Fotoğraf: İspanya'nın başkenti Madrid'de koronavirüs günleri... Burak Akbulut/ Anadolu Ajansı
Yaklaşık bir aydan bu yana, özellikle son iki hafta içersinde, dünyanın büyük bölümünde hayatı dramatik biçimde etkileyen yeni tip corona virus hakkında epeyce tıbbi bilgi sahibi olduk. Virüs nedir, nasıl bulaşır, nereden yayılır, hangi ilaçlar ne kadar etkilidir sorularının cevabını bulmak için mikrobiyologları, doktorları, biyologları dinledik.
Ekonomi uzmanları, ekonominin nasıl etkileneceğini anlattılar. Sendikacılar, sınıflar arası farklara dikkat çekerek emekçiler için daha fazla tedbir istediler. Az sayıda da olsa toplumsal yaşamın nasıl etkileneceğine dair sosyal bilimcilerin sesleri de duyuldu. En dikkat çekici olan, istisna kuramının en önemli temsilcisi sayılan İtalyan düşünür Agamben’in Quodlibet’te yayınlanan yazısıydı. Agamben, virus salgınına karşı halihazırda alınan ve daha fazlası talep edilen tedbirlere karşı dikkatli olmak gerektiğini ileri sürüyordu.
Agamben’in en önemli argümanı, bugünün can telaşında alınan sert önlemlerinin, yarın, süregiden yeni baskı aygıtları haline gelebileceği uyarısıydı. Genellikle, bir istisna durumu sırasında olağanüstü bir önlem olarak başlayan şey, kriz sona erdiğinde hükümetin cephanesinde kalıcı envantere kaydediliyordu.
Diğer taraftan sosyal izolasyonun ruh sağlığını bozacağı, ve de terörle savaş sırasında, herkesin aniden potansiyel bir terörist olmasına benzer biçimde, insanların artık birbirlerini potansiyel bir sağlık tehdidi olarak algılamaları sonucunda sosyal bağların yok olacağını ileri sürüyordu.
Çin’de halihazırda, koronadan etkilenen alanlarla ne kadar yakından temas ettiklerine bağlı olarak vatandaşlara farklı renk kodları atayan online uygulama tabanlı bir sağlık kodları sistemi oluştururulduğu, benzer uygulama pratiklerinin başka ülkelerde de varlığına dair bilgiler, insanların ‘risk puanlaması’ adı altında yeni ayırımcılıklara ve kontrol mekanizmalarına tabi tutulabileceğine dair ilk işaretlerdi.
Agamben’in uyarıları, büyük tepkiyle karşılandı, kendisine, önceki yazılarını yeniden okuma çağrıları dahi yapıldı.
Sosyal bağlardan ve ruh sağlığından söz edebilmek için öncelikle “hayatta kalmak” gerekliliği hatırlatıldı. Hatta Foucault’un meşhur eserine atıfla, Agamben’e karşı toplumu savunmak gerektiği ileri sürüldü.
Tartışma, devletlerin aldıkları izolasyon kararları, kıtlık endişeleri, sağlık personelinin yaşadığı güçlükler ve artan ölüm oranlarına yönelmişken Fransa- Almanya sınırında yer alan Alses Loran bölgesinde, 80 yaşın üzerindeki hastaların suni solunum ünitesine bağlanmadıkları, Tübingen’deki Alman Afet Tıbbı Enstitüsü’nün Baden-Württemberg hükümetine yazdığı raporda, tedavi yöntemini uyku hapları ve morfin benzeri uyuşturucular ile ‘hayat sonu bakımı’ olarak önerdiklerine dair haber, çok da ilgi çekmedi. .
Ancak Almanya’dan gelen son haber, artık sosyal bilimcilerin, felsefecilerin ve hatta insan hakları savunucuların daha fazla konuşması gerekliliğini ortaya koyuyor. Virüsle mücadelede Avrupa’da örnek gösterilen ve en düşük ölüm oranına sahip Almanya’da yayınlanan Bild Gazetesi’nin 26 Mart tarihli haberinde, COVID-19 salgını bağlamında klinik ve etik öneriler içeren bir raporun yayınlandığı duyuruldu. Aralarında Tıpta Etik Akademisi’nin (AEM) de olduğu Acil Tıp Derneklerinden oluşan meslek birlikleri tarafından 25 Mart 2020'de kabul edilen raporun adı, “Kaynakların Tahsisine İlişkin Kararlar” biçiminde tercüme edilebilir.
Raporun, tıbbi ve etik olarak doğrulanmış kriterler ve prosedürler yoluyla, kararlardan sorumlu aktörlere karar verme desteği sunmayı amaçladığı ve acil ve yoğun bakım tıbbı, tıp etiği, hukuk ve diğer disiplinlerden temsilcilerin de hazırlığa dahil edildiği belirtiliyor.
Halen geçerli olan hastanın durumunu gözeten bireysel etik yaklaşımın yanı sıra, kaynakların kıtlığı durumunda önceliklendirme değerlendirmesine bireyler-dışı bir perspektif ekleneceği belirtilerek ümitsiz hastalar ve yoğun bakım tedavisini reddeden hastaların artık tedavi edilmemesi kararı verilmesi gereğinden söz ediliyor ve “Bu, ‘en iyi seçim’ anlamında bir karar anlamına gelmez, daha çok başarı şansı az olan veya hiç olmayanlar için tedaviden feragat anlamına gelir”diye ekleniyor.
Bu sözler, Foucault’un modern dönemde siyasal iktidarın, öldüren ya da hayatta bırakan hükümdarlığın tersine, yaşatmak veya ölüme bırakmak biçiminde ayarlama iktidarı olarak işlediği görüşünü akla getirmektedir.
Öldürme ya da ölüme bırakma her zaman başka bir hayatın korunması ile meşrulaştırılır. Anayasalarda, uluslararası sözleşmelerde yer alan yaşam hakkı maddesinin istisnaları, başkalarının yaşamını korumak amacıyla gerekçelendirilmiştir. Yaşamaya değer olanların belirlenmesi, hayatların hiyerarşik düzenini gözler önüne sererken, ırkçılığın, tam da bu hiyerarşiden doğduğunu bir kez daha hatırlatır.
Önceliklerin belirlenmesinin insanları veya insan yaşamlarını değerlendirmeyi amaçlamadığı belirtilse de, “sınırlı kaynakların dağıtımına karar verme”nin anlamı çok açıktır: ‘kimlerin ölüme bırakılacağına’ karar verilir. Böyle bir raporun İtalya veya İspanya’dan değil de şu ana kadar en düşük ölüm oranı ve en güçlü tedbirlerle adı anılan Almanya’dan çıkmış olması, pek çoğumuzun aklında, sağlık görevlilerinin ve bilim insanlarının raporlarıyla “nihai çözüm”e varan Alman Nasyonalizminin kötü hatırasını canlandırabilir ve acaba yaşlılar, Nazi kamplarındaki “müselmanların”[1] Covid 19 çağındaki karşılığı mıdır sorusunu getirebilir.
Bu soru abartılı, erken sorulmuş bir soru gibi gelebilir. O halde en azından, yine Almanya’da 2012’de hazırlanan ve bugünkü salgın krizini öngörerek devlete tedbir çağrısında bulunan Koch raporunu akılda tutarak, nasıl olur da milyonluk kentlerde, dünyanın servetlerini yönetirken, onlarla ifade edilen solunum cihazı ve yoğun bakım üniteleri ile sağlığımızı bu denli tehlikeye atabildiniz sorusunu sorarak başlayabiliriz.
Uzay araçlarının, insansız cehennem füzelerinin üzerimizde vızır vızır dolaştığı bir dünyada, basit ve ucuz solunum cihazı yok denilerek distopik biçimde evlere hapsedilmemizin hesabı mutlaka sorulmalıdır. Sağlık emekçilerinin can ve iş güvenliğini sağlamayıp alkış tutan yöneticiler, onların hayatlarına mal olan sorumsuzluklarının bedelini ödemelidirler. Bu bir beddua çağrısı değildir; pozitif hukukta bunun normatif ve Pratik karşılığı vardır. Ümraniye çöplüğü davası, bizden bir örnek. Tüm anayasalar ve uluslararası insan hakları sözleşmelerine göre, yönetenler, yaşam hakkını korumak için gerekli pozitif tedbirleri yerine getirmekle yükümlüdürler.
Evden çıkmayalım ama bizi eve hapsedenlere karşı çıkalım. Toplumu, biosiyaseti en iyi tahlil eden ve bizi uyarmaya çalışan Agamben’e karşı değil, yaşamımızı tehlikeye atan ve kriz halinde yaşamlarımız arasında hiyerarşi kurmaya çalışarak sevdiklerimizi törensiz, soğuk ölümlere terketmeyi kabullenmemizi isteyen iktidara karşı savunalım. Söz sırası, insan hakları savunucularında.
[1] Ölüm kamplarında tutulan esirlerden, yetersiz beslenmeye aşırı derecede maruz kalmış, yaşama isteğini kaybetmiş, çevresine ilgisizleşmiş, ölümü bekleyen ve en önce ölen isimsiz esirler için kullanılır.