Kökü 17. yüzyıla, hatta l6. yüzyıla uzanan ve Türk şehirlerinde hala varlığını koruyan "mahya" geleneği, 19. yüzyıldan itibaren ikili bir gelişim çizgisi izledi. Öncelikle, Sultan II. Mahmud'un zamanında (1808-1839), Haliç'e ve Boğaz'a demirlemiş olan Osmanlı donanmasındaki gemilerin direklerinin arasına ya da kamu binalarının cephelerine mahyalar asılmaya başlandı; o güne dek dinsel yapılara özgü olan bu yazılar artık devlet iktidarının simgesi olan sivil binaları da süsleyeceklerdi. (1)
Daha sonra, Jöntürkler devrinde (1908-1918), dinsel mesajlar veren geleneksel mahyaların yanında laik karakterli yazılar da görülmeye başlandı: Örneğin Balkan Savaşları sırasında (1912-1913), "Hilal-i Ahmer'i Unutma" ya da "Muhacirlere Yardım Ediniz". Cumhuriyet döneminde 1924'ten sonra mahyalar açıkça siyasal bir içerik kazandılar: İstanbul gecelerinden şöyle sloganlar sayılabiliyordu: "Yaşasın Hürriyet", "Hakimiyet Milletindir", "Çok Yaşa Gazi (Mustafa Kemal), ya da ulusal ekonomi siyasetine destek kampanyası çerçevesinde, daha düz bir ifadeyle, "Yerli Malı Satın Alınız".
Bu gelişmeler genel olarak İslamiyet'in, özel olarak da Ramazana ilişkin "siyasal uygulamaların", deyim yerindeyse "araç olarak kullanılmasının" anlamlı örnekleridir. Devletin ve şehrin sorumluluğunu taşıyanlar, gerçek bir "bütünsel toplumsal olgu" olan Ramazana kayıtsız kalamazlardı.
Ramazanda Yapılan Siyasi Törenler
Önce şu paradoksu ortaya koyalım: Yöneticiler dinsel yükümlülükleriyle meşgul olduklarından devletin siyasi yaşamı Ramazan sırasında yavaşlarken, resmi daireler gündüz uykuya dalarken, siyasi simgeler İslamiyet'in kutsal ayında doruğa ulaşıyordu. Bu kanıya varmak için, 19. yüzyılda yayımlanmış teşrifata (2) bakmak yeter:
Ramazanın -ve sonunda gelen bayramın- devletin siyasi tören düzeninde ne kadar önemli bir yer tuttuğu hemen görülecektir. Ramazan ayındaki tören ve ayinler, siyasi sistemin zirvesindeki din ve devlet sentezinin bir ifadesiydi; bunlar ayrıca Osmanlı devletinin İslamî karakterini hatırlatıyor, Madeline Zilfi'nin 17. ve 18. yüzyıllar hakkında söylediği "dindarlık siyasetinin" temel unsurlarını oluşturuyorlardı. Sadrazam da özel olarak, harfiyen uyulan bir takvim ve hiyerarşik kurallar doğrultusunda devletin ileri gelenlerine iftar yemekleri vermek, bu fırsatla da mevkilerine ve taşıdıkları öneme göre onlara armağanlar sunmak zorundaydı.
19. yüzyılda, reformların başlamasından itibaren ne değişti? İlk olarak, Hırka-i Şerif'e yapılan ziyaret. Sultanlar Topkapı Sarayı'nda, Kutsal Emanetler'in hemen yakınında yaşarken, "Hırka-i Şerif ziyaretinin töreni sarayın içinde kalıyordu. Ama sultanlar Boğaz kıyısındaki Çırağan, Dolmabahçe, sonra da Yıldız gibi yeni saraylara yerleşmek üzere Topkapı'dan ayrılınca -bu olay 19. yüzyılın basında II. Mahmud zamanında başladı-, tören karmaşık bir hal aldı: Artık sultan ve maiyeti eski saraya ulaşmak için bütün şehri aşmak zorundaydılar, ve bu yol "Hırka-i Şerif alayısın oluşmasına yol açtı. Bu da (selamlık denilen törene zemin hazırlayan cuma namazı gibi) sultan ve çevresindekiler açısından büyük bir debdebeyle halka gözükmek için yeni bir fırsat yaratıyordu.
Gene aynı dönemde meydana gelen ikinci değişiklik: II. Mahmud, seleflerinin saraya kapanma alışkanlığını terk ederek, başkent sokaklarında gezintilere çıkmaya başladı. Devletin modernleştirilmesinden doğan yeni görevlerini yerine getirmek üzere yapıyordu bunu, örneğin kamu binalarını hizmete açmak ya da sınavlara katılmak gibi; ama ayrıca, Ramazanda hemen her gün camilere gitmeyi, ya da sadece gezinmeyi, çarşı ve pazarları ziyaret etmeyi, Beyazıt ve Tophane Meydanı gibi halkın toplandığı yerleri dolaşmayı alışkanlık edinmişti. II. Mah-mud'un halefleri olan Abdülmecid (1839-1861) ve Abdülaziz (1861-1876) de aynı yolu izlediler.
İlk "görüşler" temel olarak, sultanın kentteki gezintilerinin yarattığı sorun hakkındaydı: İstanbul halkının binalarının cephelerini, kapılarını ve önlerini temizlemeleri; sultanın huzurunda konuşmaya ya da şakalaşmaya kalkışmamaları; görünmeden gitmemeleri, sultanın arkasına geçmemeleri, durup gözlerinin içine kabaca bakmamaları gerektiği; alçakgönüllü bir tavır takınmalarının, el kavuşturup kenara çekilmelerinin uygun olacağı ısrarcı bir dille hatırlatılıyordu.(3) Sultanın uyruklarının arasında görülmesi açıkça yeni bir şeydi, tıpkı saray teşrifatıyla şehir geleneklerinin karşı karşıya gelmesi gibi.
Sonuç olarak "reformcu sultanlar" Ramazanın -hem dinsel (oruç ayının kutsallığı) hem toplumsal (bir araya gelen kalabalıklar)- içeriğini başkent halkına daha çok görünmek için kullandılar, iktidarlarına daha halka dayalı, daha karizmatik yeni bir boyut kazandırabilmek için, kendileriyle uyrukları arasında yeni bir tür ilişki oluşturmak, yeni bir meşruiyet kazanmak için dinsel ateşin ve toplumsal hayatın yoğunluğundan yararlanmaya çalıştılar. Yeni bir paradoks: II. Mahmud ve halefleri bir Müslüman töreninden sonuna kadar yararlanarak Hıristiyan Avrupa'nın liderlerine yaklaşan bir görüntü yarattılar:
"Halkın arasına karışan hükümdar" görüntüsü.
Ne var ki 1876 krizinden itibaren "Ramazan siyaseti"nin karakteri değişti. Abdülaziz'in halefi olan ve Mayıs ayında tahta çıkan V. Murad'ın hükümdarlık yapamayacağı kısa sürede ortaya çıktı. Sadrazam ve nazırlar, Ağustos ayında, sultanın 20 Eylül'de başlayan ramazanda ve bayramda halka kendini gösteremeyeceğinden kaygılanmaya başladılar ve belki de harekete geçip sultanı hal etmeye, yerine kardeşi Abdülhamid'i (1876-1909) geçirmeye karar vermelerinin nedenlerinden biri de bu oldu.(4) Ama yeni sultan hızla bambaşka bir tavrı benimseyecekti. Sarayına kapandı; Ramazan dönemi de dahil olmak üzere halk arasında gözükmeyi bıraktı; komplolardan ve saldırılardan korktuğundan eski imparatorluk sarayına varana kadar şehrin sokaklarını kat eden alaydan vazgeçerek Topkapı'ya, Hırka-i Şerif ziyaretine deniz yoluyla gitmeye başladı. Doğal olarak bunun sonucunda hükümdarın "görünebilir olması" diye şey kalmadı;
Sultan artık Yıldız Sarayı'nın derinliklerinde gizleniyordu.(5) Buna karşılık Abdülhamid için Ramazan, dinsel bayramlarla birlikte devletin İslami karakterini bir kez daha ifade etmek ve halifelik kurumuyla "panislamizm"i savunan bir siyaseti öne çıkarmak için son derece elverişli bir zaman olmuştur.(6) Sultan, memurları izne çıkarmak, terfi ettirmek, madalyalar dağıtmak, mahpusları salıvermek, Kuran'ın buyruklarını (oruç) ve yasakladıklarını (alkollü içki kullanmak, içkili yerlere gitmek), kadınları edepli giyinmeye ve şehirde geçerli olan kurallara uymaya çağırmak için hep Ramazan'ı seçerdi.
Abdülhamid, böylece halifelik makamına uygun düşen manevi ve dini ortamı güçlendirmeye çalışırken, bir yandan da siyasi olarak en önde kendisinin geldiğini bir kez daha ortaya koymak için de gene Ramazandan yararlanıyordu. 18. yüzyılın sonunda sultan protokol gereği yapılan, sadrazamın başkanlık ettiği yemeklere katılmazken, Abdülhamid iftar sofrasında nazırları, ordudaki subayları, önde gelen din adamlarını ve cemaatlerin başlarını konuk ediyordu. Sultan halkın arasında daha az gözüküyor, devletin başındaysa eskisinden daha çok bulunuyordu. Aynı şekilde, 18. yüzyılda çevresine samur kürkler ve kese kese para dağıtarak devlet adına yapılacak bağışları sadrazam düzenlerken, bir yüzyıl sonra artık durum değişmişti. Görünüşe göre çok büyük olasılıkla "yeniden dağıtma" gücünü sultan geri almış, Ramazanın vesile olduğu bu "bağış" ekonomisinin kaynağına da kendisi yerleşmiştir.
Ramazan ayı boyunca, çerçevesi (devlet hiyerarşisi, günler, verilecek armağanların türü) son derece belirli bir ritüel uyarınca, sultan devlet büyüklerine armağanlar verir, ikramlarda bulunur, ayrıca saray muhafızlarına ve orduya da çeşitli armağanlar eşliğinde ziyafetler çekerdi. Sistem tam anlamıyla bir ritüele dönüşmüştü. Sultandan başlayan yeniden dağıtım, toplumsal hiyerarşinin en alt basamağına dek uzanıyordu. Ramazan ayı, her yıl, sadaka toplamaya niyetlenen taşralı yoksullarla dilencileri İstanbul'a çekiyordu, insanlar sultanın şehirdeki gezintilerini fırsat bilerek, normal olarak ondan dilekte bulunup, karşılığında ikram görebiliyorlardı; 19. yüzyılın ortasına doğru bu, gayet yerleşik bir uygulama haline gelmişti, ve olgu "sadaka dilekçesi" adıyla biliniyordu. Doğal olarak suiistimaller çoğalmıştı, ve sultanlar halkın beklentilerim boşa çıkarmadan bu uygulamayı belli sınırlar içinde tutmakta zorluk çekiyorlardı.
İşin birinci yönüne bağlı ikinci bir yönü de, sultanın, tebaasının Ramazanı doyasıya yaşamasına dikkat etmek zorunda oluşuydu. Burada kendi meşruiyeti söz konusuydu. iktidar anlayışında sonuç olarak tebaasının "rahatını" ve "refahını" sağlamak hükümdara düşüyordu: Bu başlı başına soyut ve genel ifade Ramazana taşındığında, tebaanın iftar sofralarını ve bayramı yakışan biçimde kutlayabilmesi için, oruç ayında iftar sofraları için yiyecekler, armağanlar, yeni kıyafetler, seyirlikler, vb. geleneksel tüketimi yapabilmesi anlamına geliyordu.
Halkın bu "beklentisi", devletin Ramazan ayı boyunca gıda maddelerinin fiyatlarım her zamankinden daha sıkı kontrol etmesini gerektiriyordu - Ramazan, talepteki büyük artış göz önüne alındığında hep enflasyonu artırıcı bir görüntü sergileyen bir zaman dilimiydi. Osmanlı devleti, elindeki gıda maddelerinin fiyatlarını belirlemek yetkisine (narh) dayanarak, bazı istisnai koşullarda fiyat ayarlamasına gidiyordu. (NK/BB)
Dipnotlar:
1. Necdet SAKAOĞLU, "Mahmud II", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c. 5, İstanbul, 1994, s. 259
2. ES'AD Efendi, Usül-i Atiha-i Teşrifat-i Devlet-i Ahye-i Osmaniye, İstanbul, (1870),
3. Takvim-i Vekayi, n. 74, 19 Şaban 1249 (l Ocak 1834); Ceride-i Havadis, n. 148,
7 ramazan 1259 (l Ekim 1843).
4. Sir Henry ELLIOT, Some Revolutions and other Diplomatıc Expenences, Londra, 1922, s. 248.
5. Bkz. Benim makalem "Le sultan cache: reclusion du souverain et mise en scene du pouvoir a l'epoque de Abdülhamid II (1876-1909)", 7u"--cîca, revue d'etudes turques, cilt XXIX, 1997, s. 93-124-
6. Cezmi Eraslan, II.Abdülhamit ve İslam Birliği , İstanbul 1992 s 227-234
* Bu yazı yazarın aynı isimli Fransızca makalesinden derlenip, Saadet Özen tarafından çevrilmiştir..
* Vurgular Bianet'e aittir.