İşçinin Varlık Problemi / Sınıf, Erkeklik ve Duygular Üzerine Denemeler... Demet Ş. Dinler'in çalışması; Metis'ten çıktı. Kitap, giriş ve sonundaki epilog'la birlikte sekiz makaleden oluşuyor; ''İşçinin Varlık Problemi'', ''Sınıf, Beden ve Performans'', ''İşçi Sınıf Atlayınca'', ''Kolektif Eylem ve Duygular'', ''Sendika Koltuğu'', ''Pavyon Kapısı'', ''Doğulu İşçi Liderine Batılı Akademisyenden Mektup'', ''Piyasada, İşyerinde, ve Sokakta Sınıfı Kuran Duygular''.
Kitaptan Pavyon Kapısı makalesini aynen yayımlıyoruz.
İngiliz sosyal antropolojisinin kurucularından Evans-Prit-chard sonradan en önemli kitabının konusu olacak büyücülük pratiklerinin başlangıçta araştırma nesnesi olmadığını söyler. Azande halkının bütün talihsiz olayları büyüyle açıklaması, büyüyle ilgili bilgi almak için kehanetlere başvurması Pritchard'ı bu meseleyle ilgilenmek zorunda bırakmıştır.[1] Bu yüzden sahaya giden araştırmacının zihni, hazırlıklı olmadığı olguların önemini fark edip incelemeye açık olmalıdır.
Ankara'nın kent içi çöküntü bölgesi olarak tarif edilebilecek mahallelerinden birinde araştırma yaptığım dönemde pavyonla ilgilenmeme lüksüm yoktu. Bu konuda soru sormamama, kadın bir araştırmacıya kolaylıkla anlatılacak bir konu olmamasına rağmen karşıma çıkıyordu pavyon hikâyeleri. Laf arasında, sohbetlerde, kendisini kötü alışkanlıkları olan kişilerden ayırt etmek için anlatılan, hep bir başkasının hikâyesi olan pavyon. Tüccarlarla yaptığım mülakatlarda araştırmacının uzak durması öğütlenen işverenler, ahlak anlayışı olmayan, pavyona giden kişilerdi. Bir atık kâğıt deposunda çok da hoşlanılmayan bir işçi hakkında anlatılan bir dedikodunun nesnesi oluyordu pavyon: İyi bir hurda satışından kazandığı bütün parayı iki günde lüks bir telefona ve pavyonda çalışan bir kadınla birlikte kaldığı otel odasına harcamıştı Şakir. Öte yandan beklenmedik zamanlarda, şarap içilen ve ateş yakılan bir gecede böbürlenmek için birinci ağızdan anlatılan bir öykü haline gelebiliyordu pavyon. Yaşları on-on beş arasında değişen çocuklarla birlikte hurda hırsızlığına çıkan, küçük çapta bir çete lideri konumunda olan otuz yaşlarındaki Serdar'ın anlattıklarında olduğu gibi.
Başta polis olduğumdan şüphelense de kendi hayatının gidişatına yaptığı gibi beni de kendi halime bırakan ve ateşin etrafında bana yer açan Serdar, bahçesinden hurda çöp kovalarını çaldığını görerek onu uyaran teyzelere "Mecburum, evde çocuğum süt bekliyor," deyişini anlatıyor garip bir neşeyle. Ben gerçekten çocuğu olduğunu sanınca "Nerden çıkardın abla, yok öyle bir şey!" diyor. Evde babasından ve daha önce çalıştığı işyerinde patronundan eziyet gören çocuklara kendisine göre sahip çıkan Serdar'ın ahlak dünyasında yalan söylemek ayıp değil. İşte bu küçük çocukları işe çıkaran, benim bile sahada tanıklık ettiğim kötülüklerden sonra çocuklara paralarını hemen verdiği ve onlara kötü davranmadığı için iyilik ettiğini düşündüğüm Serdar'ın en sevdiği şey parası olunca taksiye binip gezmek. Bir yerden bir yere gitmek için değil. Gidecek bir yeri yok zaten. Taksinin arkasında oturarak kendisine sadece saklanacak depo köşeleri, karanlıkta bira içilecek parklar vermiş bu kente hâkim olabiliyor. Bazen de o taksi bir pavyonun önünde duruyor. Kapıları pavyonun önünde bekleyen görevliler açıyor. Serdar, terk edilmiş fabrikalardan çaldığı elektrik kablolarının parasını bir gecede pavyon masasına bırakıveriyor. Kurtuluş Parkı'nın karanlığında kendisine yüz vermeyen konsomatrisler birden onu sevgilim diye çağırmaya başlıyor. Bir kezinde çocukları da götürdüğünü söyleyince dayanamayıp "Yok artık, bu yaştaki çocukları oraya götürmek doğru mu?" diye müdahale edecek oluyorum. "Kızmasana abla, yaşları tutmadığı için almadılar ki içeri zaten," diye yanıtlıyor gülerek.
Hikâye sadece Serdar'ın ve Şakir'in hikâyesi olsaydı dekorundan havasına her şeyiyle kitsch bir görüntü veren bu mekânın kentin çöküntü alanlarını yuva bellemiş kişilere hitap ettiğini söyleyecektik. Ama işte bakın, o kapıdan başkaları da giriyor: Sonradan zengin olmuş eski bir hurda toplayıcısı, bir sendika yöneticisi, yurtdışından gelmiş işadamı, belgesel çekmek isteyen fotoğrafçı, yüksek lisans tezi konusu arayan öğrenci ve diğerleri. Yoksa başkasının hikâyesi gibi anlatılan şey aslında birçoğumuzun hikâyesi mi? Ya da tersinen soralım: Neden kendi hikâyemizi başkasınınki gibi anlatma ihtiyacı duyuyoruz? Ahlaksızlıkla ve kötü alışkanlıkla bir tutulan pavyonda bizi kendine çağıran ne?
Bu yazıda pavyonun çağrısına yanıt veren işçileri takip ediyorum. Taksiyle dolaşmaktan ve pavyona gitmekten aldığı keyif yüzünden okunan ve çekinmeden yaşadıklarını anlatan, araştırmacının bir sorusu üstüne "Bayrak, Kuran ve namustur bizim her şeyimiz, onlara laf getirtmeyiz," diyen Serdar'ı; pavyon hikâyesini başkasından dinlediğim, gözleri yuvalarına kaçmış, yanık tenli, nemrut bakışlı, sessiz ve şüpheci Şakir'i ve diğer işçileri birleştiren duyguyu mercek altına alacağım. "Sınıf, Beden ve Performans"ta Türkiye'de işçi sınıfı gençleri arasında çok da yaygın olmayan bir performans aracından bakmıştım işçilere. Bu yazıda ise sürekliliğini koruyan bir kültürel mekândan, pavyonun içinden onlara ayna tutuyorum.
Pavyonun anlamı
Anacaddelerinden geçiyorsak çoğu zaman bize doğrudan dokunamayan, ama sadece birkaç yüz metre ötemizde nefes alıp veren canlı bir metabolizma kentin çöküntü alanları. İş çıkışı yorgun argın dar sokaklarda yürürken gecekondusuna, bekâr odasına, deposuna dönüp yatmak varken neden bol ışıklı bir pavyonun kapısından girer ki işçi? Neden günlerce çalışarak kazandığı parayı bir gecede pavyon masasına bırakır? Dışarıdan bakıldığında pavyonun estetik bir yanı yoktur. Şarkı söyleyen kadının sesi bile güzel değildir; konsomatrislerle genelde sadece masada vakit geçirilebilir; kötü bir yemeğe, ucuz bir içkiye fahiş fiyatlar ödenir; gecenin bir vakti, para yetmediğinden yeterli içki içilemediği için sarhoş bile olunamayarak kapıdan çıkılır. Neden girer böyle bir ortama işçi?
İşçinin pavyona gitmesinin pek çok nedeni olabilir. Kendi sınıfından olmayan ve pavyona giden kişilere özeniyor olabilir öncelikle. Pavyonun ahlaki açıdan ayıplandığı bir çevrede yaşıyorsa gizli bir merakını doyurmak istiyor olabilir. Tek başına yaşayan işçiler ve işçi grupları açısından ucuz birahaneler ya da kahveler dışında eğlence seçenekleri sınırlı olabilir. Belki bir müzik ve kadın performansını yakından görebileceği en uygun mekân ya da yakın arkadaş çevresinin götürdüğü bir yerdir pavyon işçi için.
Ben, işçiyi ilk defa pavyona götüren motivasyon ne olursa olsun, pavyonda gerçekleşen performansın işçilerde uyandırdığı ortak duyguyla ilgileniyorum. Nasıl bir mekân kurgusu, aktörleriyle birlikte işçiyi de yeniden tarif ediyor, onu anlamaya çalışıyorum. Serdar ve Şakir nasıl bir tatmin duygusuyla çıkıyorlardı ki o kapıdan, biraz paralan olunca yeniden dönmek istiyorlardı?
Yaptığı işten utanan, kendini değersiz hisseden işçinin pavyon hikâyesi daha kapıda başlıyor. Onlarca kapı görevlisi karşılıyor işçiyi. Garsonlar, kapıdan girdiği an müşteri olan işçinin masasının etrafında pervane oluyor. Konsomatrisler, işçiye cinsellik kadar doyurulmaya muhtaç başka ihtiyaçları —ilgi, şefkat ve arkadaşlık— sunduğu için bu kadar çekici geliyor.[2] Çok yoğun sömürülen bir duygusal emek kadın çalışanlarınki. Hoşa gitmeyi, güleryüzlü olmayı, gurur okşamayı, sohbet etmeyi gerektiriyor.[3] İşçi konsomatrisin görev icabı kendi masasına geldiğini elbette biliyor, ama olsun, yine de kendisini bir süreliğine değerli hissetmek hoşuna gidiyor. Belki rüyasında eski filmlerdeki gibi onu pavyondan kurtaracak; sevildiğini ve kendisinin sadece bir müşteri olmadığını düşünecek. Bu arada elbet garson rahat bırakmıyor. Konsomatrisin de isteğiyle ısmarlanan içkinin pahalılığı ölçüsünde hizmet ediyor, müşterinin çok parası yoksa gecenin sonunda gecenin başındaki gibi muamele etmeyecek. Yine de olsun, işçiye birkaç saatliğine de olsa saygıda kusur edilmeyecek, onun kendisini yan masada oturan patron gibi hissetmesi sağlanacak. İşçi de patron gibi davranacak. Dahası, gerçekleştirdiği performansın niteliği ölçüsünde işçi patron olacak. Herkes rol yaptığı için sahte ve gerçek ayrımı ortadan kalkacak. Kendi iç tutarlılığı olan bu gerçeklik oynanan rolleri sahici kılacak.
Dışarıdaki iktidar ilişkilerine ve yabancılaşma duygusuna geri dönme saati geldiğinde ne oluyor? Konuştuğu insanların yüzlerini bile hatırlamak istemeyen konsomatrisi sabaha karşı anlaşmalı olduğu bir taksi şoförü evine bırakıyor. Garsonların bir kısmı oynadıkları rolden bıkkın bir halde, belki de pavyonda çalıştıklarını gizledikleri ve geceleri bir depoda taşımacılık yaptıklarını söyledikleri ailelerinin evlerine dönüyor. İşçiyse, bedenine kazınmış "fark yaraları" ile beraber soğuk bekâr odasına geri dönüyor. Açlık duyduğu, ama kendisinden sürekli esirgenen şeyi satın alıp, hatta çoktan tüketmiş olarak çıkıyor pavyondan: itibarı.
İtibar edinme olanakları gittikçe daha fazla aşınıyor; çekirdek ailede, işyerinde, akraba ilişkilerinde, yaşanan mahallede, arkadaş çevresinde hayatını kazanmaya çalışan bir işçi olmak tek başına bir vasıf olarak görülmüyor. İşçilik hali düzensiz çalışma, işsiz kalma, yetersiz ücret almanın yanı sıra bir yetersizlik ve başarısızlık hali olarak deneyimleniyor. Pavyonu kötü alışkanlıkların bir ürünü olarak görmekle yetinmek yerine doldurmayı vaat ettiği duygusal boşluklara bakmak, bedene ve zihne yerleşmiş fark yaralarını ve sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmanın o kadar da kolay olmadığını söylüyor sanki.
Reel sosyalizm ve kültürel pratikler
Pavyon hikâyelerini dinlediğim sırada bir internet sitesinde devrim sonrası gazino ve kumarhanelerin yanı sıra pavyonların da kapatılacağını okudum.
Bu, kapitalizmin metalaştırdığı ve ahlaki açıdan yozlaştırdığı düşünülen mekânları ortadan kaldırmaya yönelik bir vaat olmalıydı. Reel sosyalizmin uygulandığı ülkelerde geleneksel eğlence ve kültür kalıplarının, dini inançların ya da büyücülük ritüellerinin yasaklanmasını hatırlatıyordu.
Sosyalist yöneticiler neden bu yasakları getirmişlerdi?
Kendi dönemlerinin ruhuna da uygun olarak modernleşmeci bir açıdan bilim ve ahlak dışı olarak nitelendirilen pratikleri, ilerlemenin ve sınıf bilincinin önünde engel olarak görmüş olmalılardı. Öte yandan gündelik hayatın içine gömülü bu pratiklerin, onları deneyimleyenler açısından somut işlevleri olmalıydı. Öyle ki bastırılıp yasaklansalar da gizlice varlıklarını sürdürmüşlerdi.
Mozambik'te büyücülük üzerine yaptığı çalışmada Hany West[4] yerlilerin toplumdaki iktidar ilişkilerini yıkıcı büyücüler üzerinden anlamaya; bu ilişkilere yapıcı, şifa verici büyülerle müdahale etmeye çalıştıklarını söyler. West, yerlilerin oluşturduğu bu dünyanın geri kalmış batıl inançlardan ibaret olmadığını, değişimin karmaşık doğasını anlamaya ve onun karşısında çaresiz kalmak yerine anlamlı bir yanıt üretmeye (sağaltan büyü pratikleriyle) yardımcı olduğunu gösterir. Büyücülük, Mozambik'in sırasıyla Portekiz kolonisi olduğu, sosyalist bir rejim tarafından yönetildiği ve neoliberal politikalara geçildiği dönemlerde yok olmamasını, gündelik yaşamın içine kök salmış bu gücünden almıştır.[5]
West'in çalışması Mozambik'te yirminci yüzyıl boyunca farklı siyasi rejimler altında varlığını sürdüren büyücülüğe odaklanırken, Sheila Fitzpatrick'in 1930'lann Sovyetler Birliği'ndeki gündelik yaşamları incelediği kitabında bir yerli topluluğun reformcu elitlere gösterdiği dirence rastlıyoruz. Devletin eğitim misyonu gereği zorla okullarda okutulup kendi geleneklerini unutmaya zorlanan Khanty yerlilerinin çocukları okullarda bazı yiyecekleri yemeyi ve bazı dersleri yapmayı reddeder, gizlice inandıkları ruhlarla konuşurlar.[6] Aileler, çocuklarını kendilerinden kopartan bu sisteme tepki gösterirler. [7]
Çarlık Rusyası'ndan Sovyet Devrimi somasına işçiler arasında varlığını sürdüren ve Sovyet yöneticileri tarafından yasaklanan bir başka pratik de içkidir. Kate Transchel, her iki dönemde de devlet ve halk arasındaki gerilimlere kaynaklık eden içki içme kültürünü konu aldığı çalışmasında,[8] köyden kente yeni göç eden ve geleneksel fabrika işçileri tarafından azgelişmiş olarak görülen işçilerin içki içtikleri takdirde işten atıldıklarını anlatır. Devletin alkol-karşıtı kampanyalarını protesto etmek için bu işçilerin tavernalar dışında kamusal alanlarda da içmeye başladığından söz eder.
Kültürel pratiklerin önemi, insanlara değişen koşullarla başa çıkma, bütünüyle kontrol edemedikleri bir toplumsal gerçekliği anlamlandırma ve ona kısmen müdahale etme şansı vermesinde yatıyor. Gündelik yaşamın çelişkilerine diyalojik bir yanıt verebildikleri için önemliler.[9] Sosyalizm deneyimi yaşanan ülkelerde yerlilerin, köylülerin ve işçilerin yönetici elitlerin reformlarına direnen kültürel pratikleri (içki içilen tavernalara gitmek, büyü yapmak ve büyü bozmak, ruhlara inanıp yerli geleneklerine göre yaşamak ve beslenmek) yeni kurulan bir sistemin, getirdiği çok önemli değişikliklere (eğitim, sağlık, barınma hakkı, işçi özyönetimi örnekleri gibi) rağmen gündelik hayatın çelişkilerine, arzularına, ihtiyaçlarına yanıt verecek bir dönüşümü gerçekleştiremediğini gösteriyor.
Bu uyarı neden pavyon için de geçerli olmasın? Pavyonun performansına olanak verdiği arzular sosyalizmin gelişiyle bir günde yok olmayacak. Aslında sosyalizmi başımıza gelen değil, pek çok farklı parçanın bir araya gelerek kurulmasıyla oluşan bir süreç olarak düşünürsek, bırakalım kültürel pratikleri, davranış kalıplarım, üretim ilişkilerinin bile değişmesinin zaman alacağını tahmin etmek güç değil.[10] Sadece eğlenceden ibaret olmayan alışkanlıkların yasaklanması o eğlencenin hitap ettiği ihtiyaçlar ortadan kalkmadığı sürece bir çözüm olabilir mi?
Pavyondan kadın "kurtarmak"
Pavyondaki işçiyi tarif ederken pavyondan kadın kurtarma hayalinden söz etmiştim. Filmlerde rastladığımız klişelere benziyor. Yani ciddiye alınma ihtimali düşük gibi. Klişeler gerçeklikle bağlantısı olmadığı için değil, karşımıza hep aynı imgeyle çıktıkları için sıkıcı olur, inandırıcılıklarını yitirirler. Oysa maddi yaşamla güçlü bir bağ vardır imgenin gerisinde. Pavyondan çıkarıp evlenmek istediği kadın eski hayatına geri dönmek istediğinde tabancayla onu vurup öldüren, soma da intihara teşebbüs eden erkekler üçüncü sayfada haber olduğu için daha az gerçek değil.[11] 2007 yılının yazında benim için fiziki olarak daha uzak da değildi.
Bize gerçekdışı görünen, çoğu zaman yakınımızdaki gerçekliğe tekabül etmeyendir. Kendi yaşadıklarımın bir başkası için gerçekdı-şılığını saha öykülerimi anlattığım arkadaşlarımın şaşkın tepkilerinden anlamıştım. Duygusal yükü benimkinden de zor olan bir başka alan araştırması yapan Eylemle tanıştığımızda birbirimizi hemen anlamamız da buna işaret ediyor. Hırsızlık yapan ve adalet sisteminde suçlu addedilen çocuklar üstüne bir hukuk sosyolojisi tezi yazan Eylem[12] ve sokaktaki çocuklara dikkatli olmalarını söyleyen ben, dışarıdan anlaşılması zor görünen ortak bir gerçekliği paylaşıyorduk. Bu nedenle pavyondan kadın kurtarma edimi, bu edimin sadece fantezisini kurmuş kişilerden bile daha fazla gerçeklik kazandı benim için o yaz mevsiminde. Nitekim "İşçinin Varlık Problemi"ndeki Mustafa'nın ilk eşi de bir pavyonda çalışmıştı. Mustafa onunla hurda topladığı sokaklarda tanışmış, bir sorununda yardımcı olmuş, sonra da onu bu hayattan kurtarıp, ailesinin yanına götürmüştü. Bir tek koşul koymuştu: Eski hayatından kimseye söz etmeyecekti. Kadın bu sözünü tutamadığı için, belki de Mustafa'nın bana anlatmadığı başka nedenlerden dolayı, bir süre sonra ayrılmışlardı ve Mustafa tekrar evlenmişti.
Pavyondan kadın kurtarma hikâyesinin pavyona gidip itibar satın alan işçinin hikâyesine sığmayan bir tarafı var. İkincisi, kendisini değişik zamanlarda tekrar eden ama başı ve sonu belli olan bir hikâye. Gündelik hayatın diğer taraftarıyla kesişmiyor. Açlık hissedilen bir duygunun bir mekânda birkaç saatliğine tatmin edilmesinin hikâyesi. Pavyondan kadın kurtarmaya girişildiği andan itibarense artık iki hikâye birbirine karışmıştır. Kısa süreliğine katıldığın bir sahneden kopardığın bir oyuncu, ister istemez kendi replik ve objeleriyle birdenbire hayatına girer. O yüzden bir şart koşarsın: Gelen oyuncu bütün repliklerini unutmalı, objelerine sırt çevirmeli; kurtarıcının sevgisinin nesnesi haline gelmelidir. Kadın bunu en başından reddederse yüzlerce geçici arzunun nesnesi olma rolüne devam etmeyi tek bir arzunun kıstırılmış nesnesi olmaya tercih ederse, bu, öfkeni kışkırtır. Ya kabul ederse?
Kendini yetersiz hissediyor, normal bir kadın tarafından sevilemeyeceğini, sevilsen bile yetersiz olacağını düşünüyorsan, pavyondan kadın kurtarmak bir kahramanlık hikâyesinden ziyade kendinden daha güçsüz olana sahip çıkarak onun üstünde iktidar kurma isteğini ele verir. Kadının geçmişi, zihnini ne kadar huzursuz ederse etsin, ona sahip olabilmenin teminatıdır. Kadının borçlu olma hali bir hayalet gibi tepende dolanır. Borcun varlığı, pavyon sahnesini hafızana sürekli geri çağırır; aslında o kadına hiç sahip olamayacağını yüzüne vurur. Pavyonun duvarları arasındayken kendine özgü bir parıltısı olan arzun, bu gelgitlerin arasında soluklaşır." Sözde kurtarma edimin her ikiniz için de bir esarete dönüşür. Kısa süreliğine işçiye dertlerini unutturan, ona iyi muamele eden pavyonun hayaleti sinsice seni her yerde takip eder. Özlemini duyduğun sevgi ilişkisini kendi ellerinle boğarsın.
Türkiye'de pavyonların ele alınabilecek çok fazla boyutu var: 1970’lerden günümüze pavyonun geçirdiği dönüşümler; farklı gruplar için farklı model pavyonların ortaya çıkması ve kent içinde pavyonların mekânsal dağılımı; borçlandırılan kadın çalışanların deneyimleri; eski ve yeni pavyon kültürü ayrımlarının hafızada yeniden kurulması; popüler dizilerde pavyonun yansıtılma biçimleri...[13] Ben bütün bunları askıya alarak, işçinin pavyonun kapısından girdiği ve çıktığı anlar arasındaki saatlere odaklanmayı seçtim. O saatlerde uyanan duygu durumu üstüne düşündüm. O kapıdan ikinci bir kişiyi de yanına alarak çıktığı zaman ne olacağı üzerine fikir yürüttüm. Esas meselem pavyonun evrensel hale gelmiş bir sınıf gerçekliği açısından yalın anlamını çözmekti. Diğerleri önemsiz olduğu için değil. Sınıfın gizli yarasının açığa çıktığı[14] bir yer olarak pavyona bakınca ahlakdışı, zayıflık, afyon olarak görülebilen pratiklerin neden ciddiye alınması gerektiğini kavrayabildiğim için.
Evrensel sınıf gerçekliğinden söz ederken bir tek işçi sınıfı pozisyonuna tekabül eden bir kültürel pratikten söz etmiyorum. Basitçe öyle olsaydı "İşçi Sınıf Atlayınca"nın kapitalistleri de pavyona gidiyor olmazdı. Bir yanıyla kapitalistin pavyona duyduğu ihtiyacın içinde de işçinin anlatısındaki duygu tortularının saklı olduğunu düşünmek mümkün. Zira statü ve sınıf geçişlilikleri duygusal dünyaları bir günde değiştirmiyor. Sosyalizm gelince değiştiremediği gibi.
İşçinin duygusal açıdan güçlenmesinin ne kadar gerekli olduğunu hatırlattığı için önemli pavyon hikâyesi. Kadın ve erkeğin hem ayrı ayrı hem birlikte özgürce ve eşit bir şekilde eğleneceği, keyif alacağı; işçinin elinden alınan itibarı pavyonda metalaştırılan bir duygusal emek, şefkat ve itaat sayesinde geri almaya çalışmayacağı; kadınların bedenleri ve duygularının metalaştırılmayacağı bir sosyal ilişkiler bütününü düşünmek, bambaşka eğlence ve duygusal tatmin formları oluşturabilmenin koşullarını hayal etmek için belki de önce pavyonun açığa çıkardığı ihtiyaçları ciddiye almak gerekiyor.
Pavyon kapısı sınıf, toplumsal cinsiyet ve mikro iktidar ilişkilerinin birlikte var ettiği, ancak oynanan rollerin bu ilişkileri yokmuş gibi gösterdiği bir sahneye açılıyor. Loş ışıklar, parlak avizeler ve kadife masa örtüleri artık sadece işçiyi, tüccarı ve sendikacıyı değil, oyunun içindeki oyundan yola çıkarak oyunun kendisi üstüne kafa yormaya hazırlıklı yazarla okuru da kendine çağırıyor. (DŞD/HK)
* Demet Şahende Dinler 1977, İstanbul doğumlu. Saint Benoit Lisesi’ni ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2005-10 yılları arasında yüksek lisans ve doktora çalışmalarına Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu (SOAS) Kalkınma Çalışmaları Bölümü’nde devam etti. İngiltere’de Historical Materialism dergisi editörler kurulunda ve bir akademi-sendika işbirliği olan Eleştirel Emek Çalışmaları grubunda yer aldı; SOAS, Birkbeck ve Queen Mary’de ders verdi. 2011’den itibaren Uluslararası Taşımacılık İşçileri Federasyonu’nun (ITF) koordinatörü olarak Türkiye’nin değişik kentlerinde işçilerle ilgili araştırma ve eğitim çalışmaları yürüttü; farklı bölgelerdeki kadın kooperatiflerinde finansal okuryazarlık eğitmenliği yaptı; Bilgi Üniversitesi’nde eleştirel etnografi üstüne ders verdi. Akademik ilgi alanları kalkınma politikaları, devlet, ekonomik antropoloji, emek çalışmaları; doktora tezi ise Ankara’dan Londra’ya geridönüşüm piyasasının işçi, tüccar ve küresel borsa aracılarını kapsayan etnografik analizi üzerinedir.
* Demet Ş. Dinler, İşçinin Varlık Problemi/ Sınıf, Erkeklik ve Duygular Üzerine Denemeler, yayına hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yayınları, Ekim 2014, İstanbul, 163 sayfa.
[1] Pritchard'ın araştırmasının sonuçları için bkz. Edward Evan Evans-Prit-chard, Witchcraft, Oracles and Magic among the Azande, Oxford: Oxford University Press, 1976.[2] Pavyonda emeğini satmak zorunda kalan kadın işçiler açısından bakan, gözlem ve mülakata dayalı bir yazı için bkz. Ayşe Özer'in çalışması: aysetatileciksin.
[3] İlk olarak Arlie R. Hochschild tarafından ortaya atılan "duygusal emek" kavramı, özellikle hizmet sektöründe çalışanların, işverenlerin beklentilerine uygun şekilde hem kendi duygularını yönetmeleri hem de hizmet sundukları müşterilerde belli duygular uyandırmaları için harcadıktan emeği (beden hareketleri, sözler, yüz ifadesi, zihinsel kontrol gibi) tarif ediyor. Bir hostesin ya da garsonun sürekli güleryüzlü, nazik, anlayışlı olması gibi. İşverenler böylece çalışanların duygularını yabancılaştırmış oluyorlar. Bu açıdan dadılar, ev işçileri ve seks işçilerini inceleyen bir çalışma için bkz. Arlie R. Hochschild ve Barbara Ehrenreich (haz.), Global Woman: Nannies, Maids and Sex Workers in the New Economy, New York: Metropolitan Press, 2002.
[4] Harry West, Kupilikula, Governance and the Invisible Realm in Mozambique, Chicago: University of Chicago Press, 2005.
[5] Geertz toplumsal değişimlerin otomatik olarak kültürel değişime neden olmadığım, politik, toplumsal ve mesleki farklılıklarla gittikçe bölünse de ortak kültürel alışkanlıklarını sürdüren bir toplulukta gerçekleşen bir cenaze ritüelinin yarattığı çelişkiler üzerinden gösterir. Değişim yaşayan bir topluluk, bu süreçte önceki yapısına ait, belli işlevler üstlenmiş ve üstlenmeye de devam eden anlam ve sembollerden vazgeçmeye hazır olmak zorunda değildir. Bkz. Clifford Geertz, "Ritüel ve Toplumsal Değişim, Java'dan Bir Örnek", Kültürlerin Yorumlanması, çev. Hakan Gür, Ankara: Dost, 2010, s. 169-97.
[6] Sheila Fitzpatrick, Everyday Stalinism: Ordinary Life in Extraordinaiy Times: Soviet Russia in the 1930s, Oxford: Oxford University Press, 2000.
[7] Bir başka çalışma Sovyetler Birliği'ndeki bazı köylülerin hoşnut olmadıkları kolektivizasyon reformunu mahşer günü terimleriyle açıkladıklanını anlatıyor. Bkz. Lynne Viola, "Visions of Apocalypse in the Soviet Countryside", Journal of Modern History, 62,1990, s. 747-70.
[8] Kate Transchel, Under the Influence: Working-Class Drinking, Temperance, and Cultural Revolution in Russia, 1895-1932, Pittsburgh, PA: University of Pittsburgh Press, 2006.
[9] Bu açıdan yoksulların gündelik hayatında İslam'ın rolünü tartışan etnografik bir çalışma için bkz. Cihan Tuğal, Pasif Devrim - İslami Muhalefetin DüzenleBütünleşmesi, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2010.
[10] İşyerinde sosyalizm öncesi baskıcı usta/çırak ilişkilerinin, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin sosyalizm sonrasında da devam ettiğinin detaylı bir analizi için bkz. Diane Koenker, "Fathers Against Sons/Sons Against Fathers: The Problem of Generation in the Early Soviet Workplace", Johî™/ of Modern History, 73, 2001, s. 781-810.
[11] www.habervitrini.com/haber/2-gun-once-pavyondan-cikarip-evlenmek-istedigi-kadin-tekrar-pavyona-donmek-isteyince-vurup-oldurdu-351234/
[12] Bkz. Eylem Ümit, Mekândan İmkâna: Çocuk Suçluluğunun Habitusu Ceza Ehliyeti İlişkisi, Ankara: Ankara Barosu Yayını, 2007.
[13] Film çalışmaları alanından pavyonda çalışan kadın imgesini tartışan bir çalışma için bkz. Nilgün Abisel ve diğ. (haz.), Çok Tuhaf Çok Tanıdık, Vesikalı Yarim Üzerine, İstanbul: Metis, 2005.
[14] "Sınıfın gizli yarası" kavramını şu kitabın başlığından ödünç alıyorum: Richard Sennett ve Jonathan Cobb, Hidden Injuries of Class, New York: Random House Publishers, 1972