Fotoğraf: Ahmed Akacha / Pexels
6 Şubat’ın birkaç gün sonrasını düşünüyorum. Deprem sonrasında herkesin bir şekilde yardım bulmaya çalıştığı, enkaz altından attılan tweet’leri yaymaya çalıştığı ve arama kurtarmanın örgütlenmeye çalışıldığı o günlerde bir ekip yola çıkmıştı. Süreç kaba haliyle şöyle örülmüştü; sosyal medyada yayılan “mülteciler yağma yapıyor” haber ve görsellerinin ardından taraftar grupları mülteci avı diye adlandırdıkları hedefleri için deprem bölgesine ulaşmışlardı. O gece bir varilde ateş yakıldı, sloganlar atıldı, marşlar söylendi, devriyeler atıldı, nöbetler tutuldu vs.
Bu görseller sosyal medyada dolaşırken bir taş kaldırmaya yaramak yerine depremin yanı başında bu şekil bir organizasyonun örgütlenmesi çok kısa bir zaman almıştı. Bunlar yaşanırken hedef şaşırtması yapılıyor, cadılar öne atılıyor ve cadı avı öfkeyi boşaltıyor gibi çokça değerlendirme yapılmıştı. Ve doğrudur sosyal medyada yayılan dayanışma gönderilerinin yerini, zaman zaman bu videolar ve bu videoları tebrik edenler alabilmişti. Fakat söz konusu hedef şaşırtma değerlendirmesi tek başına yeterli değil.
Örgütlenen bu süreç yerini kısa süre içerisinde farklı bir boyuta taşımıştı. Hepimiz işkence videoları izledik. İnsanların duygusal mekanizmalarının öne çıktığı zamanlardı ve bunun da etkisiyle çok hızlı yayılan birkaç video ve haber başlığının hepimizi getirdiği yer burasıydı. Öyle ki göçmen düşmanlığıyla başlayan bu cadı avı içerisine bir anda herkesi almıştı. Sokak ortasında şüpheli ilan edilen insanlar linç edilip “biz mülteci sandık” deniliyordu. Neyle açıklayalım? Irkçılık? Faşizm? Şiddet teorileri? Eğer istenirse elimizde insan hakları metinleri de var ve pastanın süslü görünmesi için biraz da hukuk önerebilirim.
Ölçeği küçültüp daha geniş bir alana bakalım. Çok yakın henüz bir haftalık süre içerisinde göç haberlerinin takibini yaptığımızda hemen şuracıkta Meriç Nehri üzerinde bir adacıkta aralarında hamile kadınlar, üç yaşındaki çocuklar ve yaşlıların da olduğu 52 kişinin mahsur kaldığıyla karşı karşıya kalıyoruz. Yiyecek yok, su yok, tuvalet yok, hak yok, hukuk yok. 52 kişi bir adacıkta bekletiliyor. Nereye gidecekler diye uzun uzun tartışmaktan, adacığın terk edilmesinin engellenmesinden ve işkenceden başka hiçbir şey yok (1).
Geçtiğimiz ay Meksika sınırına yerleştirilen bariyerlerin testereli şamandıralardan oluştuğu ortaya çıkmıştı (2). Şamandıralar aşılmasın ve caydırıcı olsun niyetiyle. Avrupa yolu üzerinde göçmen botu bir gemi mürettebatı tarafından batırılmış, boğulma ve ölüm anları kamerayla video altına alınmış ve paylaşılmıştı (3). Aynı zamanda bildiğimiz göç yollarında botlar batmaya devam etti, Sahra Çölü yürünerek geçilmeye çalışıldı, açlıktan, susuzluktan ve sıcaktan ölümler sürdü. Yeter mi? Tadınızı yeteri kadar kaçırabildiysem yeter diyelim yetsin.
Marx, kapitalizmi analiz ederken hiçbir ahlaki yargılamaya girişmemiştir. Dahası kapitalizmin yerine daha güzel, daha ahlaklı veya daha iyilik dolu olduğu için sosyalizm önerisi getirmez. Marx, esas olarak kapitalist üretim biçiminin ve ilişkilerinin işleyişinin bilimsel bir anlama ve açıklama gayretine girişmiştir. Engels, Marx’ın komünist taleplerini bir ahlaksal ilke üzerine temellendirmediğini, her gün artan derecede meydana gelmekte olan kapitalist çöküşün üzerine temellendirdiğini söylemiştir. Bu yolla kapitalizmin en güçlü ve etkili eleştirisini -dünyada var olan ve işleyen devrimi eğilimleri ve güçleri de açığa çıkararak, açıklayarak ve analiz ederek- bilimsel bir eleştiri ortaya konulmuştur (4). Bugün göç olgusunu incelerken de tam olarak böylesi bir yönteme ihtiyacımız var.
Göçün ahlak, din, vicdan, iyilik gibi kavramlarla analizi veya açıklanması çok işimize yarar gibi durmuyor. Eğer bir değişim veya dönüşümse ihtiyacımız olan şey, maalesef bu hakkı üst yapıya haiz olan güçlere veremeyiz. Hukuku işletir, hakları düzenlersek ve insanlar da biraz daha iyi insanlar olurlarsa bu işlerin feraha kavuşacağı oldukça yanlış gibi duruyor. Marx’ın savunmasındaki "Elimde tutmakta olduğum bu Kod Napalyon, modern burjuva toplumunu yaratmamıştır. Tersine, 18. yüzyılda doğan ve 19. yüzyılda gelişen burjuva toplumu, hukuksal ifadesini bu Kodda bulmaktadır yalnızca. Bu toplumsal koşullara uygunluğu sona erer ermez bu Kod basit bir kâğıt parçasına dönüşür” şiirsel çıkışından anladığımız üzere üst yapıyı belirleyen alt yapıdır (5). Bu sebepledir ki değiştirme ve dönüştürme hakkını bir tek siyasete ve siyasal alana verebiliriz. İhtiyacımız olan güç ve töz buradadır.
Öyleyse devam edelim. Göçmen karşıtlığının böylesi bir yoğunlukla tüm dünyada yaygınlaşmasını açıklamamız gerektiğine dair olan ihtiyacımız benim yaşım ve seviyem sebebiyle bu yazı dizisinde karşılanamaz olsa da bununla ilgili yazılıp çizilenlerden bahsetmekte fayda görüyorum. Foucault’nun 17 Mart 1976 tarihli dersinde söz ettiği ırkçılık kavramı bugüne dair ilgiyi üzerinde toplamış görünüyor. Foucault’ya göre ırkçılık, devletin işleyişinin temelini teşkil etmektedir. Irkçılığın izine rastlanmayan modern devlet işleyişi bulmak mümkün değildir. Bir ırkın iyiliği, sağlığı, ilerlemesi diğer ırkın ölümüne bağlıdır ve gerektirir. İktidar dâhilinde ölümün seferberliği meşru zemine oturtulmaktadır. Öldürme sadece cinayet olarak değil, ölüm risklerine alınmayan önlemler, sınır dışı etmeler, ülkeye girişin yasaklanması, kapatılması gibi politik ölümler de ve ölüme terk etmeler de ölümün seferberliğine içkindir (6). İSİG Meclisi’nde işçi ölümlerinin takibi, göç yollarında yaşananlar, geri gönderme merkezlerindeki uygulamalar, göçün sebepleri vd. yukarıda bahsedilen politik ölümler hakkında zihnimizin açılmasına faydalı olacaktır.
Göçmen düşmanlığının nedeni sorusunun bütünlüklü bir cevabını hâlâ merak ediyorum. Örneğin göçün ilk dönemlerinde parklarda yatan, bahçelerde geceleyen mülteciler düzen bozmakla, turist kaçırmakla, estetiğe zarar vermekle suçlanıyor ve tepki çekiyorlardı. Kamplara veya işgücüne kapatılmayan mültecilerin tepkiyle karşılanmasının başat örneği bu zamanlara tekabül ediyor (7). Bunu kırık cam teorisine benzetiyorum.
George Kelling ve hukukçu akademisyen Catherine Coles’in birlikte yazdıkları “kırık cam teorisi” evsizlik üzerine yazılmış en çarpıcı metinlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir binada tek bir kırık camın olması halinin bile binanın ve onu çevreleyen mülklerin dışardaki insanlar tarafından zevk ve yağma için göze kestirilen mekânlar olarak algılanacağını iddia ederken kenti bu binalara, evsizleri de doğrudan kırık cama benzetmektedirler. Bu teoriye ve yazarlarına göre kırık camın mevcut olma durumu doğrudan kriminojendir ve suç üretmektedir.
Buradan hareketle yazarlara göre pis kokan, sarhoş, beceriksiz evsizler doğrudan polis denetimine ve sert kontrol kurallarına tabii olmak zorundadır. Kırık cam teorisinin yazarları insanların sınıf statüleri sebebiyle doğrudan ötekileştirmesinin ve doğrudan suçlu sayılmasının anayasal problemler içerdiğini kabul etmektedirler. Fakat yine de evsizlerin kentin imajına yıkıcı etkilerinin olduğunu vurgulayarak teorilerini savunurlar ve öyle ki sokakların evsizlerden temizlenmesi adına hukuksal ve anayasal araçların yetersizliğine dikkat çekerek bu husus özelinde kurgulanan yasa ve yaptırımların daha da sertleşmesi gerektiğinin altını çizmektedirler. Evsizlik durumunun mevcut ekonomi politikle ve mülkiyetle ilişkisini yekten hasıraltı ederek evsiz insanların doğrudan kendi seçimleriyle evsiz olduğu düşüncesiyle hedef gösterirlerken polis, kanunlar ve toplum tarafından hedef alınmalarını önermektedirler (8).
Buradaki bahsedilen evsizlerin polis, kanun ve toplum tarafından hedef alınmaları önerisi, bugünün yükselen göçmen düşmanlığıyla paralellik taşıyor ve son kertede göç eden figürler kolluğun, kanunun ve toplumun hedefi oluyorlar. Bir taraftan göçmenler sınıf kardeşimiz mi, değil mi, gitsinler mi, kalsınlar mı diye tartışıladursun, tarihsel izleğini sürdüğümüzde örneğin İngiltere’de erken dönem göç normları, yersiz yurtsuzlarla göçmenlerin aynı yaptırımlara maruz kaldığını göstermektedir (9). Bu sebeple bir taraftan da sınıfın -veya nasıl tarif etmek isterseniz yoksullar, ezilenler, ötekiler, proleterya- siyasal mücadele alanının göç eden figürlerle kesişmesinin yollarını aramak, tartışmak ve hatta bulmak zorundayız.
Zor, engebeli ve belki şu an bakınca imkânsız zamanların içindeymişiz gibi görünüyor. Doğrudur. Yine de Engels şöyle diyordu; “Biz devasa bir gücüz, bizden korkulacak... Benim övüncüm bu işte."
Kaynakça
1- Göçmenler Türkiye/Yunanistan sınırında ordular arasında "futbol topu"na döndü (Erişim Tarihi: 17.08.2023).
2- ABD-Meksika sınırına testereli şamandıralar yerleştirildi (Erişim Tarihi: 17.08.2023).
3- https://twitter.com/ABCGazetesiTV/status/1687841546811392002 (Erişim Tarihi: 17.08.2023).
4- Sayers, S. (2020). Marksizm ve İnsan Doğası. (Çev. Şükrü Alpagut). 3. Basım. İstanbul. Yordam Kitap.
5- Karahanoğulları, O. (2002). Marksizm ve Hukuk. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 57(02). 61-92.
6- Foucault, M. (2018). Toplumu Savunmak Gerekir. (çev Şehsuvar Aktaş). 9. Basım. İstanbul Yapı Kredi Yayınları.
7- Özmakas, U. (2021). Biyopolitika: İktidar ve Direniş. 3. Baskı. İstanbul. İletişim Yayınları.
8- Mitchell, D. (2020). Kent Hakkı (Çev. Aydın Çavdar). 1. Basım. İstanbul. Ayrıntı Yayınları.
9- Naıl, T. (2022). Göçmen Figürü. (Çev. Dılşa Ritsa Eşli). 1. Basım. İstanbul. İletişim Yayınları.
(FG/AS)