Londra'da geçtiğimiz hafta 29 yaşındaki Mark Duggan'ın polis tarafından öldürülmesi ile başlayan isyanlar son dönemlerde yaşanan gençlik isyanlarının sosyoekonomik ve politik arkaplanlarına dair birçok soruyu yeniden gündeme getirdi. Her ne kadar bu isyanlar dünyanın değişik ülkelerinde ve şehirlerinde bambaşka dinamiklerle ortaya çıksa da aralarındaki bağlantılar ve benzerlikler, gerek küresel ekonomi politik hakkında gerekse de yeni direniş hareketleri ve biçimleri hakkında son derece önemli veriler sunuyor.
İsyanları toplumsal arkaplanda kalan ve görünmez kılınan soyoekonomik ve politik problemleri gündeme getiren -örgütlü ya da örgütsüz, planlı ya da anlık- olaylar olarak düşünürsek, dünyanın dört bir yanında gerçekleşen isyanlar iktidarların normalleştirmeye çalıştıkları baskı ve tahakküm politikalarına bir karşı çıkışı, en saf haliyle adalet talebini gündeme getiriyor.
Bu bakımdan son dönemin en sert isyanlarından birisinin yaşandığı Londra'nın Avrupa'daki en eşitsiz, en çok sınıfsal ayrışma yaşanan şehirlerden birisi olması tesadüf değil. Gündelik hayatta deneyimlenen yüksek işsizlik oranları, yoksulluk ve yapısal şiddetin yanında her gün reklamlar, haberler aracılığıyla pompalanan piyasa dünyasının çekiciliği ve neoliberal arzuların kuşatması bu ayrışmayı daha da derinleştiriyor.
Muhafazakarların kemer sıkma politikaları, kamu harcamalarındaki kesintiler, özellikle gençlere yönelik kamu harcamalarının azalması, kitleler ve gençlik üzerinde ciddi baskı oluşturuyor. Öte yandan sürekli artan işsizlik ve yoksulluk da beyaz olmayan gruplara ve özellikle siyahlara karşı kurumsallaşmış ırkçılıkla koşut bir şekilde artıyor. Refah devletinden geri adım atan Avrupa devletleri ve küresel sermaye, kemer sıkma politikalarıyla yüzyıllardır sürmekte olan emek mücadelelerin kazanımlarını işçilerden ve alt sınıflardan geri almaya çalışıyor. Eğitim ve sağlık harcamaları kısılıyor, çalışma koşulları sürekli olarak daha güvencesiz ve kırılgan bir hâle getiriliyor.
Buna ek olarak Londra polisinin keyfi durdurma ve aramaları özellikle kriminal kodların içine kolaylıkla alınan ve bir çırpıda 'şüpheli' ilan edilebilen beyaz olmayan, siyah ve göçmen gruplar için oldukça can sıkıcı bir hal alıyor. Bu keyfi aramalara hukuki bir zemin sağlayan yasa aslen futbol holiganları için çıkmış olsa da polise şüpheli gördüğü kişileri arama hakkı tanıyor, ancak polis yasadan haddinden fazla yararlanıyor. "Bugün Londra'da bir siyahın bir beyaza kıyasla durdurulma ihtimali 26 kat daha yüksek ve yasa çıktığından bu yana siyahların durdurulma oranı çok hızlı bir biçimde artıyor."[1]
The Guardian'a göre, Londra'da isyancıların yaşları 10'dan başlıyor. Birçok yorumcuya göre, yaş ortalamaları yaklaşık 16 olan bu gençlerin geleceğe dair bir umutları yok ve kamusal alanda sesleri duyulmuyor. Yani neoliberalizmin en kurumsallaşmış olduğu ülkelerden birinde yaşayan, tüketim arzularının hergün türlü yollarla pompalandığı bir ülkenin işsiz, geleceksiz gençleri. İsyancı gençler en yoksul mahallelerden ziyade kentin görece zengin mahallelerine yakın ve eşitsizliğin açık bir şekilde görünür olduğu bölgelerde yaşıyor.
Ve olaylar başladığı andan itibaren etnik sınırları da aşan bir beraber hareket etme durumu gelişiyor, "beyazlarla siyahlar, Asya'lılarla, Afrika'lılar, Müslümanlar'la Yahudiler arasında."[2] Sürekli dışlanan, sahip olamayacaklarının rüyasına yatırılanlar arasında eylem esnasında beklenmedik bir birlik durumu oluşuyor.
İsyanların şiddeti konusundaki en önemli meselelerden biri, genç bir isyancının dilinde ifade buluyor. ITV televizyondaki bir röportajda eylemlerin sebebini soran spikere isyancı gencin verdiği cevap manidar: "Eğer isyan etmeseydik siz bugün bizimle konuşuyor olmayacaktınız. İki ay önce Scotland Yard'a yürüdük, hepsi siyah olan iki binden fazla insan, gayet barışçı ve sakin bir yürüyüştü, ve ne oldu biliyor musunuz? Basında tek bir kelime dahi çıkmadı. Dün geceki isyan ve yağmalamadan sonra etrafınıza bakın."[3]
Neoliberal şiddet, yoksullaşan hayatlar ve göçmenlere karşı artan ırkçılıkla daha da fazla köşeye sıkıştırılan alt sınıflar için tarihte görünür olabilecekleri, özne olabilecekleri ve sözlerini söyleyebilecekleri anlar sadece şiddet sayesinde mümkün olabiliyor.
Devlet şiddeti sömürge-sonrası koşullar ve neoliberal politikaların tarihsel sonucu olan özneler için tersten de olsa kurucu bir rol oynuyor. Mark Duggan'ın polislerce öldürülmesi, binlerce genç için kendi dışlanmışlıklarını ve ezilmişliklerini imleyen bir olay haline geliyor. Eylem anında bir araya gelip benzer bir kaderi paylaştıkları insanlarla kendilerini ifade etme imkanı bulabiliyorlar. Anlık ve kendiliğinden gelişen bu isyanların yer yer sağa sola savrulması ya da kendi içinde belli çelişkiler ve tutarsızlıklar barındırması çok da şaşılacak bir durum değil.
Ezilenlerin Şiddeti ve İktidarın Dili
Ancak her nedense ezilen gruplara karşı yoğun devlet şiddetine; işsizlik, yoksulluk ve neoliberal şiddete karşı genelde sessiz kalan -ya da onaylayan anaakım medya, üst ve orta sınıflar, ezilenlerin özel mülkiyete, kapitalizme ya da devlete karşı şiddet içeren eylemleri karşısında kof bir şiddet karşıtlığı örgütlemekte oldukça seri davranıyorlar.
Devletin kolluk güçlerinin olanca şiddetine, neoliberal politikaların yarattığı tahribata, yoksulluğun insan hayatındaki yıkıcı etkilerine karşı gözlerini kapayanların asimetrik güçlerin mücadelesindeki yapısal dengesizliği gözardı ederek iktidardan yana saf tutmasıysa Türkiye'de fazlasıyla tanıdık olduğumuz bir hikâye. İsyancı gençlerin sanki ortada kendilerini, öfkelerini ve maruz kaldıkları şiddeti demokratik yollarla ifade edebilecekleri araçlar varmışçasına -ya da bu yollar zaten tüketilmiş ve hiçbir sonuca varılamamış oldukları bilinmiyormuş gibi davranılması da (neo)liberal ikiyüzlülüğe ışık tutuyor.
Ezilen, sömürülen, baskı altında yaşayanların kafasına copu indirenler ve bunu türlü yollarla olağanlaştırmaya çalışanların şiddeti meşruiyetin ve yasanın yegâne temeli olarak görülürken, yeryüzünün lanetlilerinin üzerlerinde birikmiş her türlü yükten kurtulma çabası, diğerleriyle eşitlenme ya da özgürleşme mücadeleleri adaletsiz bir "şiddet karşıtlığıyla" bir çırpıda lanetleniyor. Muktedirlerin en fazla kana bulaştığı ve söylemlerini yayma fırsatı buldukları dönemlerde iktidarın kendi imanını tazeleyen gücü, ezilenlerin deneyimlerini ve mücadelelerini itibarsızlaştırdığı, kendi şiddetini kutsadığı bu anlarda gizli.[4]
Londra'daki isyanlar sonrasında meşruiyetlerini ellerinden almak için basın tarafından ayaktakımı, yağmacılar, cahiller ya da akılsızlar şeklinde yaftalanan göstericilerin hedeflerine baktığımızda eylemlerin tek bir politik akıl etrafında örgütlenmese de temelde isyanların ciddi bir siyasal tutarlılık gösterdiğini görüyoruz. En çok zarar gören yerler polis karakolları, suç mahkemeleri, lüks ürünler satan dükkanlar ve market zincirleri. "Bütün bunlar zaten bu eylemlerle ilgili hiçbir şeyin akılsızca ilerlemediğini gösteriyor."[5]
Eylemlerin siyasal olmadıklarını iddia eden sosyal teorisyenlerin, akademisyenlerin ve sol grupların aksine, bu isyanlar önümüzdeki dönemde siyasal olanın nasıl tanımlanacağına dair çok önemli ipuçları taşıyorlar. İktidarın yeni stratejileri ve yönetim biçimlerine karşı yeni direniş biçimlerinin neler olacağı, dünyanın nasıl değişeceği ve temel çatışma eksenleri çok hızlı bir şekilde yeniden tanımlanıyor. Sokak, her zaman olduğu gibi akademiden önde gidiyor.
Kendilerini yağmacı olarak niteleyenlere karşı isyancıların verdiği cevapsa unuttuğumuz ya da biraz fazla alıştıığımız hırsızlık türlerini tekrardan bizlere hatırlatıyor: 'Asıl hırsızlık bankalar, politikacılar ve zenginler tarafından yapılıyor ve siz bize yağmacı diyorsunuz.' Londra'daki bir aktivistin sözlerinden ders alarak, yağma için orta sınıflar ve üst sınıfların kullandığına alternatif bir tanım kullanmak gerekiyor. "Devlet ve kapitalizmin egemenliği altında gelişen eşitsiz refah dağılımının doğal yollarla dengelenmesi."[6]
Buna ek olarak, yağma konusunda İngiliz ve dünya basınında biraz daha sol tandanstan yapılan tüketimcilik tartışması da yer yer çok sığ bir hal alıyor. Bu tartışmalara karşı çıkan George Ciccariello-Maher'in de dediği gibi, metaların yağma edilmesini sadece alt sınıfların tüketim arzusuna bağlamak, bu isyanlar süresince metayla kurulan karmaşık ilişkiyi görmezden gelen bir tavır haline geliyor. Eylemleri sadece genç insanların lüks mallar sevdasına bağlamak, neden lüks malların yok edildiği gerçeğini anlamaya yetmiyor.[7]
Şüphe yok ki Zygmunt Bauman'ın yaptığı gibi isyanları anlayabilmek için tüketim toplumu üzerine düşünmek gerekli ve önemlidir.[8] Ancak arkasında uzun ve kanlı bir sömürge tarihi olan, ırkçılığın ve ayrımcılığın bu kadar kurumsallaştığı bir ülkedeki gençlerin tüketim mallarına sahip olamadıkları için duydukları öfkeyi sadece tüketicilik arzusuna bağlamak, bu eşitisizlikler tarihine karşı gençlerin duyduğu haklı öfkeyi görünmez de kılabilir. Londra sokaklarında gördüğümüz neoliberalizmin yıkıcı etkileri, tüketim toplumunun iflası kadar, bugünkü eşitsizliklerin temelinde yatan sömürge döneminin tarihsel ürünlerinin isyanı, yaşamları ellerinden çalınanların şehrin üzerindeki hayalet-vari varlıklarıdır. Miras aldıkları sömürgeleştirilmiş atalarının enkazıdır. Sokaklarda ortaya çıkan öfke ve sınıfsal nefret "köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil."[9]
David Harvey Londra'daki isyanlar ilgili yazdığı kısa bir yorum yazısında, eylemleri eleştirel bir okumaya tabi tutmaksızın kucaklamakla tamamen görmezden gelmek arasında bir çizgi tutturmaya çalışıyor. Harvey, "Sokaklardaki öfkeyi desteklemek ancak bunu siyasal bir öfke haline dönüştürüp, daha da radikal bir hale getirmek gerektiğinden" bahsediyor. "Daha kuvvetli ve tehlikeli bir ayaklanmadan ziyade devrimci bir an'a."[10]
Ancak burada sol ve sokaklar arasındaki ilişkiyi dikkatli bir şekilde yeniden gözden geçirmek gerekiyor. Günümüzde solun isyan etmek söz konusu olduğunda sokaklardan çok daha geride bir noktada olduğunu unutmamak ve sokakların halihazırda daha radikal bir pozisyonu olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.[11] Belirli amaçlara yönelmeyen ve sağa sola savrulan kitle şiddetini tek başına kutsamamak gerektiği gibi, bu şiddeti jakoben ve üstten bir tavırla "barbarlık", "vandalizm" ya da "serserilik" olarak değerlendiren yorumlardan da imtina etmek gerekiyor. Bu bakımdan daha sekter sol çevrelerin (tabi ki Harvey'nin pozisyonu bunlarla ilişki kurulamayacak kadar farklıdır) öncü parti eksikliğinden ötürü Londra'daki isyanlara olan mesafeli tutum çağrıları absürdlükten öteye gidemiyor.[12]
Diyarbakır Mart 2006 Olayları: Batı'daki Devrimci Bizdeki "Terörist"
Peki Londra'daki isyanları, gençlerin yoğun katılımını, ya da 2005'te Paris banliyölerindeki isyanları, kendi coğrafyamızdaki, Ortadoğu'daki halk hareketleriyle beraber nasıl okuyabiliriz? Yüksek Türk entelijansiyasını takip edip Paris'teki çocukları ve gençleri kapitalizmle savaşan devrimciler olarak görüp Diyarbakır'daki gençleri ve çocukları manipüle edilmiş gruplar olarak mı kodlayalım? Yoksa farklılıkları ve benzerlikleriyle bu kendilerine has siyasal olaylardan bugüne ve mevcut politik koşullara ilişkin belirli soyutlamalara gidebilir miyiz?
2006 Diyarbakır Mart olaylarında ne olmuştu, hatırlayalım. Savaş hukuku dahi hiçe sayılarak PKK'li 14 gerillanın kimyasal silahlarla öldürülmesi sonucunda çatışmalar başladı, 28 Mart-31 Mart 2006 arası Diyarbakır, Batman ve birçok Kürt ilinde isyanlar meydana geldi. 28 Mart günü Diyarbakır'a gelen dört gerillanın cenazelerinde başlayan olaylar sonucunda kent üç gün boyunca savaş alanına döndü. 300,000 ile 400,000 arası insanın katıldığı olaylarda onlarca kişi öldü, yüzlerce kişi gözaltına alındı ve işkenceye tâbi tutuldu.[13]
İngiltere'deki olaylara benzer bir şekilde anaakım medya şehre verilen ekonomik zarara, bölgenin istikrarının bozulmasına odaklanırken, isyancılar bir çırpıda terör örgütü tarafından manipüle edilenler olarak sıfatlandı. Kendisi de Diyarbakırlı olan bakan Mehdi Eker, eylemcilerin örgütten 5 lira alarak devletle çatıştığını iddia etti. Tıpkı Londra'da ısrarla eylemcilerin 'ayaktakımı' olarak kodlanışı ve yağmadan ötürü politik öznelliklerinin hiçe sayılması gibi, Diyarbakır'da da isyancıların siyasal talepleri ve öznellikleri devlet ve medya tarafından cahillik, yoksulluk, az gelişmişlik, terörizm gibi çeşitli söylemler aracılığıyla yok sayılmaya çalışıldı.[14]
Ancak gerek saldırılan yerlerden gerekse sosyal medya ile elimize ulaşan görüntülerden ve konuşmalardan yükselen talep adaletti. Taşlanan mekanlar, devlet kurumları, bankalar ve Mado gibi başkaldıran kitlenin öfke duyduğu yahut erişiminin olmadığı yerlerdi.
Kentte Kürt hareketiyle çok ilişki kur-a-mayan birçok gencin ve toplumsal grubun da olaylara katılımı ve bir anda seferber oluşu herkes için çok şaşırtıcı olmuştu. Toplumsal hayattan dışlanan ve ezilen bu grupların birlik içinde hareket etmesi Londra'da da Paris'te de ortaya çıkan bir temaydı. Her ne kadar bölgede Kürt hareketinin isyanlarda etkili olması ve ortada açıkça politik bir aklın var oluşu Diyarbakır'daki isyanların mahiyetini değiştirse de farklı grupların beklenmedik birliği elimizdeki temel ortaklıklardan birisi.
Diyarbakır'daki 2006 Mart olaylarında, isyancıların Bağlar, Şehitlik ve Kuruçeşme gibi şehrin en yoksul bölgelerinden bir nevi devletin ve kapitalizmin simgesi olan Ofis semtine doğru gitmeleri de buradaki başkaldırının sınıfsal karakteri hakkında fikir vericidir. Çoğunlukla köylerinden yurtlarından edilen zorunlu göç mağdurlarının ve işsiz, geleceksiz gençlerin isyana katılımı bu olguyu destekler niteliktedir.
Diyarbakır'da çeyrek asırlık savaşla, olağanüstü hâlle[15], zorunlu göçle yaşamları ellerinden çalınanların, neoliberal politikalar altında yoksullaştırılıp, (u)mutsuz bir hayat süren gençliğin isyanı, devletin kendi tekelindeki şiddet rutini dışına çıktığı, savaş hukukunu hiçe saydığı bir anda toplumsal alanda zaten derinleşmiş çatışmaların ve düşmanlıkların gün yüzüne çıkmasını sağlamıştı.
Yaşadığımız dönemde küresel ölçekteki direniş hareketlerinin öncelikli öznelerinin gençler olacağı çok yazıldı çizildi. Bu durum, bir yandan sömürgeci toplumlar için sömürge döneminin adaletsiz tarihiyle bir yüzleşme imkanı taşıyor öte yandan da kapitalizmin yeni örgütlenme biçimlerinde yoksullukla cisimleşen yeni ırkçılık biçimlerine bir karşı çıkışı ifade ediyor.
Diyarbakır, Paris, Atina, Madrid, Ortadoğu, Latin Amerika ve Londra'yı bir arada düşünmekse önümüzdeki sürecin zorlukları kadar imkânları hakkında kafa yormaya yarıyor. Öte yandan da Avrupa'daki sömürgeciliği kınayıp, kendilerinin -ya da ülkelerinin- sömürgecilikleriyle yüzleş-e-meyen aydınların, başka ülkelerdeki diktatörlükleri kınayan diktatörlerin gönüllü birliklerini açığa çıkarıyor.
Yeryüzünün Lanetlileri'nde Frantz Fanon 'kitleler, tarafların müzakere masasına oturmasını beklemeden, meseleleri ellerine alıp etrafı yakmaya başlarlar' der. Bu yakıp yıkmaların neye tepki olarak ortaya çıktığı isyanların kendi içerisinde saklıdır ve sokaklar adalet talebinin en pürü pak haliyle ortaya çıktığı yerlerdir. İsyanlar, görünmez kılınan dertleri, yaraları, eşitsizlik ve adaletsizlikleri yeniden gündeme getirip kamusal alanda tartışmaya açar.
Bu tarz tarihsel anlarda ve devrimci durumlarda orta sınıf püriten bir siyaset anlayışıyla muktedirlerin ekmeğine yağ sürmektense ezilenlerin deneyimini merkeze alan bir bakışla tarihsel an'ın önemini kavramaya çalışmak entelektüel, vicdani ve ahlakî anlamda elzemdir. Muktedirlerin olanca şiddetine rağmen ezilenlerin eylemlerine karşı geçer akçe olan basit ve adaletsiz bir şiddet karşıtlığı, toplumsal eşitsizliklerin ve haksızlıkların çoğalmasından başka bir işe yaramaz. Bertolt Brecht yıllar öncesinden bizlere seslenir: "Kötülüğe karşı duyulan nefret yüzünü çirkinleştirir insanın. Haksızlığa karşı bağırmak sesini kabalaştırır."(OG/GY)
[1] John Rees ve Lindsey German, Londra İsyanı'nın Kısa Tarihi. http://www.haberfabrikasi.org/s/archives/13700
[2] Alexander Cockburn, Riots and the Underclass, http://www.counterpunch.org/cockburn08122011.html
[3] George Ciccariello-Maher, From Tottenham to Oakland: Planet of Slums, Age of Riots, http://counterpunch.org/maher08122011.html
[4] Şiddetin iktidar ve yasayla olan ilişkisinin muhteşem bir analizi için bkz, Walter Benjamin, "Şiddetin Eleştirisi Üzerine", Şiddetin Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Kılıç, Metis Yayınları, 2010.
[5] Daniel Hind, Nothing 'mindless' about rioters, http://english.aljazeera.net/indepth/opinion/2011/08/201189165143946889.html
[6] Ron Jacobs, Britian in Flames: London's Melted Furnace, http://www.counterpunch.org/jacobs08122011.html
[7] George Ciccariello-Maher, From Tottenham to Oakland: Planet of Slums, Age of Riots, http://counterpunch.org/maher08122011.html
[8] Zygmunt Bauman, Londra İsyanları - Tüketicilik Yatıya Geliyor, http://www.birgun.net/worlds_index.php?news_code=1313053453&year=2011&month=08&day=11
[9] Walter Benjamin, "Tarih Kavramı Üzerine", Son Bakışta Aşk, haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, 1993.
[10] David Harvey, Feral Capitalism Hits the Streets. http://davidharvey.org/2011/08/feral-capitalism-hits-the-streets/
[11] George Ciccariello-Maher, From Tottenham to Oakland: Planet of Slums, Age of Riots, http://counterpunch.org/maher08122011.html
[12] Gün Zileli, Hama-Londra Hattı. http://jiyan.org/2011/08/hama-londra-hatti-gun-zileli/
[13] Detaylı bilgi için, İnsan Hakları Derneği, "28 Mart 2006 Tarihinde Diyarbakir'daki Cenaze Töreni Sonrası Gerçekleşen Hak İhlallerini Araştırma - İnceleme Raporu", http://www.ihd.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=106&Itemid=90
[14] Onur Günay, "Political Debt and Development Discourse: Translating Incommensurable Worlds in Diyarbakır" ("Politik Borç ve Kalkınma Söylemi: Diyarbakır'da Kıyaslanamaz Dünyaların Birbirine Tercümesi"), Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, Yayınlanmamış Yükseklisans Tezi, 2009.
[15] Bu noktada devletlerin yaptığından farklı bir olağanüstü hal tanımı yapmak zorunludur. Kürt bölgesinde 30 yılı bulan olağanüstü hâl durumu, asimetrik şiddet, savaş ve yoksullaştırma politikaları, insan hakları ihlâlleri; yasalar ve iktidardakiler değişse de tutarlı bir şekilde sürdürülmektedir.
Walter Benjamin'den alıntılayalım: "Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız 'olağanüstü hal' istisna değil kuraldır. Buna denk düşen tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hâli yaratmak bize düşen görevdir." Walter Benjamin, "Tarih Kavramı Üzerine", Son Bakışta Aşk, haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, 1993.