“İstanbul sahipsiz bir şehir. Her müdahale etme şansı bulanın hangi parçasını koparsam gözüyle baktığı, kaynaklarını ve güzelliğini sınırsız ve bitmez sanarak hoyratça harcadığı, kendi çarpık tarih ve estetik anlayışını dayattığı sahipsiz bir şehir.”
Sel Yayıncılık’ın Kentsel dizisi kapsamında okuyucularla buluşturduğu “İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali” Tayfun Kahraman, Osman Balaban, Jean-François Perouse, Cevdet Yılmaz, Alev Erkilet, Ayşe Çavdar, Aslı Kıyak İngin, Tolga İslam, Pelin Tan ve Erbay Yücak’ın makalelerinden oluşuyor.
Ayşe Çavdar ve Pelin Tan’ın derlediği bu kitap İstanbul’un, İstanbul’da yaşayanın, İstanbullu hissedenin, İstanbul’la ilgili dertleri olanın, İstanbul’dan öte tüm Türkiye’de iktidarın serseri meşruiyetiyle ve bu bağlamda yeniden inşa edilerek ölümsüzleştirilen hegemonyayla derdi olanın kitabı.
Türkiye’de devletin şehri nasıl satışa çıkardığına ve nasıl bir yeniden üretim sürecine girdiğine değinmeden önce kent üzerine çalışanların yakından tanıdığı bir modele, Haussmann modeline, değinmek ve zamanın burjuvazisinin konut problemine nasıl bir sözde çözüm bulduğunu hatırlamak gerekir.
Esasen, burjuvanın konut problemini kendi yöntemleriyle çözmek için tek bir yolu vardır. Bu yöntem açıkça sorunu her seferinde yeniden ortaya çıkaracak bir yöntemdir: Haussmann.
Haussmann’dan bahsederken sadece Parisli Haussmann’ın Bonapartçı tutumundan bahsetmek yeterli olmayacaktır. Aralıksız inşa edilen işçi mahallerinin tam merkezine devasa büyüklükteki lüks binalar dikip onların ortasında geniş ve uzun yollar yerleştirmedeki öncelikli amaç, olası bir muhalif hareket olması durumunda psikolojik bir barikat oluşturmak; iktidarın inşaat gölgesinde yaşayan, ona bağlı bir işçi sınıfı yaratmak ve bilinen anlamıyla pahalı ve modern bir kent yaratmaktır. Söz konusu Haussmann’ı yakından tanıyoruz. Metropollerin hedeflenen bölgelerinde bir lüks kenti oluşturmak adına işçi sınıfı mahallelerinde bu uzun ve geniş yolları açan burjuvazi trafik ihtiyaçlarını, güzellik kaygısını, kamu yararını ve sağlığını, orada yaşayan insanların ilişkilerini, hafızasını ve maneviyatını hesaba katmaz. Söz konusu iktidarın kamusal alandaki hegemonyasını yeniden ve yeniden ürettiği bu sistemde gerekçeler dönemlere göre değişebilir fakat sonuç hemen hemen her yerde aynıdır.
Bunun en iyi yansımalarından birini Friedrich Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”nda Manchester kentinin 1843 ve 1844’teki görünümüyle anlatmaya çalışmıştı. Kent merkezinden geçen demiryolunun inşaatı, yeni yolların yapımı ve devasa büyüklükteki kamu binalarının ve özel binaların yapımı oradaki mevcut “kötü” ve “eski” mahallelerin bazılarını parçalamış, bazılarını da ortadan kaldırmıştı.
Tabiri caizse Manchester kentine yapılan bu kent tacizini Engels şöyle ifade ediyor: “Nüfusunda o zamandan bu yana yarıdan fazla bir artış görülen kentin muazzam gelişmesi sayesinde, o zamanlar hala havadar ve temiz olan mahalleler, şimdi, kentin en kötü tanınan mahallelerinin eski durumları kadar sıkışık, kirli ve şişmiş bir durumdadır.”
Ayşe Çavdar ve Pelin Tan tarafından “İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali”nin sunuşunda, bugünün iktidarının “sorun çözmek” veya “çözüm getirmek” başlığı altındaki uygulamalarının sadece çimentoyla veya yapıyla alakalı olmadığının da altı çiziliyor.
“Mahallede bir ev yıkıldığında o evde yaşayanlarla aranızdaki hukuk da yıkılmış olur. Şehirde bir mahalle yıkıldığında, o mahallenin şehrin diğer mahalleleriyle arasındaki hukuk da ortadan kalkar."
Kitabın içindeki makalelere bakıldığında Türkiye’deki kentsel dönüşüm yolculuğunun neler getirip götürdüğünü; bu dönüşümün dünyadaki diğer kentsel dönüşüm maceralarıyla kıyaslandığında neden sağlıklı işleyemediğini; kent hukuku bağlamında devletin nasıl bir ayrıştırmaya gittiğini; TOKİ bilmecesindeki çıkmaz sokakları, işlevsizliği ve aslında nelere hizmet ettiğini; söz konusu dayatmalarla kentteki orta sınıfın nasıl bir yaşama sürüklendiğini; iktidarın korku siyasetiyle nasıl bir tahliye politikası izlediğini; Sulukule, Tophane, Tarlabaşı, Bahçeşehir, Ayazma, Küçükpazar gibi hedef bölgelerdeki direnişin çerçevesini çizen çalışmalara yer verildiğini görebiliriz.
Kitabın belki de akademik anlamdaki en doyurucu özelliklerinden biri de yaşananların ve uygulamaların “Agamben” in “istisna hali” kuramıyla açıklanmasıdır. Deprem tehlikesini bu “istisna hali”ne entegre eden devlet vatandaşlarının can güvenliğini sağlama misyonunu yerine getirmekle aslında birçok rant imkânına, sınıfsal ve kültürel ayrışmalara ve siyasal hesaplaşmalara çok kullanışlı bir kılıf hazırlamıştır.
Çıkarılan “afet yasası”nı uygulamak için hedef noktalarını da çoktan belirlemiştir: Tarlabaşı, Sulukule, Tophane, Bahçeşehir, Ayazma, Küçükpazar… Bu bağlamda Agamben’in “kutsal insan” kavramını da tartışmaya açan kitabın bu yüzünü ve iktidarın tabiri caizse “katakulliye getirme” politikasını özetleyebilmek için yine bir Agamben tespiti yeterli olacaktır diye düşünüyorum.
“(Her) istisna (exception) bir tür dışlamadır (exclusion)… istisna olarak dışlanan şey, kuralla olan ilişkisini, kuralın askıya alınması biçiminde devam ettirir.”
“İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali” bu karanlık tabloyu gösterdikten sonra neler yapılabileceği doğrultusunda önemli kapılar açıyor. İstanbul’u yıkıma sürükleyen ve bitmek bilmeyen “sahiplenme” yarışını; “çılgın” girişimleri; devletin ulu orta yapamayacağı veya ilan edemeyeceği şeyler uğruna ürettiği katakullileri sonlandırmak için önemli bir uyarıda bulunuyor kitap. Bu önemli uyarı, uğruna yaşadığımız özgürlükleri göz ardı edemeyeceğimiz ve Haussmann’daki gibi bir burjuvaziye şehri emenet edemeyeceğimiz gerçeğine odaklanıyor.
“Siz devlete haddini bildirmezseniz, o size kendini dayatmak için kırk dereden su getirmeye devam edecek. İşin kötü tarafı, sizi var eden özgürlüklerden konfor adlı o zehirli sulardan içmek suretiyle vazgeçeceksiniz.” (HT/AS)
* “İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali”, Ayşe Çavdar – Pelin Tan, Sel Yayıncılık, 2013.