Fotoğraf: Erçin Ertürk - AA
Mekân konusu kent çalışmalarının önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Mekânın devlet ve iktidar ilişkileri, mekân kullanımının sınıfsal biçimi ve yöntemi, mekânın artı değer birikiminde oynadığı rol gibi konular söz konusu önemli kısmın önde gelen başlıklarından bazıları olarak sıralanabilir.
Mekân dediğimiz olgu akademik çalışmalar içerisinde -ki bunlar farklı araştırma ve analiz yöntemleriyle kurgulanmaktadır- mikro ölçekten (örneğin ev içi oda kullanımı) makro ölçeğe (örneğin şehir merkezi) geniş bir skalaya sahiptir.
Bu geniş mekân yelpazesi beraberinde çok boyutlu araştırma sorularını da beraberinde getirmektedir. Söz konusu zengin araştırma soru ve problemlerine sahiplik hali, bizi mekân üzerine düşünürken onun politik anlamı üzerine de düşünmeye itmektedir. Mekân devletin ideolojik aygıtları arasında doğrudan dâhil olarak konumlanmaktadır ve mekânı ideolojik aktarım sahnesi olarak tarif etmek mümkündür. Söz konusu boyutuyla mekân, iktidarı diri tutmakta, varlığının iletkeni olarak işlemekte, yeniden üretmekte ve böylece iktidarı her seferinde doğal ve meşru bir zemine oturtmaktadır.
Mekânın ideolojik yayılma niteliğine sokak adları, mimari, tasarım ve anıt gibi olgular da dâhildir (1). Bunlara ek olarak yollar, sokaklar, caddeler, binalar sınıfsal ayrımın toplumun maruz kalarak tecrübe ettiği mekânlar olarak karşımıza çıkmaktadır (2).
Marksist yöntemlerin kullanılarak mekân üzerine yapılan analizler ve çalışmalar üretim tarzları ve mekân ilişkisini ortaya çıkarmaktadır. Lefebvre bu sonucu “mekân dönemselleştirmesi” diye adlandırmaktadır. Buna göre Lefebvre avcılık toplayıcılık ve neolitik üretim tarzlarının mekânlarını mutlak mekân (doğa), asya tipi ve feodal üretim tarzlarının mekânlarını kutsal mekân, erken kapitalizmin mekânlarını soyut (politik-ekonomik) mekân, geç kapitalizmin mekânlarını ise çelişik mekân olarak tarif etmektedir. Lefebvre’nin kapitalizmin çelişik mekân tarifi Marx’ın ortaya koyduğu kapitalizmin iç çelişkilerine dayanmaktadır. Kapitalizm kendi iç çelişkilerini aşmak için mekâna yerleşmekte ve onu yeniden üretmektedir.
Kapitalizm tam da Marx’ın gösterdiği üzere, iç çelişkileri sebebiyle zamansal ve mekânsal engelleri aşma eğilimi göstermektedir. Bu yeniden üretim hali dolayısıyla kapitalizmi de yeniden üretmektedir (3). Fakat kapitalizm yalnızca mekân üretimiyle sürmemektedir. Aynı zamanda mekân üzerinde kurduğu hâkimiyet kapitalizmin ayakta kalmasında rol almaktadır (4).
Mekân ölçeğini büyütüp kent üzerine düşünmenin elzemliğini Mike Davis “Kent çağında yaşıyoruz. Kent bizim için her şey demektir. O bizi tüketiyor, biz de onu yüceltiyoruz.” (5) tarifiyle öne çıkarırken aynı zamanda kentin günümüzde konumlandığı yeri de tarif etmektedir. Komünist Manifeto’da ise kentlerin tarifi şöyle yapılmaktadır:
Burjuvazi kırsal alanı kentin boyunduruğuna soktu. Koca koca kentler yarattı, kırsal nüfusa oranla kent nüfusunu büyük ölçüde artırdı ve böylece nüfusun hatırı sayılır bir parçasını kır hayatının yalıtılmışlığından kurtardı… Burjuvazi üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun dağınıklığına her geçen gün biraz daha son veriyor. Burjuvazi nüfusu bir araya topladı, üretim araçlarını merkezîleştirdi ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırdı (6).
Üretim biçimi ve ilişkilerinin, kârlılığın artmasının, piyasanın genişlemesinin ve sermayenin kısa sürede daha büyük ölçekli mekânlarda dolaşabilmesi doğası gereği kapitalizme içkin bir süreçtir. Bu süreç mekân boyutundan kentsel boyuta taşınmaktadır ve kent yaygınlığı küresel boyuta erişmektedir. Modern şehir günümüzde tüm toplumun sömürülmesini örgütleyerek yaygınlaşmaktadır. Buradan hareketle modern şehir sadece üretimin ve sermayenin yoğunlaştığı pasif bir yer olarak değil, hali hazırda üretim araçlarına müdahale eden niteliğiyle de karşımıza çıkmaktadır (7).
Kent mefhumunun üretim biçim ve ilişkileri için taşıdığı anlamlar bütünü, kent hakkı mücadelelerinin ve devrimci mücadelenin de bir ayağı olarak konumlanabilecek niteliktedir.
Çünkü esasen kentleşmenin kendisi de bir üretim sürecidir ve dolayısıyla mevcut üretim biçiminin ve üretim ilişkilerin tasfiyesinin bir ayağını kent oluşturmaktadır.
Kent mücadelesi tek başına bir hedef değil, mücadele için bir uğrak olmasının yada daha doğru ifadeyle olması gereğinin yanında, ek olarak kent mücadelesi vermek, bir gün önce sarılıp selamlaştığımız insanların bir gün sonra sele kapılıp denize vurmasına şahit olmama talebinin mücadelesidir, akşam görüştüğümüz insanları sabah göçük altında aramama mücadelesi. Yaşamda ve ölümde eşitlenme mücadelesidir. İçi boş bir gösteren olan kentin boşluğunun kim tarafından ve ne için doldurulacağı meselesidir (8).
Kentsel dönüşüm
Türkiye kentleşmesine göz attığımızda 70 yıllık bir kentleşme olgusu karşımıza çıkmaktadır. 1950 Türkiye’si %20 oranlı kentleşmeye sahipken 2022 yılına gelindiğinde yüzde 93,4 oranına sahip olmuştur (9).
Bu canhıraş süreci öne çıkaran en temel özellik sürekli olarak değişim, dönüşüm ve yıkıp yeniden inşa süreçlerini içinde barındırmasıdır (10). Kentleşmenin bu hızlı yükseliş serüveni beraberinde kent yoksullarını, gecekonduları, gecekondulaşmanın yaygınlığı imarsız arazilerde imar aflarını,, imar afları ise yeni inşaları, yeni inşalar ise yeni rant alanlarını ve beraberinde de kâr alanlarını doğurmuştur.
Devlet, kente göç edenlerin kendi elindeki hazine arazileri stokunu işgal etmesine çoğunlukla sessiz kalarak ve göstermelik önlemleri aşmayan yasa ve örneklerin dışında göz yummuştur. Öyle ki ilk yıllarından bu yana gecekondu mahalleleri ve bu mahallelerin yapısal sorunları Türkiye’de seçim malzemesi olmuştur. İmar afları müjdelerinin siyasal kampanyalarda bu denli cüretkârca yer alması devlet ile kente göç eden insanların sessiz ortaklıklarının en önemli göstereni olmuştur.
Bu erken gecekondulaşma sürecinde devlet ithal ikameci sanayileşmenin yapısına da uygun olarak, yeniden dağıtım işlevini yerine getirmiştir (10). Ayrıca Türkiye’de gecekondulaşma sayesinde imar izni olmayan hazine bölgeleri ruhsatlı sermaye birikim alanlarına dönüşmüş ve dönüşmektedir (2). Fakat bu sessiz ortaklık kısmında sorumlu tutulması gerekenin kente göç eden yoksulların değil, karar alıcıların, uygulayıcıların olduğunun altını çizmekte fayda bulunmaktadır.
İlerleyen süreçle beraber nüfus artmış, şehirler büyümüş ve kentlerin uzak çeperlerine kurulan gecekondular şehre dâhil olmuşlardır. Bu dâhil olma hali ise imar afları ve tapu dağıtımıyla beraber gecekondu mahallelerini ve sakinlerini kentsel dönüşüm canavarıyla tanıştırmıştır. Kentsel dönüşümün canavar olarak tarif edilmesinin sebebi oturmaya elverişsiz, konforsuz, işlevsiz ve hatta ölümcül konutlarda yaşamanın talep edilmesinden değil, bu memlekette ve başkaca birçok yerde kentsel dönüşümün söz konusu elverişsiz konutların içinde barınanlar adına işler bir niteliğinin olmadığı içindir.
Kentsel dönüşüm artı sermayenin emilmesine aracılık etmesiyle her zaman sınıfsal bir boyut arz etmektedir. Zira kentsel dönüşüm sürecinden en çok yoksullar, yoksunlar ve iktidarlar tarafından marjinalleştirilenler etkilenmektedir (8). Literatürde incelenen her örnek olayda, yapılan her araştırmada, yazılan her tezde ortak bir çıktı bulunmaktadır; nüfusun büyük çoğunluğu için yoksulluğun baki kaldığı kentlerde kentsel dönüşüm ile birlikte yoksulluk değil, yoksullar süpürülmektedir.
Geldiğimiz noktada büyük apartmanların, güvenlikli sitelerin arasında kalmış gecekondular Engels’in İngiltere anlatısından oldukça karmaşık bir yapıya sahip olsa da, Türkiye kentleşme olgusuna yukarda oldukça kaba anlatılan bu süreçler eşliğinde tanık olmuştur.
Latincede tanık anlamının karşılığına gelen iki sözcük bulunmaktadır. Bunlar “testis” ve “superstes” sözcükleridir. Testis kelimesi İngilizce “testimony” kelimesinin kökenidir ve etimolojik anlamıyla iki hasım tarafın bulunduğu bir yargılamada üçüncü kişiyi ifade etmek için kullanılmaktadır. İkinci sözcük superstes ise bir olayın doğrudan, yaşayan olarak muhatabı, olayın oluşundan bitişine kadar bire bir maruz kalmış kişiyi ifade etmektedir. Başlangıç ve bitiş anına kadar bizatihi yaşamış olmak kişiye olay adına tanıklık niteliği kazandırmaktadır.
Tanıklık meselesi bir tür “adına” veya “vekâleten” konuşma meselesi ise o zaman vekil tahin edilen kişi bir bakıma öznedir de. O yüzden tanık olmak baş döndürücü bir iştir. Bu işte özneliği yok edilen dibe vurur. Bunun yanında ise özneleştirilen veya özneleşen kendi adına söyleyecek bir şeyi olmadan konuşmaktadır. “Bir takım şeylerden bahsediyorum… Aslında bizzat yaşamadığım şeylerden.” Töz buradadır (11).
Bugünden bakınca hayatta kalanlar olarak bizlerin her iki anlamıyla tanık olduğu onlarca yüzlerce olay, yıkım, zulüm ve katliam sıralanmaktadır.
Bu yazıyı hepimiz 6 Şubat’ın da tanıklarıyken ve tüm süreci çeşitli biçim ve etkilerde yaşamışken ne olmuştu ve süreç nasıl ilerledi kısımlarına girmekten azade tutuyorum. İzninize sığınarak kendi çalışma konum olan kent hakkı perspektifinden önemli olduğunu düşündüğüm birkaç noktanın altını çizmekle yetineceğim.
Nisan ayının sonunda bakanlık tarafından ihale edilen Antakya planı yayınlanmıştı. Plan yaşamdan, bölgeden, tarihsel dokudan ve kültürden soyutlanmış, karar mekanizmaları yukardan aşağı örülmüş, karar ve çizim süreçlerinde katılımın olmadığı, sermayeye ve onun ihtiyaçlarına göre şekillenip sonuçlanmış bir kent projesi olarak karşımıza çıkmıştı. Aynı günlerde İstanbul’da Antakya Tarihi Merkezi’nin toplantısı yapılmış, ardından Antakya’nın kaderi İstanbul’dan belirlenemez eylemiyle Antakya halkı tepki göstermiş ve eylem yapmışlardı (12).
Bundan sonrası üzerimize düşen ‘tanık olma’ niteliğimizin getirdiği konuşma halini aşma süreci olarak orada öylece karşımızda durmaktadır. Bu hali aşmak gidenlerin hesabını sormak, kalanlarla dirsek temasında bulunmak, dayanışmak, yazının başlığını oluşturan “kime isyan edeceğim ben bunu?” serzenişine ses olmak ve yeni inşa sürecinde kentlerin kültürel yapısını, motiflerini korumak, katılımcı karar mekanizmalarını oluşturmak ve sermayenin yeni rant alanları olarak gördüğü bölgede aynı sürecin tekrar yaşanacağı kent inşasına geçit vermemekle mümkün olabilir.
TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın 02.03.2023 tarihli bülteninde altını çizdiği “Halkın dâhil olmadığı, üstten, merkezi bir karar alma süreciyle tip proje bina yığınları üretilip kentsel aidiyet, kent kimliği, toplumsal olarak inşa edilmiş bellek mekânları bir kez daha yıkıma uğrayacak. Emeğimizle ürettiğimiz kaynaklar, hayalet mekânlara, yatakhane kentlere akıtılacak” (13) vurgusu, mücadele edilmezse yaşanabilecek sürecin ve esasında sermayenin talebinin altını çizmektedir.
Yukardan aşağı kurgulanan yeniden inşa süreçlerinin sermaye ve egemen ideolojinin kent tahayyüllerine göre şekillendiği görülmektedir. Yukardan aşağı örgütlenecek her yeniden inşa süreci kentlerin kültürel miraslarının kaybı anlamını taşıyacak, sermayenin rant alanı olarak gördüğü bölgede kültürel anlamda da ideolojik, politik dönüşümler için fırsat yaratılmış olacaktır. Bu miraslara ve kentsel kimliklere oraların insanlarının özne olarak talepleri ve katılımıyla sahip çıkma iradesi, mücadele etmek ve dövüşmek üzere bizleri beklemektedir.
Çağdaş Hukukçular Derneği’nin “Asrın Felaketi Değil Kapitalizmin Krizi” dosya konulu sayısında Selçuk Kozağaçlı “Deprem Suçlarına Giriş” adlı yazısında şöyle yazmıştı: “Dünyayı hukuksal parsellere; sınıflara, ırklara, cinsiyetlere bölerek mülk edinmektir suç. Mülkiyet suçtur. Banka ve sigorta şirketi işletmek; borsa kurmak suçtur. Devletin görevini ihmal etmesi değil bizzat görevinin kendisi suçtur. Paylaşmamak, dayanışmamak, köprü kurmamak, engel yıkmamak suçtur. En büyük suç, değiştirmeye soyunmamak, direnmemek, bedeli ne olursa olsun dövüşmemektir” (14).
Mücadele için çok sıkışmış, daralmış, tıkanmış ve itilmiş zamanların içinde olduğumuz aşikâr. Sanıyorum ki hepimizin ortak gündemlerinden bir tanesini içinde bulunduğumuz zamanları tarif etme çabası oluşturuyor. Böyle zamanlarda beynimin içinde döndürdüğüm, güç bulduğum şu sözlerle yazıyı bitirmek isterim.
Belki size de omuz olur: “Yoksullar bazen yorulur, sık sık da yenilirler. Sabretmek ile teslim olmayı, soluklanmak ile vazgeçmeyi sakın birbirine karıştırmayın. … Şimdi kötü günlerdeysek de her şeyin bir zamanı var. “The times is out of joint” diyordu Hamlet. Gerçekten de onursuz bir çağ bu; zamanın çivisi çıkmış ve yerine takılmayı bekliyor. Kim takacak? Onu da Marx söylüyor: “Henüz gelip çatmamış devrimcinin saati vardır.”
(FG/EMK)
Kaynakça
(1)- Çavuşoğlu, E. (2016). Türkiye Kentleşmesinin Toplumsal Arkeolojisi. İstanbul. Ayrıntı Yayınları.
(2)- Erdoğan, N. (2016). Yoksulluk Halleri Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri. İstanbul. İletişim Yayınları.
(3)- Lefebvre, H. (2019). Mekânın Üretimi. (Çev. Işık Ergüden). İstanbul. Sel Yayınları.
(4)- Harvey, D. (2022). Kent Deneyimi (Çev. Esin Soğancılar). İstanbul. Sel Yayınları.
(5)- Davis, M. (2016). Gecekondu Gezegeni. (Çev. Gürol Koca). İstanbul. Metis Yayınları.
(6)- Marx, K. ve Engels, F. (2014). Komünist Manifesto. (Çev. Nail Satlıgan). İstanbul. Yordam Kitap.
(7)- Lefebvre, H. (2020). Şehir Hakkı (Çev. Işık Ergüden). İstanbul. Sel Yayınları.
(8)- Harvey, D. (2015). Asi Şehirler Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru. (Çev. Ayşe Deniz Temiz). İstanbul. Metis Yayınları.
(9)- Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları, 2022 https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Adrese-Dayali-Nufus-Kayit-Sistemi-Sonuclari-2022-49685#:~:text=T%C3%9C%C4%B0K%20Kurumsal&text=T%C3%BCrkiye'de%20ikamet%20eden%20n%C3%BCfus,575%20bin%20441%20ki%C5%9Fi%20oldu. (Erişim Tarihi: 25.06.2023).
(10)- Işık, O. ve Pınarcıoğlu, M., M. (2021). Nöbetleşe Yoksulluk Gecekondulaşma ve Kent Yoksulları: Sultanbeyli Örneği. İstanbul. İletişim Yayınları.
(11)- Agamben, G. (2017). Tanık ve Arşiv Auschwitz’den Artakalanlar. (Çev. Ali Hasan Başgül). Ankara. Dipnot Yayınları
(12)- https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/hatayda-rant-kaygisi-2076536 (Erişim Tarihi: 25.06.2023).
(13)- https://www.spo.org.tr/detay.php?sube=0&tip=2&kod=12217 (Erişim Tarihi: 25.06.2023).
(14)- Kozağaçlı, S. (2023). Deprem Suçlarına Giriş. Çağımızda Hukuk ve Toplum Dergisi. 32/2. 72-78.