2010 yılı ILO konferansı pek çok şaibeyi arkada bırakarak tamamlanalı neredeyse 1.5 ay oluyor. Bu şaibelere de değineceğim bu yazıda asıl amacım, ILO dönüşlerinde gerek işçi ve sermaye örgütleri arasında gerekse işçi konfederasyonları ile bu örgütlere mensup uzman ve yöneticiler arasında yaşanması adeta bir gelenek halini alan "aplikasyon komitesinin kara listesi"ni -kuşkusuz kendi bulunduğum yerden hareketle- bir açıklığa kavuşturmak.
Öncelikle "şaibeler" ile neyi kast ettiğimi açıklamam gerekiyor. Aslında bu kuşku götürür olayların tamamı da yine meşhur "kara liste" tartışmalarıyla ilintili. Hatta belki de konuya "İLO'da Kara Listenin Akları vs. Ak Listenin Karaları" diyerek başlamakta yarar var. Bilindiği gibi İLO'nun Standartların Uygulanması ile ilgili Komitesi (Committee On the Application of Standards) Türkiye'de "Aplikasyon Komitesi" (AK) adıyla anılıyor. İLO'ya üye ülkelerde işçi ve işveren örgütleri her yıl yaşanan işçi hakkı ihlallerini konferanstan uzun bir süre önce raporlar halinde A.K'ne sunuyorlar. Daha sonra Hükümetler aynı komiteye bu şikâyetlere ilişkin yanıtlarını ve gerekçelerini iletiyorlar. Konferans sürecinin en başında A.K. oluşturuluyor ve Hükümetler son bir yıldaki sicillerine göre önce meşhur listeye alınıp alınmayacakları bağlamında görüşülüyor.
Bu başlangıç müzakerelerine akıl dışı bir dizi pratiğin egemen olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Örneğin, her yıl dünyada işçi haklarının en fazla ihlal edildiği ülke sayısı adeta bir kanun gibi hiç değişmiyor: bu sayı her yıl 25 ile sınırlı tutuluyor. İsterse en ağır ihlallerin yaşandığı ülke sayısı gerçekte 55 ya da 155 olsun, listede göreceğimiz ülkelerin toplamı yine 25. Ardından Örgütün sınıfsal iç dengeleri ve ilkeleriyle ilgili sorunlar devreye giriyor. Bu bağlamda örneğin işçi ve sendika haklarından şikâyetçi olan işveren örgütleri de Örgüt'e resmi şikâyetini iletebiliyor, işçi hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını isteyen sarı sendikalar da. Tabii her iki taraf da bu şikâyetleri tabir yerindeyse "kitabına uydurmak", yani, ILO prensipleri çerçevesi içinde kalarak yapmak zorunda. Öte yandan, burjuva demokrasisi, insan hakları, ayrımcılık yapmamak vb gibi sınıfsal gerçekliğin üzerini örtmekte kullanılan muğlâk kavramlar bu süreçte son derece işlevsel kullanılabiliyor.
Örneğin, Chavez Hükümeti'ne karşı sermaye örgütü ile ittifak kurarak darbe yapmaya kalkışan sendikanın Venezuela Hükümetinin kendi üzerindeki baskılarını ILO'ya şikâyet etmesi son derece doğal ve adil kabul ediliyor. Bu bağlamda hiç kimse, "ama sizin darbeniz başarıya ulaşsaydı ülkede ne işçi ne sendika hakkı diye bir şey bırakmayacaktınız, eğer şimdi Chavez Hükümeti'nin uygulamalarına karşı çıkıyorsanız, bu aslında işçilerin temel hak ve özgürlüklerine karşı çıktığınız anlamına gelir" diyemiyor. Ve dünyada işçi hakları ve özgürlüklerinin en ileri boyutta uygulandığı birkaç ülkeden biri olan Venezuela, örneğin AK'nin kara listesinin dışında bırakılabiliyor.
AK'nin işleyişini bilmeyenler, bu, liste dışında bırakılma halinin kendisinin de demokratik bir süreç olduğunu, örneğin gruplar arasında yapılan oylamaların sonucunda böyle bir karar çıktığını düşünebilir. Ama böyle olmuyor, işçi grubu ve sermaye grubu kendi içinde toplantılar yapıyor, bu toplantılarda çoğunluğun eğilimi de netleşiyor, ama nihai karar kapalı kapıların ardında, sadece işçi ve işveren gruplarının temsilcilerinin katılabildiği dar toplantılarda alınıyor.
Böyle olunca da, ILO mantığına göre "ak liste" olarak adlandırılması gereken hüküm giymemiş ülkeler listesinde yer alması gereken bir ülke kendini bir anda kara listede bulabiliyor. Benzer şekilde, işçi ve sendika hakları ihlalleriyle bütün dünyada ün salmış bir ülke olan Kolombiya da, işçi gruplarının oy birliği ile aldıkları karara rağmen kara listeden çıkarılıp, çoğunluğun arasına, yani "ak liste"ye dâhil ediliyor.
Yukarıdaki bölüm her ne kadar ILO ve işleyişi hakkında önemli ipuçları içeriyor olsa da Örgüt'ün nasıl tanımlandığına dair ifadeler Örgütün işleyişi ile ilgili analizlerin şekillenmesinde de etkilidir. Örneğin, benim tanımıma göre İLO, psikolojik alanda verilen sınıf mücadelelerinin alanıdır. Bu mücadeleyi neden hukuksal değil de psikolojik olarak tanımladığıma gelince, bildiğimiz gibi İLO, normları güçlü yaptırımlarla desteklenen bir Örgüt değildir, kararların etkisi daha çok psikolojik yansımalar, iki sınıfın kendi adlarına mevzi kayıpları ya da kazanımları şeklindedir.
Sınıf mücadelesinin psikolojik boyutunu merak edenler için şunu da söyleyelim ki, mücadelenin bütün alanlarında olduğu gibi psikolojik alandaki kazanımlar işçi sınıfı açısından gerçekten birer mevzidir. Nasıl ki Tekel direnişleri, Sinter direnişleri, Marmaray direnişleri ve Türkiye'nin her yerinde artık kamu oyuna mal olmuş direnişler -sonuçlarından bağımsız olarak- işçi sınıfı için kazanılmış birer mevziyi temsil ediyorsa, Cenevre'de Türkiye'nin kara listeye alındığı her ILO-Aplikasyon Komitesi toplantısı da Türkiye işçi sınıfının sermaye sınıfına karşı kazandığı bir mevzi olarak tarihe geçmektedir. ILO Konferansı sonuçlarının rahatsızlık yaratması, farklı yorumlamalarla işçi sınıfının kafasının karıştırılmaya çalışılması da bundandır.
Hatta kafa bulandırmaya çalışanların "kara liste" kavramını kullananları hedef alan hakaret düzeyinde ve aşağılayıcı sözcükler kullanmasının nedeni de budur. Bu yazıda elbette, bu ülkenin saygın bir işçi örgütünün başkanına yapıldığı gibi "S. Çelebi yıllardır Cenevre'ye gidip gelmesine rağmen ILO'nun ne olduğunu hala öğrenememiş, .... Ne olduğunu hala bilmiyor... Hayal âleminde yaşıyor" gibi kişileri ya da örgütleri aşağılayan saldırı cümleleri kurmayacağım, buna gerek olmadığı gibi böylesine kişisel öfkeler benim devrimci kültürüme de sığmaz. Benzer şekilde kimseye ILO dersi vermek gibi bir niyetim de olamaz, çünkü ben ILO'nun işleyiş ve kurallarını ya da Örgütün teknik boyutlarını en üst düzeyde bilmenin, her ILO konferansını bir tür "en çok kim biliyor yarışması"na dönüştürmenin bir meziyet olduğu görüşüne de katılmıyorum. Ama Örgütün varlık nedenini sorgulamak, alınan kararlardaki adaletsizlikleri görünür kılmak, işçi sınıfının komite kararları üzerinden elde ettiği psikolojik kazanımları kamu oyuna aktarmak başka bir şeydir ve ben bunları yapmaya devam edeceğim.
Kara liste tanımlamasına cepheden karşı çıkanlardan, örneğin Yıldırım Koç bir yandan da işçi sınıfının sermaye sınıfına karşı verdiği psikolojik mücadeleyi "hiçbir şey" olarak tanımlamakta, ya da bu mücadelenin işçi sınıfı kazanımları açısından "hiçbir önemi yok" ifadesini kullanmaktadır. Bunun en temel nedeni ise yapıların teknik ayrıntılarında boğulmak, bu ayrıntıların ardında olup biteni görememek, yorumlayamamak ya da mücadelenin bu boyutu için hiç emek harcamamış olmaktır. Örneklendirmemiz gerekirse, mesela, devlet organları, sermaye örgütleri ve devlet veya sermaye güdümlü sarı sendikaların söylemi ya da terminolojisinde sınıfların "s" sine bile rastlamak mümkün değildir. Ama bu durum bize sınıfsız bir dünyada yaşadığımızı göstermez. Benzer şekilde ILO'nun kendi jargonunda "kara liste" diye bir kavramın olmayışı da aplikasyon komitesinde hükümetlerin yargılandığı ve çeşitli cezai yaptırımlara mahkûm edildiği gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Komite'nin belirlediği 25'lik liste, hüküm giyen hükümetlerin yer aldığı bir liste olduğu için ve bu listede yer alanların "dünyada işçi haklarını en fazla ihlal edenler" olduğu belirtildiği için bu listeye "kara liste" denmektedir. Dikkat edilecek olursa tanımda geçen "en fazla" ibaresi daha az ya da daha fazla gibi bir görelilik durumunu değil, bir mutlaklığı anlatmaktadır. Yani, Komite'ye göre dünyada işçi haklarını listede yer alan ülkelerden daha fazla ihlal eden ülke yoktur. İşte bu yüzden 25'lik listenin diğer adı "kara liste"dir. Ve listeyi bu şekilde adlandıran yalnızca Süleyman Çelebi, yalnızca Gaye Yılmaz ya da sadece DİSK değildir, uluslar arası platformlarda pek çok sendika, devlet ve işveren örgütü de 25'lik liste için "kara liste" terimini kullanmaktadır1.
"Kara liste" kavramının kendisinin mecazi bir anlatım olması gerçekliği bir yana, bu listeye kara liste deyip dememek, tamamen tarafların, kişilerin ya da devletlerin konumlanışı ile ilişkilidir. Örneğin Kolombiya gibi uzun yıllardan sonra ilk defa 2010 yılında liste dışında kalmayı -ABD'nin desteğiyle- başaran bir ülkenin hükümeti, başarısını hem kendi çevresine hem uluslararası camiaya anlatabilmek için "kara liste" tabirini kullanmakta; böylelikle kendisinin listeye dâhil edilmiş olan devletlerden farkını görünür kılmaktadır (Colombia Reports, 2010). Uluslar arası emek örgütlerinin de büyük bir çoğunluğunun "kara liste" ibaresini kullandığını, özellikle ILO Konferansı sırasında yaptığım ikili görüşmelerden biliyorum. Bunu da emek örgütlerinin sınıfsal duruşu ile açıklamak mümkündür. Listede adı geçen ülkelerin hükümetlerinde ve işveren örgütlerinde ise, listeye alınmanın çok ta kötü bir şey olmadığı, ILO'da kara liste diye bir tanımlamanın bulunmadığı vb. yaşanan durumu hafifletici açıklamalar yapma eğilimi belirgindir. Diğer yandan bu tartışmada kesin olan bir şey varsa o da, tıpkı DİSK'in bu yıl yaptığı gibi,
* ülkesindeki işçi hakkı ihlallerinin asgariye indirilmesi için çaba sarf eden,* bu çabanın önündeki bütün yasal ve ulusal engelleri teşhir etmekten geri durmayan,* ILO'daki faaliyetini yalnızca beş dakikalık sunum süreciyle sınırlamayıp, Cenevre'ye gitmeden önce uluslar arası emek örgütleriyle çeşitli görüş alışverişlerinde bulunarak ülkesinin neden listeye alınmak zorunda olduğunu belgeleri ve kanıtlarıyla anlatan* Yanı sıra, hazırladığı broşür ile ülkesindeki hak ihlallerini tek tek olay bazında anlatarak yaşananları görünür hale getiren
bütün emek örgütlerinin bu listeyi "kara liste" olarak tanımladığıdır. Emek örgütleri harcadıkları bu çabaların da etkili olduğu sonuçların hepsini psikolojik alandaki sınıf mücadelesinde kazanılan mevziler olarak tanımlamaktadır. Bu anlamda Süleyman Çelebi'nin kara liste tanımlamasının, "Cenevre gezisini önemliymiş gibi göstermek" biçiminde yorumlanması olsa olsa ILO süreçlerini önemsiz, etkisiz ve gereksiz olarak tanımlayanlar için geçerli olabilir. Gerçekten de bu iddiayı ileri süren ve aplikasyon listesine alınmanın hiçbir önemi olmadığını söyleyenlere şunu sormak gerekiyor: ILO süreçleri bu kadar önemsiz ve etkisiz idiyse Örgütün teknik yapısını en ince detayına kadar öğrenme ihtiyacınız nereden doğdu? İLO süreçleri hiçbir şey ifade etmiyorsa, siz ve bağlı bulunduğunuz örgüt neden yıllardır hem de çok kalabalık delegasyonlarla Cenevre'ye gidiyorsunuz?
DİSK'in ILO konferanslarına katılımı süreç olarak ta sonuç olarak ta anlamlıdır. Bu sürece anlam veren ise DİSK'in sınıf mücadelesini yalnızca ulusal ölçekle, sadece ulusal mevzuatla ya da tek başına yerelliklerde verilen mücadelelerle sınırlı tutmuyor olması ve sınıf mücadelesinin hayatın her alanında, her an yaşandığını biliyor olmasıdır.
Kara liste tartışmalarında sıkça dile getirilen bir başka "düzeltme" ise, 25'lik listenin kara olmadığı, ama bu listeye giren ülkeler arasında en ağır cezaya (özel paragraf) çarptırılan ülkelerin listesine "kara liste" denmesi gerektiğine dairdir. Aplikasyon Komitesi sürecini hukuki bir dava süreci olarak düşündüğümüzde, davacı taraf işçi veya işveren sendikaları, davalı taraf hükümetler, jüri ise Komite'dir. 25'lik liste hüküm giyen hükümetlerin listesidir ve her hükümet hangi yasadan hüküm giymişse o yasanın adıyla birlikte telaffuz edilir. Bu anlamda örneğin Türkiye 87 no.lu sözleşmeden hüküm giymiştir. Söz konusu liste, hüküm giyen ülkelerden oluşan bir liste olduğu için "kara liste"dir. Hüküm giyen bu ülkelere çeşitli cezalar verilir. Bunlar içinde en ağır olanı "özel paragraf" denilen cezadır, öyle ki özel paragrafa alınan ülke takip eden yılda hiçbir ön müzakere ve seçime tabi olmaksızın doğrudan Komite'nin kara listesinde yer alacak ülkedir. Bu bağlamda Türkiye'de, aslında bir cezalandırma biçimi olan özel paragrafı "kara liste" diye isimlendiren bir kesim de vardır2. Buna karşın kara listenin sözlük anlamı şöyledir: Sakıncalı sayılan veya cezalandırılması düşünülen kimselerin listesi (www.seslisözlük.com) ... Bir diğer tanımlamaya göre ise kara liste, politik, sosyal ya da ekonomik açıdan arzu edilmeyen faaliyetlerde bulunan kişi, şirket ya da örgütlerin adlarının listesidir (wiki.answers.com). Bu mecazi sözcüğün sözlük anlamından hareketle, işçi hak ve özgürlüklerinin en ağır şekilde ihlalini "arzu edilmeyen bir faaliyet" olarak görmeyenlerin, örneğin TİSK'in bu listeye kara liste dememesinin normal olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Ancak, bu sonucun TİSK gibi düşünen yani bu liste için "kara" sıfatını doğru bulmayan uzman, akademisyen, sendikacılar için de geçerli olduğunu söylemek zorundayız. Diğer yandan sözlük tanımından da anlaşılacağı gibi, kara liste cezanın adı değil, cezayı hak ettiği düşünülenlerin isimlerinin yer aldığı listedir.
Peki, kara liste uygulamasını ikisi askeri darbe koşullarında olmak üzere Türkiye'nin, toplam tarihinde sadece beş kez aldığı "özel paragraf" cezası ile sınırlama çabalarının nedeni ne olabilir? Bir sermaye örgütü olan TİSK'in tepkilerini anlamak mümkündür, çünkü Türkiye uluslar arası toplum nezdinde ne kadar güçlü eleştirilirse ülkede sermaye çıkarları doğrultusundaki işleyiş o kadar tehdit altında olacak, baskılar o denli artacak, göstermelik de olsa demokratikleşme yönünde atılacak adımlar o kadar hızlanacak demektir.
2010 ILO Konferansının ardından TİSK de açıklamalar yapmış ve
"Türkiye'nin söz konusu liste kapsamında görüşülmesinin, Türk kamuoyuna Ülkemizin "kara liste"ye alındığı şeklinde yanlış yorumlarla aktarıldığı görülmektedir. Söz konusu listenin "kara liste" olarak yansıtılması hatalı bir yönlendirmedir. Kara liste ya da özel paragraf olarak adlandırılan uygulamaya, ancak Aplikasyon Komitesi tarafından ilgili ülkenin ILO Sözleşmesine aykırı davrandığı sonucuna varılması halinde başvurulmaktadır. Bu uygulamanın da uluslararası camiada ciddi müeyyideleri bulunmaktadır." (TİSK, 16 Haziran 2010) demiştir.
Tek başına bu açıklama bile, ILO süreçlerinin ne denli sınıfsal, ne denli psikolojik olduğunu ortaya koymaktadır. Evet Türkiye'li işverenler Türkiye'nin sendikal hak ihlalleri dolayısıyla hüküm giymesinden hoşnut değildir. Onların istediği aslında işçi haklarının ihlal edilmediği bir ülke değildir, asıl amaçladıkları işçi hakları ihlalleri devam etse de bunun bir yargılamaya konu edilmemesidir. Yine bu nedenle sermaye örgütleri bir hüküm giyme söz konusu olduğunda elbette bu olayı kamu oyuna basit, önemsiz ve etkisizmiş gibi göstermek zorundadır, elbette hüküm giyen ülkeler listesinin "kara" olmadığını tekrar etmek zorundadır, bunda şaşırtıcı bir yan yoktur.
Asıl sorgulanması gereken, hem emekten yana olduğunu söyleyip, hem de bunu, sermaye ideolojisine "bilimsellik" kisvesi ardında destek verirken yapanların tutumlarıdır. Hüküm giymiş ülkeler listesinin "kara" olmadığında ısrar eden bu grup, tıpkı TİSK gibi davranmakta ve sadece özel paragrafı kara liste olarak tanımlamaktadır. Böylece Türkiye'deki işçi hak ve özgürlüklerinin ihlalleri kamu oyu nezdinde önemsizleştirilerek sermaye sınıfına "akademik" ve "bilimsel" bir destek sunulmaktadır. Öyle ya, ülke özel paragrafa yani kara listeye alınmamışsa emekçilerin hak ve kazanımları açısından çok ciddi kayıplar yok demektir. Ortada ciddi kayıp ve ihlaller olmadığına göre düzeltilmesi gereken bir şey de yok demektir.
Özel paragrafa alınma ihtimali de çok zayıf (90 yılda sadece 5 kez olmuş) olduğu için, bu grup daha uzun yıllar Türkiye'nin kara listeye alınmadığı propagandasıyla gücünü tazeleyecektir. Bu nedenle, ILO'nun Aplikasyon Komitesi toplantılarına katılıp gerçekleri görünür, bilinir kılmak ne denli önemliyse Konferans sonrasında Hükümetlerin ve sermayenin yaratmaya çalıştığı "sahte gül bahçelerini" tarumar etmek de aynı derecede önemlidir. (GY/EÜ)
______________________________________________________________________________
* Dr. Gaye Yılmaz, iktisatçı
(1) Bkz. http://colombiareports.com/colombia-news/news/10127-colombia-exclued-from-un-worker-rights-black-list.html
Bkz. http://www.allbusiness.com/government/elections-politics-lobbying/9998066-1.html
Bkz. http://bikyamasr.com/wordpress/?p=13790
(2) Bkz. Aziz Çelik "Türkiye yine ILO gündemindeydi" Birgün Gazetesi, 1.Temmuz 2010