Kamu düzeni ve toplumsal kontrol
Ramazan ayı, şehri yönetmekle görevli yetkili açısından hassas bir zamandır. Öncelikle gündüz insanların işsiz kaldığı bir dönem olduğu için: İşler azalmıştır ya da hiç kalmamıştır, dükkanların ve atölyelerin bir bölümü kapanmıştır, çalışan daireler yavaşlamıştır, okullar tatile girmiştir, vb. İkincisi, ibadete ayrılan zamanların dışında dinlenmeye, eğlenmeye ayrılan bir zamandır, ziyaretler, yolculuklar, gezintiler, halka açık yerlerdeki gösteriler (sokaklar, caddeler, kavşaklar, meydanlar, çarşılara yakın yerler, vb.) için fırsat yaratır.
Dolayısıyla Ramazan, hareketlilik ayıdır: Toplumsal yaşam ve eğlence ayı olan Ramazan, aynı zamanda buluşmalar, kötü niyetli gizli toplantılar için de müsait bir dönemdir. Bütün bu öğeler 19. yüzyıl İstanbul'unun genel durumu içinde oruç ayında, sağlanması giderek zorlaşan asayiş ve toplumsal kontrol açısından hassaslaşabilen bir dönem haline getiriyordu.
Ramazanın bu "kamusal" boyutu, oruç ayının etkinliklerinin şehir alanında kapladığı yer, şehir çerçevesindeki modernleşme yüzünden (ulaşım araçlarının gelişmesi, şehirleşme, sokakların aydınlatılması, vb.) 19. yüzyılda hatırı sayılır ölçüde gelişti. Şehzadebaşı gibi "ramazan mahalleleri" ortaya çıktı; bu mahallelerde bir ay boyunca, çok sayıdaki kahvenin, çayhanenin, geleneksel (Karagöz, ortaoyunu, kukla) ya da modern gösterilerin (tiyatro, sinema) çekimine kapılıp gelen, oldukça büyük kalabalıklar toplanırdı.
Ramazan ve karnaval
Bu şaşılası kalabalığı anlatabilmek için Gerard de Nerval, Theophile Gautier ve daha pek çok Avrupalı yazar ve seyyah, taşkınlığı ifade eden anlamıyla "karnaval" sözcüğünü kullanmaktan çekinmiyorlardı. Nerval'in Doğuya Yolculuk'unda andığı haliyle "Ramazan geceleri"nin gayet hareketli geceler olması gayet mümkündü.
Şehrin işlerinden yükümlü (siyasi, idari, ya da belediyenin kurulmasından sonra İstanbul'da 1850'li yılların sonu- belediyecilikle ilgili işler) merciinin en büyük dertlerinden biri şehirdeki insan çeşitliliğinin iç yüzünü anlayabilmekti.
Saydamlık kaygısıyla, görünebilir işaret noktalarına dayanarak şehri yönetiyordu Örneğin giysilerin renkleri meslekleri, cemaatleri, mevkileri birbirinden ayırmaya yarıyordu. Şehirde düzenin hakim olması için herkesin kendi yerinde kalması, gruplar, cemaatler ve cinsiyetler arasında mümkün olduğu kadar az gereksiz yakınlık, karışma, kaynaşma olması uygun düşerdi.
19. yüzyılda İstanbul'da yaşanan Ramazanların kalabalıkları, hareketlilikleri, gece etkinlikleriyle, Osmanlıların şehirde saygı duyulması için uğraştıkları bu düzene karşı bir tür tehdit oluşturması gibi bir tehlike yok muydu?
Bu soruya karşılık vermeye çalışırken, elimizde merkezi iktidar tarafından, İstanbul halkına yönelik olarak ilan edilmiş bir dizi tembih var. Bu tembihat'ın, camilerde imamlar tarafından, mahallelerde "belediye başkanları", bekçiler ve çığırtkanlar, kervansaraylarda işletmeciler tarafından, ayrıca resmi gazetede (Takvim-i Vekayî), yarı resmi gazetelerde ya da kamu gazetelerinde yayımlanarak basın yoluyla Şaban ayının sonunda ya da ramazanın ilk günlerinde halka duyurulması gerekiyordu. Göründüğü kadarıyla bu tembihat'ın ilki 1834'te, II. Mahmud zamanında şehrin polis teşkilatının amiri olan Hüsrev Paşa tarafından ilan edilmiştir.(7)
Kadınlara Ramazan için tembihler
Bu tembihat'ta, iktidar Ramazan münasebetiyle şehirde gözetilmesi gereken belli birtakım adetleri hatırlatıyordu. Tamamıyla Ramazan dönemiyle ilgili olanların yanında, genel şehir hayatıyla ilişkili olan, daha geniş kapsamlı kurallar da söz konusuydu: Başka bir deyişle, Osmanlı iktidarı durumdan yararlanarak tebaasına genel olarak şehir düzenine ne gözle baktığım hatırlatıyordu. Sonuç olarak bir anlamda şehirlilere yönelik birtakım genel kurallar yayımlıyor, ve kurallara karşı gelenler "ağır cezalar"la tehdit ediliyordu.
Şehirdeki kadın sorunu, Osmanlı iktidarı için genel bir sorundu,(8) ama II. Mahmud zamanından itibaren daha keskin bir biçimde kendini göstermeye başladı; özellikle de Ramazanda; kadınlar bu ayda şehir içinde ziyaretlere gitmek, alışveriş yapmak, keyifle gezip dolaşabilmek için çok daha büyük bir hareket özgürlüğüne sahip oluyorlardı. Ramazan tembihat'ının özü kadınlara şehir içindeki davranış kurallarını hatırlatmaya yönelikti:
Edebe uygun bir biçimde giyinmek ve davranmak zorundaydılar, çok ince peçe takmamalı, boyunlarını ve göğüslerini açmamalı, faytonla yolculuk edenler çok genç ya da çok yakışıklı arabacı kullanmamalıydılar; gece geç saatlere kadar dışarıda oyalanmamalı, sırf erkeklerin gittiği, adı kötüye çıkmış yerlerden uzak durmalı, ibadet etmek için iki ya da üç camiden başkasına gitmemeliydiler; alışveriş yaparken dükkanların içine girmemeli, kapıda beklemeliydiler.
Osmanlı merkezi iktidarında, niye durup dururken oruca saygı gösterilmesine karşı ilgi uyandığı düşünülebilir. Acaba, belki de Kırım Savaşı'ndan itibaren (1854-1856) kuralların ihlali İstanbul'a kadar ilerlemişti de ondan mı? Ki aynı zamanda da yasal ceza yolları bulanıklaşmış mıydı - 1840'la 1851 arasında, Osmanlı ceza yasaların-da bu soruna ilişkin hiçbir şey yok muydu? Halkın kuralları ihlal etmesinin şehirde düzensizliğe yol açacağın-dan mı korkuluyordu? Bir düzensizlik etkeni, ama belki aynı zamanda da bir karmaşa etkeni, çünkü dinsel talimatların çiğnenmesiyle, Müslümanlarla gayrı Müslimler arasındaki sınır da çiğnenmiş oluyordu.
Her ne olursa olsun, düzen çağrıları ve tehditler yeterli olmuyordu. Osmanlı hükümeti (1911'de, Jöntürkler zamanında), din çevrelerinin ve ulemanın baskısıyla ceza yasasına alenen oruç bozmayla ilgili bir ek madde koydu:
Alenen oruç bozmak, artık cezası olan, toplum ahlakına saldırı niteliği taşıyan, para cezasını, hatta bir aya kadar hapis cezasını hak eden bir suç olarak kabul ediliyordu.(10)
İletişim ve Harekete Geçme
En geniş anlamıyla, Müslüman ülkelerde Ramazanın iletişim ayı olduğu söylenebilir, ilk başta da, dinsel şebeke üzerinden yürüyen geleneksel iletişim gelir. Ramazanda camilerde cuma hutbesini dinlemeye gelenlerin sayısı her zamankinden dalla fazladır; bunlar imamın söylediklerini daha bir can kulağıyla dinlerler. Dolayısıyla Ramazan, ulema için insanlara bilgi verme ayıdır, dini ya da siyasi içerikli mesajlar gönderme şanslarının en yüksek olduğu aydır, "fetva verme" rollerinin anlamının ortaya çıktığı dönemdir. Bu büyük camiler için olduğu kadar mahalle ve köylerdeki basit mescitler için de doğrudur. Osmanlı zamanında büyük şehirlerdeki medreselerde yetişen softalar ramazan ayında köylere gidip vaizlik ederlerdi, yani cerre giderlerdi. Dolayısıyla "kamuoyunu güncel sorunlar hakkında yönlendirmek" özellikle bu ayda mümkündü.
Mustafa Kemal ve reformlar
Mustafa Kemal, Türkiye'nin bağımsızlığım sağladıktan ve cumhuriyet rejimini kurduktan sonra 1924'ten itibaren Diyanet İşleri'ni ve Vakıflar İdaresi'ni kurarak din hiyerarşisine devlet otoritesini dayattı; bu iki kurum onun "din adamlarının" üzerinde eksiksiz bir kontrol kurmasını sağlayacaktı. Sonraki yıllarda hukuk alanında (medeni kanun, vb.), toplumsal (fesin yasaklanması) ve kültürel alanda (1928'de alfabenin değişmesi) bir dizi radikal reform gerçekleştirdikten sonra Mustafa Kemal otuzlu yılların basında İslamiyet'i "Türkleştirmeye" yönelik bir reform evresi başlattı. Kuran'ın Türkçe'ye çevrilmesi, ve kutsal metinlerle ezanın artık Arapça yerine Türkçe okutulması söz konusuydu. Çok tehlikeli bir reformdu bu, çünkü ilk kez iktidar dinin kendisine, içeriğine, usullerine dokunuyordu.
Bu girişimlerin Ramazana denk gelmesi dikkat çekicidir. 1926'da, Ramazanın ilk iki haftasında ilk olarak İstanbul'da Göztepe Camii'nin imamının cuma namazını Türkçe kıldırmasıyla basında ilk polemik de başladı. İmam kamuoyunun tepkisini "test etmeyi" isteyen iktidar tarafından yüreklendirilmemiş miydi? Bu, olmayacak bir şey değil. Sonuç olarak imam tepkiler karşısında yaptığından çabucak vazgeçmek zorunda kaldı ve bağlı bulunduğu yapı içinde resmi olarak kınandı. 1931'de, Mustafa Kemal ramazan ayında (20 Ocak - 19 Şubat), pek çok camide Kuran'ı Türkçe okutmaya karar verdi. Bu da bütün bir ay boyunca basında, Kuran'ın Türkçe'ye çevrilmesi sorunu hakkında geniş bir tartışma başlamasına neden oldu.
Bir sonraki yıl olan 1932'deki Ramazanda (10 Ocak - 9 Şubat) İslamiyet'in "ulusallaştırılmasına" yönelik gerçek bir program yürürlüğe kondu: Ramazanın ilk günlerinde bilhassa Ankara'dan İstanbul'a gelen Mustafa Kemal, imamları ve hafızları toplayarak, onlardan Kuran'ın ve duaların Türkçe okunmasını sağlamalarını istedi. 22 Ocak'ta Kuran ilk kez İstanbul'daki bir camide, Yerebatan Camii'nde Türkçe okundu.
Mustafa Kemal'in, dine dokunan bir alanda kanun koymaması dikkat çekicidir; başka reformlarda, örneğin şapkanın gelişindeki gibi Kuran'ın ya da ezanın Türkçe okunması için zorlayıcı bir kanun olmadı. Ama Mustafa Kemal bu "yenilikleri" teşvik, propaganda, aşılamaya dayalı bir siyaset yürüterek kabul ettirmeyi yeğledi; bu siyasetin temel düzeneği de, Türkiye'nin "laik"leşmesinden birkaç yıl sonra Ramazanın dinsel ağını harekete geçirmek oldu.
Ama İslamiyet'in "Türkleştirilmesine" yönelik bu siyasetin başarısızlıkla sonuçlandığı biliniyor. Tarihin bir cilvesiyle, demokratların Mustafa Kemal'in kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi'ni geçerek 1950 seçimlerinden zaferle çıkmalarından sonra ilk işleri ezanı tekrar Arapça okutmak oldu; bu kararı iktidara gelmelerinden yalnızca birkaç hafta sonra, 1950 Haziran'ında, ramazan ayında aldılar. (NK/BB)
* Yazının tam metni için Toplumsal Tarih Dergisi'nin Kasım 2002 sayısına bakabilirsiniz.