Sel Yayıncılık’ın Düşünsel ve Kentsel dizisi kapsamında, sermaye, rant sanatı ve kent üzerine yayın ve çevirilerinin yanı sıra, Metis’in David Harvey çevirileri geçtiğimiz birkaç yılda Türkçe’deki kent çalışmaları literatürünü önemli derecede beslemeye başlamıştı.
Gezi öncesi ve sonrasında okurla buluşan Harvey’in Asi Şehirler’i ve Lefebvre’nin Kentsel Devrim’i de bu verimli ve anlamlı süreci taçlandırmıştı.
Dünyanın mekânlarına yeniden sarılmaya başladığı bu süreçte olaylara farklı bir bakış açısı kazandıran, sokaklarda verilen mücadelenin esasta neyin kavgası olduğunu görmemize olanak tanıyan bu kitaplar aslında önemli bir nakaratı yüksek sesle haykırıyordu. Sokaklar, meydanlar ve yapılar artık birer mücadele mekânı olmaktan çıktı, kavganın temel öznesi olmaya başladı. Milföy hamuru misali dondurulan ve doldurulan kamusal mekânları çözümlemeli ve sorunu anlayarak kavgaya girişmeliyiz. Bu bağlamda, kent ve mekân üzerine yapılan çalışmaların çevirileri ve devam eden araştırmalar oldukça önemli.
20. yüzyılın en önemli entelektüel dava adamlarından Henri Lefebvre, bir proje olarak gördüğü hayat yolculuğunda bugünün dünyasını, gündelik yaşamı, bu yaşamın modern anlamda deneyimlendiği ve para ekonomisinin salgılandığı alan olarak kenti ve haliyle mêkanın yolculuğundaki üretimi sorguluyor. İlk olarak 1974’te La production de l'espace ismiyle yayımlanan Mekânın Üretimi kitabında, bu büyük mücadele insanının yolculuğunun ve yarım yüzyıl süren çalışmalarının doruk noktasına ulaşmasına tanıklık ediyoruz. Elbette, Lefebvre bu çalışmasıyla durmuyor; onu en iyi tanıyan isimlerden biri olan David Harvey’in kitabın sonsözünde belirttiği gibi, hayatı “bir proje olarak” yaşıyor. Özellikle Fransız Komünist Partisi içinde ve dışında verdiği düşünsel kavgayı ve Marx’ın gölgesinde parçalara ayrılmış bir dünya yerine hiç durmayan bir bütün olarak gördüğü hayat yolculuğunu bu siyasi yoğunluğu yüksek kitapta görmek mümkün. Öyle ki, Mekânın Üretimi, salt bir kent kitabı değil. Lefebvre’nin, devrimsel uğraşında, salt mêkandaki şeyleri değil; mekânın üretimine dâhil olan ve toplumda mêkan olarak açığa çıkanları da analiz ettiğini bu kitapta görmek mümkün.
Lefebvre'e göre, Marx'tan bu yana canlı kalabilmek için değişen, dönüşen ve farklılaşmalar gösteren bir kapitalizme tanıklık ediyoruz. O, bu kapitalist düzenin halen hayatta kalabilmesini mevcut üretim şeklinin gerektirdiği üretim ilişkilerinin sürekli olarak belli bir temelde yeniden üretilebilmesine bağlıyor. Tam da bu noktada mekânın kullanılışına tanıklık ediyoruz. Diğer deyişle, kapitalizm, kendisi için farklı mekânlar yaratarak yeniden üretim yoluyla egemenliğini koruyor. Lefebvre bu egemenliğin nasıl büyüdüğünü şöyle açıklıyor:
“Kapitalizm bir yüzyıldan bu yana kendi iç çelişkilerini yumuşatmayı becerebilmiş ve 'büyümenin' sağlanmasında başarılı olmuştur. Bunun, ne pahasına olduğunu kestirebilmekten uzağız, ancak araçlarını biliyoruz: Mekâna yerleşerek ve bir mekân üreterek.” (1973)
Mekânın Genesis’ini anlamak
Bugünün dünyasında hissettiğimiz ve tepki gösterdiğimiz mekânsal kayıplarımızda ve yoksunluklarımızda, mekân algısını öne çıkaran “ne” ve “nasıl” sorularının yanında temel sorun mekânın üretimidir. Lefebvre’nin ilk adımdaki tepkisi, mekânın içi boş, fiziksel ve kendi halinde bir şey olarak görülmesinedir; aksine mêkan, tarihsel bir evrim yolcuğu olan, canlı ve sürekli hareket halinde olan bir şey olarak tartışılmalı.
Geleneksel Marksist düşüncede, mekân bir üstyapı olarak görülür; tüm tahakküm ve üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ele alınırdı. Lefebvre mekânı üretim aşamasına, işbölümüne dâhil ediyor ve mülkiyet, kurumlar, bilgi ve kültür gibi kavramlarla ilişkilendiriyor. Özetle, iktidarların ürettiği mekânlar yaşamın her alanında belirleyici bir rol oynuyor. Tıpkı zaman ve dilde olduğu gibi…
Öyleyse mekânın üretimi nasıl gerçekleşir? Lefebvre, mekânın içi boş bir fiziksel ve geometrik bir varlık olmadığını, toplumsal ve zihinsel üretime sahip olduğunu ısrarla vurgular ve mücadele için yeni bir alan belirler: Toplumsal mekân ve onun üretimi… Peki, mekân neden bu kadar önemlidir? Üretimdeki payı nedir?
Mekân emekte, tahakküm ilişkilerinde ve özellikle de kurumların işleyişinde kendini gösterir. Toplumsal bir üretim olduğunu varsaydığımız mekân üretim yöntemlerinde hâkim değildir, fakat uygulamanın yollarını yöneterek, özellikle toplumsal bir pratik kapsamında bunları birbirine bağlayabilir. Bu üretim, yalnızca ekonomideki üretim demek değildir, tam anlamıyla bir aura üretimidir. Kent meydanları, kurumlar, kültür merkezleri, mahalleler veya en temel haliyle bilgi üretimidir; bu, toplumu oluşturan her şeyin üretimidir.
Üretimin şekline neden ve sonuç olarak müdahale edebilen mekân, haliyle toplumlarla birlikte değişebilir. Dolayısıyla, mekânın da bir tarihi vardır. Bu açıdan, Mekânın Üretimi, sadece içinde yaşadığımız mekânı ve onun ortaya çıkışını betimlemeye değil, üretilen mekânın aracılığıyla bugünün dünyasının doğuşunu da yeniden tarif etmeye çalışıyor. Diğer deyişle, Lefebvre mekânı çok yönlü ve bir bütün olarak anlama çabası içindedir. Bu anlama çabası, ulaşmayı hedeflediği genel veya belli bir söylemin üretimi değildir. Buradaki çaba, mekânın tarihsel ve toplumsal var oluşunu, bu etkin ve devingen üretim aşamasında anlama ve açıklayabilmenin mücadelesidir.
Bugünün mekânlarına bakıldığında, rant, sermaye ve talanın giderek artmasından ziyade, çok daha sert bir biçimde düzenlenen mekânların yaşamlarımızı ve hatta düşüncelerimizi ne yöne sürüklediğini anlamak zorundayız. Hele ki, içinde bulunduğumuz mekânın kültürüne, diğerinin “ötekiliğini” kabullendiğimiz bir zamanda bu oyunun nasıl oynanması gerektiğini öğrenmeliyiz. 68 sonrasının sıcak zamanlarında tehlike çanlarını çalmaya başlayan Lefebvre’in satırları bizleri uykumuzdan uyandırıyor ve bilinçli bir mücadeleye çağırıyor. (HT/HK)