Nasıl anlatsam, nereden başlasam bilemiyorum... 10 Ekim'den bu yana hiçbir şey eskisi gibi değil, olmayacak da! 20 Temmuz'da yaşanan Suruç katliamının yaralarını saramamışken daha büyük, daha vahşice bir saldırıyla karşı karşıya kaldık. Sadece barış isteyenlerin bedenlerini değil, bu ülkede hep birlikte özgürce yaşamak isteyen herkesin yüreğini paramparça etti radikal islamcı IŞİD, bu cani örgütü gölgesinde besleyip büyütenler. O kadar beklenmedik, o kadar canice bir saldırıydı ki ama ona rağmen ilk andan itibaren dayanışmanın en güzel örneğini sergiliyor insanlar. "Kardeşlik" nutku atıp yaşamın her alanında düşmanlık tohumları eken ırkçı, şoven, faşist güruha inat "biz" tek ses, tek yüreğiz. Birbirimizin yaralarını sarmak için olanca gücümüzle çabalıyoruz.
Kayıplarımızın tarifi mümkün değil ama bu sırada kimsenin bilmediği öyle çok içimizi acıtan detaya boğulduk ki. Bilmeniz gerekiyor, herkesin bilmesi gerekiyor bu vahşi sistemin öldürdükten sonra bile peşimizi bırakmadığını.
Katliam bir "adli olay" mı?
Hayatını kaybedenlerin tamamının ölüm belgeleri Adli Tıp Kurumu'ndan Altındağ Nüfus Müdürlüğü'ne gönderildi. Anılarımızda hep yaşayacak o güzel insanların bir an önce nüfustan düşmesi gerekiyordu çünkü. Ancak o belgelerde ölüm sebebi "adli olay" olarak belirtilmişti. Ve hepsinin ölüm saati hanesinde "10.10" yazıyordu.
"Adli olay" ibaresinin başımıza iş açacağını dostum, yoldaşım Ali Kitapçı'nın ölüm belgesini elime alır almaz anladım. Peki matbu bir metin olan bu belgedeki "ölüm nedeni" hanesi niçin boş bırakılmıştı?Durumu hemen Türk Tabipleri Birliği'nden arkadaşlarla paylaştım, birkaç gün sonra da KESK'in hukukçularıyla. Ölenlerin hepsi emekçi insanlardı ya da yoksul ailelerin çocukları.
Biliyorduk ki hepsi banka kredileriyle, memursa bağlı bulundukları kurumun sandıklarından çektikleri krediyle yaşamaya çalışıyordu. Ve yine biliyorduk ki Anti-Kapitalist Müslümanlar hareketinin hocası İhsan Eliaçık'ın tabiriyle "Kapitalizme abdest aldıran" muktedirlerin ve onların destekçilerinin aksine bizlerin vahşi neoliberal ekonomiyle başı hep dertteydi.
Ankara katliamının ardından da öyle oldu. Hayatını kaybeden 100 canımızın yakınları bu kez sigortanın ödemeyi reddettiği borçlarıyla baş başa kaldılar. Çünkü sigorta şirketleri, "İntihar da adli olay, biz bu kişinin nasıl öldüğünü detaylı olarak bilmek zorundayız" diyorlardı.
Dayanışan tüm dostlara teşekkürler
Gazeteci sıfatıyla değil yakın dostunu kaybetmiş biri olarak ne yaparız, nasıl yaparız diye kendimi kapı kapı dolaşırken buldum. İşte o noktada, "iyi ki dayanışma var" dedirten dost eller yakaladı beni. Bizi ayrıştırmaya, içimizden bazılarını kriminalize, marjinalize ederek bizi bir olmaktan uzaklaştırmaya çalışanlara inat el uzatan dostların yardımıyla kafa kafaya verip çözüm aramaya başladık.
Bir avukat dostum bana yol gösterdi ve adliyeye giderek bu soruşturmaya bakan savcılardan biriyle görüştük. Acılı ailelerin bir de bu sorunla uğraşmaması için kendilerinden bize bir belge vermelerini rica ettik, kabul ettiler. Bu önemli sorun böylelikle halloldu. Hayatını kaybedenlerin yakınları ya da vekalet verdikleri avukatlar, Ankara'da soruşturmayı yürüten savcılıktan bu belgeyi alabilir.
Herkes saat 10:10'da mı öldü?
Ölüm belgeleri Adli Tıp Kurumu'ndan çıktığı için bir sonraki durağım orası oldu. Ölüm belgelerinde ölüm saatinin neden "10: 10" olarak yazıldığını öğrenmek istiyordum. Otopsi raporlarını bir-iki ay sonra verecek olan Adli Tıp Kurumu yetkilileri sigortalar nedeniyle yaşanan bu sıkıntıdan dolayı her gün onlarca aileyle muhatap olduklarını söylediler. Herkese aynı cevabı veriyorlar ne yazık ki, "Sigorta şirketleri maalesef parayı ödememek için direnç gösteriyor, bu hep yaşadığımız sorun ve kesin otopsi raporu dünyanın her yerinde birkaç ay sonra çıkar."
Peki, ölüm saatleri neden 10:10 yazılmıştı? Benim dostum Ali Kitapçı astım hastasıydı. Tamam bacağından ağır yaralanmıştı, tamam vücuduna saplanan bilyeler vardı ama ya polis biber gazı sıktığında yaşıyorduysa? Açılması muhtemel maddi-manevi tazminat davalarında ölüm saati o kadar önemli ki, bunu görüştüğüm kimseye anlatamadım. Öğrendim ki, bu iş de bizim memlekete özgü o saçmalıklardan biriydi. Meğer sistem ölüm belgesine otomatik olarak "00:00" saatini atıyormuş. Belgeyi düzenleyen görevli o saati kaç olarak düzeltirse (düzeltirse tabii) saat öyle kalıyormuş. Bu olayda da sormuşlar, "Saldırı kaçta oldu? 10: 04'te... E o zaman 10: 10 yazalım." Bu kadar!
Ali'nin hayat arkadaşı, kendisi gibi sendikacı olan Emel günlerdir soruyor bana, "Ali ne zaman ölmüş? Ben onu ararken yaşıyor muydu acaba?" Ben 12 gündür çalmadığım kapı kalmadığı halde bu sorunun yanıtını hâlâ öğrenemedim, nasıl diyeyim Emel'e! Yaklaşık 100 kişi Ali'yi aradı o gün, hastane hastane. Yöneticisi olduğu ve 14 üyesini kaybeden Birleşik Taşımacılık Sendikası, Emel'in yöneticisi olduğu ve bir üyesini o vahşi saldırıda kaybeden Tarım-Orkam Sen üyeleri, bugüne kadar kimsenin kalbini kırmamış, örgütçülüğüyle nam salmış Ali'nin dostları, elini uzattığı insanlar... Onca çırpınmaya rağmen biz Alimiz'in cansız bedenini, kayıtlarda yer alan hastanede değil, bir başka hastanede saat 19.30'da bulabildik. Ne demişti muktedir? "Ölü yıkamayı herkes öğrenmeli!" Bize cenaze kaldırmayı da öğretti başka acıları da tattırdı.
Kürtler'e özür borcumuz var
Hep diyoruz ya, örgütlenmek önemli, hem de çok önemli. Ancak bu örgütlülüğe rağmen birbirimize sahip çıkmakta zorlandık biz. Dostça, yoldaşça dayanışmalar sayesinde yolumuzu el yordamıyla bulduk katliamın ilk anından itibaren. Yine de bu katliama zemin hazırlayanlara, kendi gölgelerinde besleyip büyüttükleri, izleyip müdahale etmedikleri radikal islamcı IŞİD canavarını PYD'den daha az tehlikeli gören zihniyete inat biz dayanışmaya, örgütlenmeye devam ediyoruz hem de daha canla başla.
Biliyoruz ki Suruç katliamı da, Ankara katliamı da bir değil birçok amaçla yapıldı. Bunlardan biri de tarihimizde ilk kez güçlü bir şekilde kucaklaşan Kürt siyasal hareketiyle Türkiye solunu, bu sisteme kafa tutan, bu topraklarda barış isteyen herkesi ayırmaktı. Katliam sonrası yapılan ve 5 yaşındaki çocuğun bile gülüp geçeceği "Ankara saldırısı IŞİD-PKK ortaklığının ürünü" veya "Seçimde oylarını arttırmak için kendileri yaptılar" açıklamalarının sebebi de bu. Ancak görüyoruz planları işlemiyor, işlemeyecek. Çünkü biliyoruz ki "Birimiz bile özgür değilse hepimiz tutsağız"!
Ve son söz... Ali'nin cenazesinde şu cümleyi mırıldanırken buldum kendimi, "Kürtler bunca katliamla, bu acılarla nasıl başa çıkıyor???" Ben ki bu hareketi tanıdığımı, Kürtlerin mücadelesini bildiğimi, onlarla empati kurabildiğimi sanırdım. Bugüne kadar bizim Batı'da gördüğümüz eziyetlere acı bir tebessümle karşılık verip "Bunlar da bir şey mi!" tavrı takınan Kürt arkadaşlarıma söylediklerim için kendilerinden özür diliyorum. Acının daha büyüğü varmış meğer, ölümün daha kötüsü... Bizi öldürmek isteyenlerin bilmedikleri ise bizi yok edemedikçe güçlendiriyorlar. (ÖAÇ/ÇT)