31 Mayıs akşamı annemlerle birlikte bir düğündeydik. Gezi Parkı henüz gündemimde pek bir yer kaplamıyordu. Zaten nasıl kaplasındı ki? Televizyonlarda olağan dışı hiçbir şey yoktu.
Ertesi sabah uyandığımda facebook sayfama bir şeyler düşmeye başlamıştı. Hemen twitter hesabıma koştum. Orada da Matrix filminde ekrandan akan sayılar gibiydi durum. Henüz ne olduğunu tam anlayamamış olmakla beraber kaygı ve heyecan duymaya başlamış, neredeyse bilgisayarımın ekranından başka hiçbir şeyle ilgilenemez olmuştum. Öğleden sonra durumu daha net anlayabilmek için Ankara’daki bir arkadaşımı aradım. Kızılay’dalarmış, gaz ve sudan nasiplenmişler. Fazla konuşamadı, kapattık. Hemen İstanbul’daki başka bir arkadaşımı aradım ve o da o “Galatasaray’ın oradan İstiklal’e çıkıyoruz, burası çok kötü” gibi bir şeyler söyleyip kapattı telefonu. Bende bir tuhaf his. Evde durmak zül oldu ve bir çanta hazırlayıp yola koyuldum.
Urla’da (Gündoğdu Meydanı’na 35 km kadar mesafede bir kasaba) ailemle birlikte oturduğumdan evden çıkmak için bazı açıklamalar yapmam gerekti. Babamın dudak kenarına yerleşen “hey allaaam ya, genç işte” alaylanmasıyla annemin yüzündeki “ay bizim kızın ne işi var oralarda” göz süzüşlerinin arasından geçip arabama atladım. Ver elini otoban…
Alsancak’a vardığımda akşamüzeriydi. Plevne Caddesi’ne yakın bir yerlere arabayı park edip yürümeye başladım. Plevne Caddesi’nde ihtişamlı TOMA karşıladı beni. Alsancak ortayaş ve üzeri sosyetesinin standart mekanı Reyhan Pastanesi’nin önündeki TOMA barikat bile sayılmayacak bir yığıntının önünde su ve gaz sıkıyordu. O gün henüz daha İzmirliler barikat kurmayı öğrenememişti, daha sonra barikat arkasında “Oğlum bu Kürtler acayip iyi biliyo bu işi, TOMA onların barikatları geçemiyo” fısıldaşmaları başlayacaktı. Kimileri balkonlarından etrafta ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, kimisi de “bütün tadımız kaçtı” ifadesiyle çevresine bakınıyordu.
O an tek düşünebildiğim şu olmuştu; “Alsancak’ın göbeğinde ikamet eden, çoğunluğu orta yaş ve üzeri beyaz Türk Cumhuriyet elitleri ilk kez polisi kendilerinin karşısında konumlanmış halde görmüş ve televizyonlarını açtıklarında bu vahim olayın gündeme bile gelmediğine tanık olmuşlardı”. Oysa çoğu için polis hırsızlara karşı onların yanında olandı. Semtlerine uğramasından rahatsız oldukları kavruk Kürt çocuklarından, akşamları karşılaştıkları seks işçilerinden şüphe ederken polis onların yanındaydı. Ve onlar imtiyazlıydı, bir gün gaza bu şekilde maruz kalacakları herhalde akıllarına hiç gelmemişti. Tuhaf bir ürpertiyle karışık umutlanmıştım. Nihayet oluyordu işte, burada ve şimdi!
Gazdan nasiplenip Reyhan Pastanesi’nin tuvaletinde limonlu mendillerle ferahladıktan sonra caddeyi geçip Kordon’a çıktım. Sahilde de akrepler ve bolca çevik kuvvet vardı. Yürümeye devam ettim. Yolda bir genç erkek bana gaz maskesi verdi, teşekkür ettim… Artık direnişe giriş 101’den geçmiştim…
Birkaç gün içinde arkadaşlar edinmiş, gündüzleri işe yetişmeye çalışıp akşam soluğu Alsancak’ta alır olmuştum. Hepimiz Tyler Durden’ız esprileri gırlaydı. Bu arada artık eylem çantam da vardı. Gaz maskelerim (gerekirse başkalarına vermek için yedekleriyle birlikte), sıvı talcidli su spreyim, peçete, içecek su, kağıt ve keçeli kalem (aniden bir döviz yapmak istersem diye)… Ve birkaç kez komik duruma düştükten sonra sloganların üç kez tekrar edildiğini de öğrenmiştim.
Bir süre sonra İskele tarafında çadırlar kurulmaya başlandı. Ben LGBTT’lerle oluyordum çoğunlukla.
TKP ve İP’nin kavgacı ve polisle çatışmaya hevesli tutumları bana itici geliyordu. “Siz her çatıştığınızda birilerinin canı yanıyor ama!” diyordum ama pek dinletemiyordum. Bana göre pasif direniş esastı. Böylece karşındaki çevik kuvvet de kendi uyguladığı şiddete dayanak bulamayıp saçmaya düşüyor ve haksızlığı kocaman bir balon gibi şişmeye başlıyordu. Elbette ne kadar pasif olursan ol yine de birilerinin canı yanıyordu… Öyle güzeldi polisimiz!
İki geceyi bir arkadaşımın evine sığınarak geçirdim. Ev merkezi bir yerde olduğundan misafirler eksik olmuyordu. O iki gece aynı evde sabahladığım kişilerinin çoğunun adını bile bilmiyorum. Gazdan yüzü gözü şişen herkese açıktı kapı. Ev çok büyük olmadığından apartman boşluğu da doluydu bir ara. Sivil polislerin apartman boşluklarına da dalma hevesi alt kapıyı sürekli açık tutmayı zorlaştırıyor, böylece biri pencereden gelen giden var mı diye bakarken bir diğeri de alt kapıyı açıp ihtiyacı olanı içeri alıyordu.
İlk günler değil ama hemen sonrasında İzmir’in ulusalcıları meydanlardaki kalabalığı bastırmaya başladı. TGB hem çabuk organize olabiliyordu, hem de epey kalabalıktılar. Bir de eylemler içinde bağımsız olsalar da “K. Atatürk” imzalı bandanalar ve kalpaklı Atatürk’lü bayraklarıyla bireysel olarak Kordon’da direnenler epey çoktu. Bu noktada ben de arkadaşlarımla onlar her “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırdıklarında “öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız” diye bağırıyordum. Bazen de Mustafa Keser’in askerleri oluyorduk. Ama illa ki faşizme karşı bacak omuzaydı. En azından bu durumun kavgaya sebebiyet vermeyişine bile seviniyorduk. Sonuçta uzun zamandır iktidara kafa tutan kalabalıkları en son Cumhuriyet mitinginde toplayabilmiş bir kentte çok da fazla şey beklemiyorduk. HDK yelekli amcayla “İzindeyiz” bandanalı teyzenin halayı bile bizi umutlandırıyordu.
İlk haftadan sonra İzmir’de polisin müdahalesi epey azalmış, Kordon kurtarılmış bir “polis free zone” haline gelmişti. Böylece oturup konuşabilmek de kolaylaşmıştı. Ne yazık ki Türk solunun büyük bölümü tüm bu olanları sınıfsal bir kalkışma olarak ele almış ve devrim nidalarıyla sohbetleri şenlendirmeye kaptırmıştı (elbette böyle bir damar da vardı direnişte ama onların düşündüğü şekilde değildi). İlk günlerde en sert müdahalelerin yaşandığı Basmane özellikle sol grupların her fırsatta gitmek istediği bir yer haline gelmişken, ulusalcılar Gündoğdu’yu mesken tutmuştu. Elbette bu da Basmane’yi elitlerin gözünden uzak tutuyor, polisin müdahalesini kolaylaştırıyordu. Yoksa öyle her akşam Kordon’da akrep-TOMA görmek kimse kusura bakmasın Alsancaklı teyzelerin kaldırabileceği bir şey değildi!
Kordon’da çadırlarda kaldığımız gecelerde bizi en çok güldüren ışıkları açıp kapama eylemiydi. Cağnım Kordon ahalisi yalıdaki evlerinden eyleme canı gönülden destek veriyordu. Ne var ki bu o kadar da kolay değildi, lüküs salonlardaki reostalı aydınlatma sistemleri öyle ha dedin mi açılıp kapanmıyordu. Yavaşça solan, sonra tekrar yavaşça parlayan ışıklardı. Hala o görüntüyü videoya çekmediğimize üzülüyorum. Vallahi patlardı nette!
Haberleşme ağı kısa sürede oturmuştu ve her an İstanbul’dan, Ankara’dan, Eskişehir’den, Antakya’dan ve daha birçok yerden haberler geliyordu. Meta fetişizminden dem vurup horladığım o cağnım İphone’lar hepimizin hem gözü kulağı, hem de kişisel güvenliğimizin tek dayanağı oluvermişti. Bende hala bir tane olmadığından Mobeselere kalmıştım, Allah’ım beni bu kayıtlarla sınamasındı! İktidar tarafından öldürülen, sakatlanan, bazen de kendisinden haber alınamayanları da buradan öğreniyorduk. Sonra Medeni Yıldırım’ın öldürüldüğü haberi geldi. İşte o gün çok güzel bir şey oldu. Yani elbette Medeni’nin ölümü çok kahrediciydi, ama o gün İzmir’de büyük bir kalabalık Lice’yle ilk kez yakına koydu kendini.
Bir de İzmir’de ilk kez yapılan Eşcinsellerin Onur Yürüyüşü’nde “diren Lice, eşcinseller seninle” diye bağırmak çok güzeldi. Ama tabii her şey öyle masal sonu gibi hallolup bitmiyordu. Belli zaman sonra yine insanlar eski pozisyonlarına meyil etmeye başladılar. Ama yine de bir duvar aşınmış, karşı taraftan ışık sızar olmuştu işte. Ben de bu ışığa güvenmek istiyorum zaten. Anlatacak bir dolu şey var. Ama tahminimce benim anılarımdan da herkeste çok var. Neticede direnişi de benden öğrenecek değilsiniz yani! (GK/HK)