Onlarca yıl emek vererek kazandıkları mesleklerini icra edemez hale getirilen barış akademisyenlerine
bianet’te çevre, gıda güvenliği, popüler bilim gibi alanlarda öğretici, merak uyandırıcı, anlaşılır ve birlikte düşünmeye davet eden bir dille yazılmış yazılarından tanıdığımız Bülent Şık, Ege Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü mezunu, doktorasını Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü’nden almış. 2014’den beri aynı üniversitenin Turizm Fakültesi’nde Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü’ne yardımcı doçent olarak çalışıyor. Aynı zamanda ülkemizde cihaz ve donanım altyapısı açısından toksik kimyasal maddelerin analizleri alanındaki en önemli merkezlerden biri olan Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi'nin 2007’de projesinin hazırlanması safhasından başlayarak kurulumunu ve faaliyete geçmesini sağladı. Bu araştırma kurumunda 2010-2015 yılları arasında Teknik Müdür Yardımcılığı görevini yürüttü. Yerli ve yabancı hakemli dergilerde çeşitli makaleleri yayınlandı. Öğretim üyeliği görevi öncesinde Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren çeşitli laboratuvarlarda çalıştı. Kamu ve üniversite kaynaklı pek çok projede araştırıcı, danışman ve yürütücü olarak görev aldı. Ülkemizde halen devam eden insan ve çevre sağlığı ile ilgili en kapsamlı araştırma çalışmasının yürütülmesine kurduğu araştırma merkezi ile büyük bir katkı sağladı. Çalışma alanları arasında gıda güvenliği, enstrümental analiz, gıda kalite kontrolü, işçi sağlığı ve iş güvenliği, tehlikeli kimyasalların taşıma, depolama kuralları, laboratuvar kurulum ve akreditasyon uygulamaları gibi konular bulunuyor.
Buraya kadar anlattığım hikâye teknik bir akademik özgeçmişten ibaret gibi gözükebilir. Ancak Bülent Şık’ın bilimsel çalışmaları tozlu bir kütüphane rafında kalmayacak kadar hayata etki ediyor, birçok akademisyenin özeneceği kadar toplumsal faydaya sahip. Bunlardan belki de en önemlisi ve bilineni Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi’nde 2012 ve 2014 yıllarında bir ekiple birlikte yürüttüğü gıdalardaki pestisit kalıntılarıyla ilgili yaptığı araştırma. Bu çalışma Antalya’da semt pazarlarında satılan domates, yeşilbiber, salatalık, kabak, patlıcan, çilek ve portakal gibi ürünlerin zehir deposu olduğunu ortaya koydu. 2013’de semt pazarlarından tesadüfi olarak toplanan 400 ayrı sebze ve meyve örneğinin yüzde 21’inin, 2014’te incelenen 309 adet gıda örneğinin yüzde 25’inin mevzuatta belirtilen üst limit değerlerin üzerinde pestisit kalıntısı içerdiği belirlendi. Bu değerler Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından yürütülen rutin denetim çalışmalarındaki değerlere göre büyük farklılıklar içeriyor. Araştırma ekibi, bu farklılıkların yöntemsel nedenlerini çalışmalarında anlatıyor.
Çalışmanın yayınlanmasını çok fazla geciktirecek akademik yayın prosedürleriyle vakit kaybetmemek için araştırma bulgularını en kısa sürede kamuoyuyla paylaşmak istediklerini şöyle anlatıyor Bülent Şık, Bakanlıktan gelen eleştirileri de yanıtladığı yazısında: “Bir çalışma halk sağlığı veya çevre sağlığı açısından dikkate alınması gereken bulgular içeriyorsa bilim insanının asli sorumluluğu bu verileri kamu ile paylaşmaktır. Mesele uyarıyı zamanında yapabilmek ve gereken önlemlerin yine zamanında alınabilmesine vesile olabilmektir. Bulguları açıklamanın kamu kurumlarını yıprattığı, ihracatı baltaladığı ya da tarımsal üretime sekte vurduğu gibi görüşler dikkate almaya değer bir mantıksal temel taşımıyor.”[1]
301 madencinin yaşamını kaybettiği Soma faciasının davasında bilirkişi raporu yazacak uzman bulunamadığı, bazı akademisyenlerin asırlık tersane ve çevresindeki mahalle dokusunu yıkarak finans/turizm kompleksine dönüştüren Haliç Port gibi projelere danışmanlık yaptığı ya da kültürel bir miras olan Emek Sineması’nın yıkımına onay verdiği bir ülkede yaşarken bir grup akademisyenin halk sağlığı ve kamu yararını savunabilmesi bizi de cesaretlendiriyor.
Etkili araştırma
Bu kıymetli araştırmanın önemli bir toplumsal etkisi de oldu. Konu hakkında mecliste iki araştırma önergesi verildi. Change.org üzerinden başlatılan bir imza kampanyası “Zehirli sebze ve meyve istemiyoruz. Belediyeler hallerde laboratuvarlar kursun” başlığıyla 20.000 destekçiye ulaştı. Kampanyanın talepleri kalıntı izleme yöntemlerinin iyileştirilmesini, pestisit kullanımını azaltacak önlemler alınmasını, ekolojik üretimin desteklenmesini içeriyor. Bu taleplerin hepsi son derece spesifik şekilde ayrıntılandırılıyor. Önerilerin bu kadar spesifik olabilmesinde kuşkusuz araştırma ekibinin bilimsel çalışmasının sonuçları yatıyor. Bir kampanyanın talebinin somutta nasıl gerçekleşeceğinin formüle edilebilmesi toplumsal hareketler ve aktivistler için hayati önemdedir; bilimsel araştırma bunun imkanını sunar. Nitekim ot öldürücü glifosatla ilgili yakın zamanda yazdığı yazıda Şık, tarımsal kimyasalların kullanımıyla ilgili yapılması gerekenlere de dikkat çekiyor.[2]
Bülent Şık’ın kurulmasına öncülük ettiği ve geliştirdiği laboratuvarındaki cihazları anlattığı sohbetlerini de dinlemelisiniz. Bir cihazı tanımak, sevmek, anlamak gerektiğini, bilimsel çalışmanın aceleye gelmediğini, sabır, itina ve mesai talep ettiğini öyle güzel anlatıyor ki ben bir sosyal bilimci olarak temel bilimlere dair daha fazla şey öğrenme arzusu duyuyorum her seferinde.
Bu özverili ve çalışkan bilim insanının çalışmaları mesleki alanıyla sınırlı değil. 1990’larda gönüllü bir grupla birlikte Antalya’da spastik çocukların rehabilitasyona yönelik olarak faaliyet gösterecek bir derneğin kuruluş ve gelişme çalışmalarında yer almış. Dernek bünyesinde görev yapan 6 fizyoterapist, 2 çocuk gelişim uzmanı ile çoğu herhangi bir sağlık güvencesinden yoksun yüze yakın engelli çocuğun rehabilitasyonunun sağlandığı, çocukların bazılarının ilk kez fizik tedavi ve çocuk gelişimi hizmeti aldığı, sadece çocukların değil annelerinin de ruhsal sağlıklarının iyileştiği bu merkez, 2007 yılında yasal değişikliklerle bu alan özel sektöre devredilene kadar aktif olarak kalmış.
Kropotkin
Toplumsal fayda ile mesleki bilginin, politik ütopyayla gündelik hayatın birleştiği Bülent Şık yazılarını okurken Kristin Ross’un enfes kitabındaki Kropotkin tasvirini düşünmeden edemiyorum. 1871 sonbaharında St. Petersburg İmparatorluk Coğrafya Derneği Pyotr Kropotkin’e çok istediği sekreterlik mevkiini teklif ettiğinde Kropotkin Finlandiya’da buzul birikintilerini araştırmakla meşguldür. Kristin Ross o dönemdeki Kropotkin’in ruh halini şöyle tasvir eder: Kropotkin “fiziksel coğrafya alanında araştırmak istediği yeni ufukların önünde sıralandığını görmekte, yapacağı yeni keşiflerin mesela güney cenahındaki yeni çölleşen alanlarda sürdürülebilecek ekonomik hayat türlerini, tarım etkinliklerini ve gıda üretimini belirleme konusunda kullanılabileceğini hayal etmektedir. Sonra perspektifinde bir değişiklik olur. Göllere ve tepeciklere bakarken kendi gördüklerini, aynı manzaralara bakan bir Fin köylüsünün göreceğini düşündüğü şeylerle kıyaslar. Kropotkin manzaraya bakıp gözlerinin önünde teorinin ‘yeni ve güzel genellemeler’in belirdiğini görürken, aynı temaşa işini yapan köylü güzel göller görür ama kendi bilgisini genişletecek ya da gölün keyfini çıkaracak boş zaman yoktur. Gelişmiş çiftçilik yöntemleri hakkında teorik bilgi vermenin, bu bilgiyi asla kullanamayacak ölçüde yoksul ve aç olan köylülere ne faydası olur ki? Eksiksiz bir toplumsal dönüşüm köylülere düşünüp zihinsel hayatlarını geliştirecek boş zamanı verene kadar, kendi durumu ile onlarınki arasındaki toplumsal çelişkinin fazla büyük olduğuna karar verir. Coğrafya Derneği’nin teklifini geri çevirir.”[3]
Toprağa, derelere, canlılara, yeryüzünün bütününe bakarken Kropotkin’den çok da uzakta hissetmemiş olmalıdır mühendis Bülent Şık da. Yazılarının toplamı şöyle der gibidir: Doğayı, insanın ruhunu, bedenini, dilini, düşüncesini, binlerce yıllık bilgeliğini sakatlıyoruz, sonra da sakatlıkları bilimsel olarak inceleyip onlara geçici tedaviler bulma vazifesini üstleniyoruz. Başka türlü de üretebilmenin, düşünebilmenin, doğa ve insanla ilişkilenebilmenin bir yolu olmalı. Domates yetiştiren köylüyü, onu analiz eden mühendisi, satın alan tüketiciyi yan yana getirecek, bilgilerini, arzularını ve hayallerini birbirine iliştirecek farklı yaşam formları mümkün olmalı. Gelişmiş gıda güvenliği yöntemleri üzerine teorik bilgi vermenin, bu bilgiden asla yararlanamayacak ölçüde yurtsuzlaştırılmış, sürülmüş, yoksul bırakılmış köylülere, onların hayatından tamamıyla kopmuş kentlilere ne faydası olur ki? Eksiksiz bir toplumsal dönüşüm bunu değiştireceği güne kadar en azından elimden geldiğince kendi imkanlarımı bu sorunun izinden gitmek için seferber etmeliyim.
İncelikli istifa
Uzun süre yazdığı BirGün gazetesinden Akın Olgun’un yazılarına son verildikten sonra istifa sebebini açıklayan incelikli yazısında bile hayata bakışıyla ilgili önemli ipuçları saklı: “Bütün yazılarını okuduğum, yazılarında hiçbir etik problem görmediğim ve BirGün’de olmasının da gazeteye değer kattığına inandığım bir insanın yazılarına hiçbir makul açıklaması olmayan bir gerekçe ile” son verilmesini doğru bulmadığı için, kendi deyimiyle eleştirinin ilk önce kendi evimizde başlaması gerektiğine inandığı için ayrılmıştır gazeteden. Bir başka yazısında göndermede bulunduğu Aristoteles’in Nikhomakhos'a Etik kitabındaki şu sözü kendi hayatında fazlasıyla ciddiye almasını da buraya ekleyelim: "Adalet ve dostluk birbirine bağımlıdır. Adalet, kendimizi başkalarının gözünden görmemizi, dostluksa başkalarını kendimiz gibi görmemizi sağlar".[4]
Bu yılın Ocak ayında akademisyenlerin barış bildirisi kamuoyuyla paylaşıldıktan sonra Bülent Şık araştırma merkezindeki görevinden istifa etmek zorunda bırakıldı, istifasından bir gün sonra da dokuz yıldır emek verdiği araştırma merkezi ile bütün ilişkisi kesildi. Yıllardır beraber çalıştığı doktora öğrencisi rahatsız edilmesin diye danışmanlığını bıraktı. Hakkında hukuksuz bir şekilde idari soruşturma açıldı, Hürriyet Gazetesi bu soruşturmayı haksız ve suçlayıcı ifadelerle sayfasına taşıdı. Damgalama, damgalayan ve damgalanan arasındaki ilişkinin niteliğine göre sınıfsal, politik, cinsiyetçi olabilir.[5] Ama damgalama gücünü söylemsel ifadesinden daha çok o ifadeyi onaylayan ortak duyudan alır. “O akademisyenler de kendi işine gücüne baksın” demeye başlayan herkes damgalayanın diline ortak olmuştur çoktan.
O halde ortak duyuyu bir başka noktadan yoklayalım: Her gün yediğimiz yiyeceklerin zehirsiz olması için çaba gösteren, öğrencilerini meslek sahibi yapmaya çalışan, bu coğrafyadaki bütün çocukların yaşam hakkını savunan, haksızlığa uğrayan dostlarının yanında yer alan, engelliler için gönüllü olarak bir merkez kurmuş bir akademisyenin mesleki katkısı, toplumsal faydası kolayca ikame edilebilir bir şey midir? Ben kendi çocuğumun Bülent Şık’ın hocalık yaptığı bir sınıfta temel bilimlerle, gıda güvenliğiyle tanışmasını, onun yönettiği bir laboratuvardaki cihazların sesini dinleyerek, bilim zanaatını sabırla öğrenmesini, onun konuşma yaptığı bir meslek odasında ya da aktivist toplantısında çevreyle ilgili söylediklerinden ilham almasını isterdim. Bu haset ve hınç coğrafyasında bile - hatta tam da artık bu duyguların getirdiği şüphecilik, sevgisizlik ve karakter aşınmasından kurtulabilmek ümidiyle - bunu isteyecek çok fazla insan ve aile tanıyorum.
Akademi herhangi bir sektör kadar eşitsizliklere ve aşınmalara açık elbet; yine de toplumsal fayda, bireysel merak/arzu ve mesleki ahlakı işinin parçası yapmış akademisyenlerin tekil hikâyelerini anlatmanın, her biri ayrı renkte ve şekilde boncuklar misali bir ipe dizerek onlara yeniden bakmanın bir anlamı var. Kadın, işçi, LGBT mücadelelerinden bireysel hikâyeleri anlatmanın önemini, güçsüzlük ve yalnızlık duygusuna karşı bunların sağaltıcı gücünü biliyorduk. Muktedirin düzleştiren, homojenleştiren, damgalayan dilinin el koyamayacağı, yaşamın sonsuz çeşitliliğinin ve zenginliğinin gücünü anlatan bu hikâyelere bir de akademisyenlerinkini eklemenin zamanı gelmiştir belki de. (DŞD/HK)
[1] Bülent Şık, “Gıdada Pestisit Kalıntısı ve Sağlık”, bianet, 8 Temmuz 2015.
[2] Bülent Şık, “Ot Öldürücü Glifosat Sorununda Bilinmesi Gerekenler", bianet, 20 Mayıs 2015.
[3] Kristin Ross (2016) Ortak Lüks, Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi, İstanbul: Metis, s. 82.
[4] Bülent Şık, “Koalisyon, İstikrar, Barış ve Çocuklar”, bianet, 13 Haziran 2015.
[5] Türkiye’deki damgalama örnekleri ve iktidar stratejilerine dair derinlikli analizler için Deniz Yonucu (2014) “Bir Yönetim Biçimi Olarak Mekansal Ayrıştırma: Tehlikeli Mahalleler, Olağanüstü Hal ve Militarist Sınır Çizimi”, Yeni İstanbul Çalışmaları, Sınırlar, Mücadeleler, Açılımlar içinde, A. Bartu-Candan ve C. Özbay (der.), İstanbul: Metis; Eylem Ümit Atılgan (2013) “Çinçin’den Subay, Polis Çıkmış mı ki Ben Olayım? Damgalı Mekanlar”, Kenarın Kitabı, “Ara”da Kalmak, Çeperde Yaşamak içinde, Funda Şenol Cantek (der.),İstanbul: İletişim.