Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) 25 Ekim-10 Kasım 2011 tarihlerinde düzenlediği 36. Genel Konferansı'nda Bilgi ve İletişim Komisyonu'nun 13 Şubat'ı Dünya Radyo Günü ilan etme önerisini kabul etti.
Bu yıl Dünya Radyo Günü'nün ilki kutlanıyor. bianet'in Habercinin Elkitabı dizisinden yayınlanan, Sevda Alankuş'un derlediği Radyo ve Radyoculuk kitabından Tuğrul Eryılmaz'ın radyonun habercilikteki ve hayatımızdaki yerini ele aldığı makalesini kısaltarak yayınlıyoruz.
* * *
Yeni yetmelik yıllarını 1970'lerden önce yaşayan bütün kuşakların en yakın dostuydu radyo...
Biz, şimdi 50'li yaşlarını yaşayanlar, The Rolling Stonesumuzu, Elvisimizi, The Beatlesımızı ilk orada tanımıştık. Anne babalarımızın Safiye Ayla ya da Fehmi Ege ile tanışma yerleri de radyoydu.
İlk radyolarımız uzun dalgalı, kısa dalgalı lambalı "Philpsler"di... Transistörlü radyomuzu (zaman zaman sıkıcı, zaman zaman da dünyanın en keyifli yerleri olan öğrenci yurtlarında) oda arkadaşlarımızla paylaşmak için 60'ları beklememiz gerekmişti. 1970'lerin ortalarına kadar, radyo her şeyimizdi. Sinemaya bile gitmeye üşenenlerin tek eğlence kaynağı ve dostu.
Orta sınıf bir aileden gelen benim, dakikada 45 ve 78 devirli plakların yanı sıra, 33 devirli Long Play çalan bir "pikap" sahibi oluşum, 1950'lerin sonuyla, 1960'ların başına rastlar.
Bütün bunlar belki de çoğunuza tuhaf geliyor, ama bize de 1927'de Ankara Radyosu düzenli yayına başladığında Türkiye'de yalnızca 1178 radyo alıcısı olduğu öğretildiğinde çok şaşırmıştık.
Üstelik gücü çok sınırlıydı; yalnızca 7 kw... 1972 yılı geldiğinde Ankara Radyosu'nun gücünün bunun yaklaşık 160 misline ulaştığını söylersek (1100 kw), belki bu size bir fikir verebilir.
Radyo rüştünü ispatlıyor
Şimdi 24 saat yayın yapan TRT ve diğer özel radyoların yanında 1927'nin Ankara Radyosu'nun gece 1900'dan 2200'ye kadar süren sadece üç saatlik yayınları da şimdi insana çok tuhaf gelebilir. Zaten o zaman ortada TRT filan da yoktu. Ankara Radyosu'nu işletme hakkı on yıl süreyle "Türk Telsiz Şirketi"ne verilmişti: İş Bankası, Anadolu Ajansı, iki milletvekili ve bir işadamının kurdukları bu şirket, İçişleri Bakanlığıyla bir anlaşma yaparak 6 Mayıs 1927de yayına başlamıştı.
Radyo güya bir özel şirkete aitti, ama yayıncılığı tamamen devlet yönlendiriyordu.
Ağırlıklı olarak haber, klasik müzik yayınları ve "eğitici" konuşmalar. Radyo yayıncılığının başlama tarihi açısından Türkiye tabii yine Batılı dünyanın gerisinde, ama bu kez söz konusu olan, matbaa ve dolayısıyla kitapta görülen yüzyıllarla telaffuz edilen bir fark değil.
1937 geldiğinde çıkarılan bir yasayla radyo yayıncılığında özel dönem sona erdi, devlet radyoları dönemi başladı. Radyoların Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğünün denetimi altına girdiği yıl, takvimler 1940'ı gösteriyordu.
Bu arada 1938'de Ankara Radyosu yeniden donatıldı ve gücü 120 kw oldu. Aynı yıl, hâlâ yayınlarını sürdüren kısa dalga "Voice Of Turkey" (Türkiye'nin Sesi) yayına girmişti. Yayın, yabancı ülkelere yönelikti
Türkiye'de radyo günleri
Radyonun bir kitle iletişim aracı olduğunu kanıtlaması Batı'da 1930'lardan, Türkiye'de ise 1940'lardan itibaren gerçekleşti.
Radyo kendisini kitlelere, milyonlarca, giderek milyarlarca dinleyiciye mal edecek ilk patlamasını Birinci Dünya Savaşı ertesinde gerçekleştirdi ve bu ilk patlama daha çok radyonun savaş yıllarında önemli bir propaganda aracı olarak kullanılmasına bağlı olarak gerçekleşti.
Radyonun ticari potansiyelini ilk keşfeden ise Amerikalılar oldu. ABD'de radyo üretimi bir sanayi dalı olmak üzere yola çıktı, radyo yayınlarının reklam iletmek için kullanılabileceğinin farkına oldukça erkenden varıldı.
1930'lar geldiğinde radyo artık sadece Amerika'da değil, Avrupa'da da tam bir kitle iletişim aracı olma özelliğini kazanmıştı (Pekman, 2000:13).
Radyo artık haber, eğlence ve reklam açısından önemli bir medyum haline gelmişti (hâlâ da öyle). İkinci Dünya Savaşı sırasında radyo dünyanın her yanındaki insanlara sınır tanımadan her türlü yayını alabildiği bir dönemi yaşatmıştı.
Radyo temsilleri
Bu yayılmayla birlikte radyo da kendi program türlerini yarattı. Örneğin, Batı'da 1930 ve 1940'larda, (Türkiye'de ise özellikle 1950'lerde) radyodaki dramalar bugünün pembe dizilerini aratmayacak kadar ilgi görüyordu.
Örneğin Türkiye'de "Radyo Tiyatrosunun yayınlandığı geceler evlerde yaşam durur ve herkes radyoların başında toplanırdı. Dinleyiciler bu "radyo temsilleri"nde Faust ve Kamelyalı Kadın'dan, Eflatun Cem'in Dertli Kavalıma kadar birçok eseri keyifle dinlemişlerdi. Üstleri özenle işlenmiş örtülerle kaplı radyolar, artık evin başköşesindeydi.
Radyo, müzik ve dramanın yanı sıra, bir haber aracı olarak da kendini kabul ettirdi. Giderek halk radyonun en güvenilir kitle iletişim aracı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu güven duygusu bugün de çok değişmiş değil.
Örneğin yine, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinin 5 bin kişilik bir örneklemle yaptığı araştırmada "dürüstlük ve güvenilirlik açısından kitle iletişim araçları sıralamasına göre, yüzde 47.2 ile radyo birinci sırada, yüzde 25.5 ile gazete ikinci sırada, nihayet yüzde 17.3 ile televizyon üçüncü sırada geliyor (Radyo 2000).
Kendi kültürünü yarattı
Radyo yaygınlaşırken bir bakıma kendi kültürünü ve ikonlarını da yarattı. örneğin radyo sanatçıları dünyanın her yanında bütün ulusun hayran olduğu "star" statüsüne kavuştular.
Türkiye'de Safiye Ayla, Münir Nurettin Selçuk ya da Hamiyet Yüceses gibi ünlü isimlerin yanı sıra, Zeki Müren'in rahatsızlanan bir sanatçı yerine apar topar radyoya çağrılması ve program biter bitmez de star haline gelmesi hâlâ anlatılmaktadır; Zeki Müren TRT'de doğar, TRT'de ölür...
Türkiye'de radyo günlerinin yarattığı yıldızlar, tabii ki yalnızca Zeki Müren gibi yorumcularla sınırlı değildi. Spikerler de en az onlar kadar halkın sevgisini kazanacak, ama bugün televizyonlarda olduğu gibi paparazzilere meze olmayacaklardı.
Emel Gazimihal, Selahattin Küçük, Tarık Gürcan, Jülide Gülizar, Ülkü Giray (İmset), Zafer Celasun, program sunanlardan Baki Süha Ediboğlu, Orhan Boran, Eşref Şefik hemen akla gelenler ki, bunların bir kısmı daha sonra televizyonda da çalışacaktı.
Radyo Dergisi, Radyo Haftası gibi yayınlar bütün bu "ses"leri fotoğraf ve yazı olarak okurlarına tanıtıyordu. Tanıtılan yalnızca onlar değildi. Radyo temsillerine katılan Muzaffer Hepgüler, Settar Hazım Körmükçü, Aliye Rona, Mehmet Karaca gibi oyuncuları da görüyorlardı radyo severler.
Eğitim aracı
1941'de radyoyla eğitim programları da başladı. Nüfusu ezici biçimde kırsal kesimde yaşayanlardan oluşan Türkiye'de ilk eğitim programının "Ziraat Takvimi Saati" olması çok şaşırtıcı değildi. Programı Ali Rıza Uluçam yapıyordu. Cemalettin Şenocak tarafından hazırlanan ünlü "Köyün Saati" programının yayınlaması 1950'den sonraydı ve daha çok hükümetin köye ve köylüye yaptıklarını aktarmakla yani bir tür propaganda ile sınırlıydı.
Zaten Tarım Bakanlığı ile ortak olarak hazırlanan bir programdı. Ne var ki, o sıralar teknik sorunlar nedeniyle radyo o kadar da kolay dinlenemiyordu ve radyo severler bundan çok şikayetçiydiler.
TRT öncesinin eğitim amaçlı ünlü programlarından biri de Ankara Radyosu'nun "Günaydınıydı. 1959'da 20 dakika olarak başlayan programda tarım bilgileri ve dinleyici isteklerine yer veriliyordu. Daha sonra dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in isteğiyle köylere seslenen bu programın süresi bir saate çıktı.
Programda "Elif Teyzenin Sohbetleri", "Din ve Ahlak Sohbeti", "Doktorun Sohbeti" gibi bölümler vardı (Aziz, 1968, s. 11 ).
Haberci mi, müzik kutusu mu?
Sonunda söyleyeceğimizi en başında söyleyelim: Uzun yıllar bütün dünyada ve Türkiye'de en hızlı ve güvenilir haber kaynağı olan radyo artık bu özelliğini kaybediyor; hatta etti.
Ancak radyonun haber verme işlevini de büsbütün ihmal etmek olanaksız. Yani daha çok bir "müzik kutusu" olmayı seçseler bile haber de vermeyi sürdüren radyolar var.
Ayrıca, hâlâ, gelişmiş ülkelerin büyük kentlerinde yalnızca haber yayınlamayı sürdüren mükemmel radyo örnekleri de var. Öncelikle radyonun öteki medyumlar karşısında "en hızlı" olmak özelliği hâlâ geçerli ve yazılı-elektronik, hangi medyumda çalışıyor olursa olsunlar, bütün gazeteciler habercilikte hızın öneminin ne denli büyük olduğunu bilirler.
Radyonun gazetede olduğu gibi baskı saati bekleme ya da televizyonda olduğu gibi görüntü hazırlayıp yetiştirmek gibi bir derdi yok. Türkiye'nin Ağustos 1999'da yaşadığı deprem radyonun ne kadar vazgeçilmez olduğunu bir kez daha gösterdi. İlk haberleri hep radyolarımızdan aldık.
Kendilerini yalnızca bir "müzik kutusu" olarak gören özel radyolarımız bile kamuyu sürekli deprem haberleriyle bilgilendirme zorunluluğu duydular. Sabaha karşı yataklarından fırlayan tüm Marmara Bölgesi sakinleri gelişmeleri sokaklarda araba radyolarından ya da ellerindeki transistörlü radyolardan öğrendiler. Yönetilenler de yönetenler de, durumdan ilk kez radyo sayesinde haberdar oldular.
Dolayısıyla eğer bilgi bizi güçlü kılıyorsa, bu gücü bize en hızlı sağlayan kitle iletişim aracının adı hâlâ daha radyodur. Radyo kültürel ya da coğrafi sınırları tanımıyor. Radyonun sesinin gümrükte kesilmesi söz konusu değil.
Gazetelerin tedirginliği
Radyolar ilk ortaya çıkıp da, haber vermeye başladıklarında özellikle de Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında, gazeteler fena halde ürkmüşlerdi; okurlarını kaybetmekten korkuyorlardı. Örneğin, ABD'deki Associated Press (AP) haber ajansı, 1933'de radyolara ancak günde iki kez -o da beşer dakikalık- haber yayını yaparlarsa hizmet vereceğini bildirdi. Hatta iş daha da ileriye götürüldü ve hiçbir haberin 30 kelimeyi geçmeyeceği şartı da konuldu.
Radyolar ayrıca çok yeni patlayan bir haberi de (breakingnews) kullanamayacaklardı. Bu radyonun en ayırt edici özelliği olan hızını kullanamaması anlamına geliyordu. Ne var ki birkaç yıl sonra NBC ve CBS gibi dönemin radyo devleri kendi haber toplama birimlerini oluşturmuşlardı bile (Vivian, 1999:175 ).
Korkulduğu gibi olmadı, radyo gazetelerin önemini azaltmadı, ancak televizyonun yaygınlaşması radyo haberlerine ve tabii radyoya da büyük oranda dinleyici kaybettirecekti. Habere ulaşmak pahalıydı ve reklam pastasından radyonun payına düşen pay artık iyice küçülmüştü. Radyolar, olay yerine kendi muhabirlerini göndermekten vazgeçtiler.
Yerel habercilik
Ajanslardan gelen haberleri radyoya uygun bir biçimde yeniden yazarak dinleyiciye aktarmaya başladılar. Böylelikle radyonun en renkli yanlarından biri olan, "olay yerinden kayda alınmış sesler" artık pek duyulmuyor. Buna karşılık, radyolar basın toplantılarından aldıkları kayıtları, bülten aralarına sıkıştırarak monotonluğu kırmaya çalışıyorlar.
Ancak bütün bu olumsuzluklara karşın, radyonun diğer medyanın sahip olmadığı önemli bir ayrıcalığı var. Bu da özel/yerel haberleri vermede ortaya çıkıyor, haber kriterlerinden biri olan "coğrafi yakınlık"tan kaynaklanıyor.
Bu kısaca şu anlama geliyor: Olay, evinize ne kadar yakın bir yerde meydana gelmişse, haber değeri o denli yükselir.
İstanbul'daki dinleyici için kendi kentinde meydana gelen ve bir kişinin ölümüyle sonuçlanan bir kaza, New York'taki üç kişinin ölümüyle sonuçlanan bir kazadan önemlidir. Benzer biçimde Bodrumlu bir dinleyici için kendi kasabasında meydana gelen bir kaza, İstanbul'dakinden daha önemlidir.
İşte, yerel radyolar, çevrelerine yönelik haberlere öncelik vererek ve hızlı olma ayrıcalıklarını kullanarak, dinleyicilerini tutabiliyorlar.
Ancak dünyanın neresine giderseniz gidin, artık radyo deyince insanlar önce "eğlence" bekliyorlar. Yani medyanın haber verme, bilgilendirme, eğlendirerek vakit geçirtme fonksiyonlarının "radyo" denince öne çıkanı, eğlendirme...
Tabii bu hep böyle değildi. Radyonun gelişimine bakarsak, başlangıçta radyonun, tıpkı ilk ortaya çıktığında yazılı basının görmüş olduğu işlev gibi, "ulusu kültürel olarak birleştirme" işlevi yüklenmiş olduğunu görüyoruz (Vivian, 1999:173). Çünkü radyo dinlemek gazete gibi okuryazar olmayı gerektirmiyordu ve göreli olarak ucuzdu, böylelikle mümkün olduğunca geniş bir kitleye ulaşabiliyordu.
Müzik olmadan asla
Bu nedenle de etkili bir bilgilendirme/eğitim aracı olarak kullanılabilirdi. Ancak televizyonun gelişi bu durumu biraz değiştirdi. Bunun üzerine de özellikle, ABD'de radyolar hedef kitlelerini küçültüp, farklı zevklerdeki dinleyicilere uygun, yani bütünsel değil parçalara bölünmüş bir programcılık anlayışına yöneldiler.
Bir tür ihtisas radyosu kimliğine büründüler. Türkiye böyle bir durumu, 1990'larda özel radyoların ülkenin her yanından ses vermesiyle yaşamaya başladı. Özel radyolar "Pop müzik, Türk Pop Müziği, Özgün Müzik ve Arabesk, Klasik Batı Müziği, Türk Sanat Müziği..." gibi türlerden birini seçip, formatlarını bu müzik türlerini tüketen belirli dinleyici kitlelerinin beğenilerine göre düzenlediler.
Ayrıca kültür ve dolayısıyla konuşma ağırlıklı radyolar da müzik kullanmak zorunda hissediyorlar kendilerini.
İstanbul merkezli bir radyo olan Açık Radyoda, sabah haber programı yapan Ömer Madra ve Şerif Erol bile medyumun gereği, The Rolling Stones ya da The Beatles'a (tabii moda olan etnik müziği de unutmadan) sığınıyorlar. Çünkü unutmayalım, dünyanın en keyif verici sesi bile kesintisiz dinlenirse üç beş dakika sonra dünyanın en monoton ve tahammül edilmez şeyi haline gelir, söyledikleriniz ne kadar önemli olursa olsun.
Müzik ağırlıklı yayın yapan radyolar tabii ki yalnızca şarkı çalmıyorlar. Amerika'nın "büyücü radyocusu" Gordon McLendon'ın geliştirdiği formata uygun olarak, çok kısa haberler, DJ sohbetleri ve dinleyicileriyle telefonla yapılan bağlantıları (phone-in) da ihmal etmiyorlar.
Biraz sabırlı bir dinleyicinin favori radyosundaki favori programda sesini duyurabilmesi için bazen 15 dakika, bazen bir saat, ama en fazla bir gün direnmesi yetiyor.
Böylelikle, radyo kökenli Prof. Dr. Özden Çankaya'nın deyişiyle, "1927den bu yana kendisine bir eğitim ve kültür aracı olma işlevi yüklenen ve bir sanat kurumu olarak görülen radyo, özel radyoculuğun yaygınlaşmasıyla birlikte, bir müzik kutusu ya da sabahları gazete haberlerini bize okuyan sesli bir gazeteye dönüşüverdi".
Hatta yine aynı yazara göre, radyo hâlâ bir medya olarak kendi özgünlüğünü kavrayabilmiş ve ortaya koyabilmiş değil (Çankaya, 2000:38).
Özden Çankaya'nın sözünü ettiği müzik kutusu olma özelliği, radyo dinleyicisinin yeğlediği program türleri sıralamasıyla da çakışıyor. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinin araştırmasına göre, dinleyiciler radyoyu, öncelikle "müzik dinlemek" (yüzde 68.5), sonra da "eğlenmek" (yüzde 13.7) için yeğliyorlar.
Buna karşılık, "kültürlenmek" için tercih ettiklerini söyleyenlerin oranı yüzde 6.3 iken, "haber almak" için dinlediklerini söyleyenlerin oranı ancak yüzde 4.4'ü buluyor. Buna karşılık eğer haber dinlenecekse, ilk tercih açık farkla televizyon oluyor (Radyo 2000: 268).
Böylelikle, örneğin İstanbul'da, ağırlıklı olarak batı pop müziği yayını yapan Power FM ve Metro FM gibi radyolar arasında yüzde 37.9 ve yüzde 18.9 oranlarıyla birinci ve ikinci sıraları paylaşırlarken, özel kültürel programlara ağırlık veren Açık Radyo kendine ancak yüzde 1'lik bir dinleyici kitlesi bulabiliyor (Radyo 2000: 254).
Olgunluk döneminde heyecanlı günler
1950'lerde Avrupa'da ve 1980'lere doğru da Türkiye'de radyonun sonunun geldiği ilan edildi. Çünkü artık televizyon vardı ve radyonun hem görüntü, hem ses, hem de yazı kullanabilen televizyonla başa çıkamayacağından herkes emindi. Aradan yıllar geçti ve radyo hem batıda, hem doğuda, hem de Türkiye'de ölmediği gibi, eskisinden daha da heyecan verici bir hale geldi.
Bunun birçok nedeni var, ama bizce en keyiflisi BBC Dünya Servisi'nden Michael Kaye ve Andrew Poperwell'in söyledikleri: "Radyo medya cinidir, bir şişeye sığacak kadar küçük, bütün kıtaları içine alabilecek kadar büyüktür. Bir uçta hastane radyosu gibi yerel istasyonlar, diğer uçta, yerküreyi saran ve adlarına yakışan biçimde dünya servisleri vardır." (Kaye, Popperwell, 1995:13).
Gerçekten de eğer yasal kısıtlamalar yoksa evinizde oturup mahallenize yayın yapmak için milyarlar harcamak, onlarca insan çalıştırmak zorunda değilsiniz. Çünkü radyo hâlâ en basit ve buna karşılık en hızlı iletişim aracı.
Radyonun bu denli yaygın olmasının baş nedeninin "ucuzluk" olduğunu söylemek çok yanhş olmaz. Bu ucuzluk iki açıdan da, hem yayıncı, hem dinleyici açısından geçerli: Radyo yayını yapmak, televizyon, dergi ya da gazete yayınlamakla kıyaslanamayacak kadar ucuz. Burada zorluk bir yayın frekansına sahip olmak. Gerisi, bir adam, bir teyp ya da kasetçalar ve bir mikrofon. Hepsi bu kadar.
Benzer biçimde, alıcıya sahip olmak da çok ucuz. Bir sinema bileti fiyatına küçük bir radyo almak mümkün. Özellikle 1960 başlarında çıkan transistörlü radyolarla herkesin her yerde radyo yayınlarına ulaşması çok kolay.
Hızlı, esnek, yalın, sınır tanımaz
Aslında transistörlü radyoların radyo dinlemede bir devrim yarattığını söylemek hiç de abartı olmaz. Ama tabii, baş neden "ucuzluk" diye işin içinden çıkmaya çalışmak radyoya müthiş haksızlık olur.
Radyonun bir diğer çok önemli özelliği, hızıdır. Haber ya da bilgiyi ulaştırma hızı söz konusu olduğu zaman ne televizyon ve tabii ki ne de gazeteler radyoyla yarışabilir... Saat 1730'da Japonya'da meydana gelen bir depremi evinize giderken arabada ya da servis otobüsünün radyosundan saat 18:00 olmadan duyabilirsiniz.
Radyo, en esnek kitle iletişim aracı olmak özelliğine sahiptir. Baskı saati beklemek, montaj yapmak gibi sorunları yok. New York'tan telefona konuşmaya başladığınız an, medyumun niteliğine uygun bir biçimde, İstanbul'da yayındasınız. Esneklik, dinleyici açısından da söz konusu. Dinleyici radyosunu dinlerken başka işler de yapabilir. Radyo insanı televizyon gibi esir almaz.
Radyo sınır tanımaz. "Yasaklı" kitap, dergi ve gazeteler ülke sınırını geçemeyebilir ama bu radyo için söz konusu olamaz. Radyo okyanusları aşar. Afrika ve Avrupa'daki iki insan aynı zamanda aynı içerikli programı dinleyebilirler.
Radyo yalındır. Radyonun temel ünitesi bir insan ve bir teyptir. Onun ışığa, kameraya, dekora ihtiyacı olmaz. Profesyonel olmayanlara bile sesini duyurmak şansı verecek kadar da demokratiktir.
Radyo sestir. Görüntü yok, gazetede olduğu gibi yazı ve fotoğraf yok. Radyonun tek aracı ses. Bu, baştan biraz dezavantaj gibi görünüyor, ama hiç de değil. Televizyon küçük ekranda gösterdiği karelerle sınırlı, halbuki radyoda hayal gücünün sınırı yok.
İyi bir radyo programı insanı bulutların üstünde dolaştırır ve inmesine kolay kolay izin vermez.
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin araştırmasında da bu açıkça görülüyor. Araştırmaya katılanlar düş gücünü geliştirme açısından radyoyu yüzde 31.7 ile birinci sıraya koymuşlar. Sinemanın yüzde 30.4'le ikinci sırada olduğu araştırmada televizyon uzak ara ile, yüzde 18.9'la, üçüncü sırada yer alıyor. (Radyo 2000: 281).
Radyo yalnızca size ait bir dosttur, başka ifadeyle kişiseldir. Çok özetle, radyonuzla aranıza kimse giremez. Oradan gelen ses yalnızca size aittir. Onu istediğiniz an istediğiniz yere taşıyıp baş başa kalabilirsiniz. Tabii bunun istisnası da var. Örneğin dünyanın hiç de küçümsenmeyecek sayıdaki gelişmemiş ülkesinde radyo yine toplu halde dinlenir, yine toplu halde hem haber alınır, hem de bilgilenilir (McLeish, 1996:3).
Radyo eğitir. Birçok ülkede radyoya, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ve ilk kullanılmaya başlandığı yıllarda, değişim ya da düzeni sürdürmede önemli bir rol verilmiştir. Bu da radyonun eğitim işlevi öne çıkarılarak yapılmıştır. Bu nedenle de, Türkiye gibi ülkelerde, radyolar -sonraları da televizyon- siyasal iktidarlar tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak denetlenmeye dönük düzenlemelere konu olmuşlardır. (TE/HK)
KAYNAKÇA ve OKUMA ÖNERİLERİ
* Aziz, Aysel (1968), Radyo ve Köy Yayınları, Ankara: TRT Yayını. Radio Broadcasting (Doğu Akdeniz Üniversitesi, 1999-2000 Yılı Ders Notları).
* Dinç, Ayhan, Özden Çankaya ve Nail Ekici (der.) (2000), İstanbul Radyosu, /Anılar, Yaşantılar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Kaya, Nuray (1999), TRT, Aylık Haber Yayın Dergisi (Ekim 1999). Kaye Michael ve Andrew Popperwell (1995) Radyo Dersleri Çev. Tuğrul Eryılmaz, İstanbul: YKY yayınları.
* Pekman, Cem (2000), İstanbul Radyosu, Anılar, Yaşantılar, İstanbul: Yapı Kredi Yay.
* Radyo 2000 (2000), İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Grubu.
* McLeish, Robert, (1996), Radio Production (3rd.ed.) London: Focal Press. Vivian,John (1999), The Media of Mass Communication, Boston: Ally Brown.
** Yazının tam metni için tıklayın.