralları çiğnemekten korkmamıştır.
Halbuki hep korkmalıdır. Bunun aksi hatadır. Ve "güçsüz kadın"ın "güçlü bir erkek"in koltuğuna sığınmadığı sürece bir başka erkeğin baskı ve şiddeti altında ezilmesine doğal bir olgu gözüyle bakılır...
Öldürme, ırza geçme, sarkıntılık, dayak, saldırı birbirinden ayrı gibi görünen suçlar. Ama şiddet sürecinde bunlar birbirleriyle ilintilidir. İş yerlerinde, kitle taşıma araçlarında, evde, sokakta, kadınların uğradıkları dolaylı veya dolaysız fiziksel yada ruhsal şiddet, kadının bu durumu kabullenmesiyle birleşince, sürekli baskı kadının günlük yaşamının bir parçası haline gelmektedir.
Ve buna boyun eğdiği sürece sürekli bir terör içinde yaşamaktadır. Böylece bütün toplum, kadını ve erkeği ile bu tür bir terörün örgütlediği günlük yaşamı paylaşmakta ve sürdürmektedir.
Bir kez daha vurgulamakta yarar var sanırım, toplumun bir kesimi diğer bir kesimini güçsüz olarak kabul edip "korumacı" bir konuma girerse, zayıfa karşı şiddet kullanma gücünü de kendinde bulur.
Korku temeline oturmuş ilişkilerden kurtulmadıkça, karşılıklı güven, saygı ve sevgi ile kurulmuş sağlıklı ilişkileri gerçekleştirme olanağı yoktur. (TA/EZÖ)