Haberin İngilizcesi / Kurdish için tıklayın
50’li yılların başları…
Babam Diyarbakır Şarap Fabrikası’nda müskirat eksperi. Sur'da Süleyman Nazif İlkokulu’na gidiyorum. Geçmiş gün, galiba sınıfta bir gözlüklü oğlan, iki de tombul kız var. Daha okulun ilk günlerinden itibaren bu üç çocuk ağırlıklı olarak oğlanlardan olmadık eza-cefa gördüler. Dört göz, inek, şişko patata en kibar laflarımızdı. Bu üç arkadaşımızın gözyaşlarını hala içim sızlayarak hatırlarım.
Birkaç sene sonra…
Babam bu kez İzmir TEKEL Fabrikası’nda. Ben Karşıyaka Fevzi Paşa İlkokulu’na gidiyorum. Sınıftaki gözlüklü oğlan ve tombul kız sayısı artmış durumda. Diyarbakır’daki çocuklar olarak çektirdiğimiz eza-cefaya şimdi de İzmir’de yapıyoruz ya da tanık oluyoruz. Burada dört gözün yanına güya hakaret gibi “Zeki Müren”i de ekliyoruz. Erkek şiddetinin böyle başladığını düşünmek çok komik gelebilir. Ama inanın ki böyle başlıyor.
Daha sonra gideceğim Karşıyaka Lisesi ve Karşıyaka Erdem Koleji’nde taciz diyebileceğimiz bu durumlar tabii ki değişmedi. Değişmese de dozu hayli artmıştı. Sakin sakin dolaşan, futbol oynamayan çocuklara takılan klişe isimler var: “Kız Ahmet, Kırıtık Mustafa…”
Hemen ekleyeyim, futbolla hiç ilgim olmadığı halde ve kimsenin talep etmemesini rağmen takılacak lakaplardan korkarak kaleci olmayı korku belasına kotardım, ya da ben öyle sanmıştım.
Kızlar içinse durum biraz daha vahim. Bütün kızları, bizimle her şeyi yapmaya ve her yere gitmeye hazırlarmış gibi görüyoruz. Çünkü biz babalarının hatta bazı annelerinin “erkek” evlatlarıyız!
Şunu anlatmaya çalışıyorum: Galiba erkek şiddeti denen şey, cinsel taciz, fiziki şiddet, mobing, adını nasıl koyarsak koyalım ilkokuldan başlıyor. Hepimizin mutlaka tanıdığı, “Kız gibi ağlama ya da oğlanlar gibi zıplayıp durma” diyen hocalarımız vardır. Ailenin bıraktığı yerden öğretmenler eğitime devam ettiler.
İzmir gibi modern bir kette tanık olduğum en büyük kavgalar Hava Lisesi ve Karşıyaka Lisesi erkek öğrenciler arasındaki kavgalardı.
Nedenini doğru tahmin ettiniz. Hava Lisesi’nden bir delikanlı Karşıyaka Lisesi’nden bir kızla görülünce derhal çocuğa dayak atılır, kız hakaretlerle evine gönderilirdi.
Hemen ertesi hafta Hava Lisesi öğrencileri onlu yirmili gruplar halinde Karşıyaka’da terör estirirlerdi, “Siz bizim arkadaşımızı dövdünüz” diye. Kıyamet kopardı. Büyükler durumu hemen çözmüşlerdi tabii ki. “Çocuklar kız yüzünden kavga etmeye değer mi?”
Daha sonra birçok kez duyacağımız şey “Çocuktan ne istediniz, mutlaka kız ona pas vermiştir!” cümlesi olurdu. Ve daha buna benzer bir sürü şey…
Aslında tabii bunları ergenlik felan diye geçiştirmek mümkün. Ama maalesef arkası da geldi.
Aynı yıllar…
Bir gün mutfakta bize fiske bile vurmayan babamın anneme attığı tokada tesadüfen şahit oldum. Çok sert bir tokattı ve annem neredeyse yere düştü. Yaşım 14-15 olmalı.
Korkmama rağmen, babamın üzerine yürümeye çalıştığımı hatırlıyorum. Annemin ise o haliyle araya girip, “Oğlum babanızın canı çok sıkkın, sen dışarı çık,” deyip beni bahçeye gönderdiğini üzülerek anımsıyorum.
Bu iş bu kadarla kalmadı. Bir gün eve geldiğimizde annem elinde bir çanta, kardeşlerim Turhan, Turgut, daha ilkokula giden kız kardeşim Türkan ve ondan daha da küçük olan Taner’in de elinden tutup “Hadi evden gidiyoruz,” dedi.
“Anne nereye gidiyoruz?” dedim. Cevap, “Bursa’ya teyzenlere. Bir daha da bu eve gelmeyeceğiz,” oldu. Annem bizi postanenin kapısında bırakıp içeri girdi. İki saat sonra sapsarı bir yüzle dışarı çıktı.
Gençler hatırlamazlar eskiden postaneye gidip telefon yazdırılırdı ve şanslıysanız bir iki saate sıranız gelirdi, konuşabilirdiniz.
Bir baktık, tekrar Karşıyaka’nın Nergiz Mahallesi’ndeki evimize geri dönüyoruz. En büyük benim ya, annecim benimle dertleşti. “Oğlum teyzenle enişten, iki tokatla ne olur, yuvanı yıkma, evini terk edip buraya gelme,” demişler.
Kös kös eve döndük.
60’lı yılların ortaları…
70’lerin özgürlükçü ayak sesleri duyulmaya başlanmış gibi… Yaşları 18-25 arası değişen, bir sürü genç adam ve kadın Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeyiz. Yarımız Cebeci Kampüsü’ndeki Siyasal yurdunda kalıyoruz.
400 kişilik yurdun dörtte üçü erkek, dörtte biri (tabii ki ayrı bölümde) kızlardan oluşuyor. Hepimiz ilk kez hayatla baş başa kalmışız. Herkes çok mutlu.
Şimdi denilebilir ki, “Artık işler çok değişti değil mi Tuğrul?”
Korkarım yine çok da değişmemişti.
Neredeyse en ilericimiz bile erkek arkadaşları olan, özellikle güzel kadınlara, “hafif meşrep ve de hoppa” gözüyle bakıyorduk. Birinden söz etmek istiyorum. Artık aramızda olmayan, Carmen Nursun Mülkiye’yi bitirmekle kalmamış, Tıp Fakültesi’nde okuyup doktor da olmuştu. Ona merhaba diyeyim buradan.
Okulun en güzel kızı. Sadece yakışıklılarla çıkıyor. Tabii biz o zaman alenen yapmıyoruz ama kendi aramızdaki erkek muhabbetlerinde, genellikle votka-bira eşliğinde, utanmadan sıkılmadan kim bakire, kim değil diye çekiştiriyoruz.
Tek güzel kadın Nursun değildi tabii ki, öteki güzeller de dedikodulardan nasiplerini alıyorlardı: Zerrin, Berrin, Fatoş, Hülya, Samiye, Sema, Ferda, Semra, Ülkü, Sevtap, İpek, Selma, Canset, Vekaa, Işık, Necmiye, Nimet, Hale, Gaye, Ferhan, Sezi…
1968-69 yılları geldiğinde, başımıza taş düşmüş gibi Nursun başta olmak üzere o kadınların güzel oldukları kadar en sağlam, en güvenilir insanlar olduğunu görüyoruz.
Benim kendimi ilk sorgulamam bu döneme rastlar. “Onun bunun flörtünden, şunundan bunundan sana ne lan!” noktasına gelmiştim ama yaş da olmuştu 22.
Bir de şimdi adını hatırlayamayacağım bir genç arkadaşımız vardı; bize o zaman çok tuhaf gelen bir şekilde kantinde oturup örgü örerdi. O çocuğa karşı çoğumuzun gösterdiği pasif-agresif tavır hala içime derttir.
İnşallah bu yazıyı okur. “Neden diğerlerine katıldın?” diye sormasını ve “Üzgünüm!” cevabını verebilmeyi çok isterdim. Ne yazık ki bu arkadaşımız da okulu çok kısa sürede bıraktı.
Bunlar erkeklerin, kadınlara ve kendileri gibi olmayan erkeklere yaptıklarına dair hatırladığım birkaç durum… “Çocuktum, gençtim...” mazeretine sığınılabilinir mi?
İş hayatında TRT’den başlayarak Babıali’de geçirdiğim uzun yıllarda da durumun değişmediğine bizatihi tanıklık ettim. Stajyerleri taciz eden yaşını başını almış müdürler gördük.
İş arkadaşlarına sırf kadın olduğu için en hafif deyimiyle tepeden bakan onlarca meslektaşım oldu.
Bunlara girmeyeceğim ama belki onlar da bu yazı dizisini görünce, “Biz ne yapmışız!” diye bir şeyler söylemek isterler umudundayım.
Şu kadarını söyleyip susayım: Kırk yıllık gazetecilik yaşamım boyunca anaakımda genel yayın yönetmenliği yapan Nurcan Akad’ı hatırlıyorum. Ama bu kadar zaman içinde karar mekanizmalarında gördüğüm kadın meslektaşım sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bundan daha büyük şiddet olur mu?
Farkında olarak ya da olmayarak, mobing uygulamış olduğum genç kadın ve erkek muhabirler varsa hepsinden özür diliyorum.
Bütün erkeklere sesleneyim, bu “sorgulama” kampanyasına katılın. Her birimiz bulunduğumuz yerden mutlaka bir işe yararız. (TE/ŞA/APA)
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses