Yürüyüş halindeyken bir dervişe “Bize bir hikmet göster” denince, “Yürüyoruz ya…” demiş.
Bir başka ‘ermiş’ Homeros da bin yıllar öncesinde “Önemli olan yolda olmak” derken herhalde bu hikmetin kendisine işaret ediyordu.
Duymak istemeyen kulaklar, görmek istemeyen gözler ve hissetmek istemeyen yüreklerin ortasında günlerdir ‘bazı’ insanlar yürüyor. Demokratik Bölgeler Partisi ve DEM Parti’nin vekilleri öncülüğünde, 1 Şubat tarihinde başlayarak, iki kola ayrılmış olarak kar-kış demeden yürüyorlar. Bir kol Kars’tan yola çıktı, diğer kol da Van’dan. 15 günün sonunda Urfa Amara’da buluşacaklar, kucaklaşacaklar.
Onlarca parlamenterin yürüdüğü ve binlerce kişinin de yollarda eşlik ettiği, amacı ‘İmralı tecridinin kaldırılması ve Kürt sorununun çözümü’ olan, adına da "Büyük Özgürlük Yürüyüşü" (Meşa Azadiyê) denen bu yürüyüş, ne ilginçtir muhalif basının çoğunluğu tarafından görülmüyor, bahsi geçmiyor. Bir sessizlik sözleşmesi içinde bitmesi bekleniyor.
Amacım bu konuda bir serzenişte bulunmak değil, yazının konusu da bu değil.
Yürüyüşün kendisi, yürüyenler ve bu yürüyüşe tanıklık edenler açısından yeterli düzeyde bir ‘sese’ sahip. O sesi takip etmek, onun gösterdiği gerçeğe odaklanmak benim açımdan daha ahlaki bir ödev olacak.
***
Bab’Aziz filmini izleyenlerin zihnine bir replik kazılıdır. Ne diyordu?
“Durma yürü! Yol yoktur, sen yürürsen yol olur...”
Mesele yolun başı ya da sonu değil. Yolun kendisidir. O yolda tanırsın kendini, ölçersin potansiyelini, menzilini. Çünkü, en kadim felsefelerin dediği üzere yol, rehberdir.
Yol varsa, yoldaş vardır. Yol varsa, buluşma vardır.
Yürüyorsan bilirsin yolun inançsızlığı askıya aldığını, olmaz olanı rafa kaldırdığını.
Devam eden bu yürüyüşün görüntülerini her gün takip ediyorum. Bana iyi gelen şey şu oluyor: Geçilen her yolda, her mekânda bir hatırlama ve hafıza pratiğinin yaşanması…
Italo Calvino meşhur kitabı “Görünmez Kentler”de “Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olmadığı ve olmayacağı kalabalığı keşfederek” diyordu.
Haliyle ‘görünmez yürüyüşün’ kendisi aslında kendi içinde bir yüzleşmeye, bir keşfe dönüşmüş durumda.
Kars’taki bir katliamdan Roboski’ye, Mazlum Doğan’dan Taybet Ana’ya ve coğrafyanın muhtelif yerlerine sinmiş onlarca izlere dokunarak, yeniden hatırlayarak ve anarak yürümek bambaşka bir tarihsel deneyimdir. Güzergahın patikalarında geçmişi ve yakın tarihi aramak, unut(tur)maya direnmedir.
Bu bakımdan “Anına sığınıyorum, sana borcumuz var onu sahipleniyorum; ben buradayım, izindeyim” diyen bir praksise tanık oluyoruz.
Yürüyüşün özü, bu açıdan bir hafıza savaşı veriyor.
Yürüyüşün özü, bu açıdan akıldaki sorulara cevap veriyor. Zaten bir yürüyüş aklındaki sorulara cevap vermeden bitiyorsa o yürünmüş sayılır mı?
Bab’Aziz’deki repliği yeniden okursak, ‘Bir yol, bir yürüyüş; senin sorularına cevap veriyorsa yoldur’ demekte beis yok.
***
"Söylenmesi gereken her şey söylendi. Fakat kimse dinlemediğine göre tekrar söylenmesi gerek” demiş Andre Gide.
Bunu sadece söylenmesi gereken şeyler için değil, yürünen yollar için de düşünmekte sakınca yok. Yürünecek yol kalmadı belki ama o yolda daha düşünülecek, dokunulacak çok şey olduğu için tekrar geçmek gerekiyor. Dokunacak mezar var, bakılacak ev var, sıkılacak el var. Var da var…
Buna inanıp inanmamaktır yolda olan ile olmayanın farkı.
Meşhur hikayedir.
Marco Polo, tek tek her taşıyla köprüyü anlatıyor Kubilay Han’a. Onu dinleyip dinlemediği belli olmayan Kubilay “Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye ilginç bir soru sorar.
“Köprüyü taşıyan şu taş veya bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi” der Marco. Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:
“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”
Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”
O taş ve kemere sığınarak diyebiliriz: Umut yoksa yol da yoktur…
Küçüldüğü sanıldıkça büyüyen, bitti denildikçe varlık kazanan, üstü örtüldükçe görünen bu dingin, sessiz ama bağıran kararlı yürüyüş ne anlatıyor ne diyor?
Yine büyük ozan Homeros’a gidelim, “Göğsüne vurarak kalbine seslendi, dayan kalbim, bir zamanlar daha büyük kötülüklere dayanmıştın…”
Evet, bu yol en çok da neden dayanmamız gerektiğini, neden durmadan yürümemiz gerektiğini anlatıyor kendi içkinliğinde.
Fakat bu yürüyüşün ne anlattığı ne anlama geldiğine dair en önemli hakikat bence şudur:
“Kendi tecridini yıkmak…”
Neden?
Çünkü İmralı tecridi herkes için tecrittir. O halde herkes kendi üzerindeki tecridi kırmalıdır. Bu kırılmadıkça İmralı tecridi de kırılmayacaktır.
Tecridin kaldırılması için yollarda tecridin anlatıldığı tüm duraklarda, günün sonunda, yüründükçe aslında kırılan şeyin kendi üzerlerindeki tecrit olduğu hissiyatı tüm benliğimi kaplıyor.
Büyük Özgürlük Yürüyüşünde ter döken herkesin esasta kendi tecridini kırdığını düşünüyorum. Çünkü yol/yürümek bu imkânı veren yegâne şey.
Hiçbir şey hareket halindeki bir eylemden daha ürkütücü ama bir o kadar da güzel değildir. Yürüyüşün siyasal dilemması budur.
***
“Yürüyoruz ya” hikmetini aşan şey “Yürümeye devam edeceğiz” kararlılığı olabilir. Bu inadı aşılayan tüm yolculara selam ederekten.
(HA)