27 Eylül sabahında Dağlık Karabağ’dan gene çatışma/savaş haberleri yayılmaya başladı. Son yıllarda bölgede ateşkes ihlaline epeyce alıştık. Ancak sosyal medyada iki dakika bile geçirmem, durumun farklı olduğunu anlamama yetti. Bu sefer çatışma kelimesini kullanamadım. 2020 yılında, hele hele pandemi varken savaş başladı ve uluslararası kamuoyunun, bölgedeki çatışmanın barışçıl çözümüne ulaştırılmasından sorumlu kurumların sessizliğiyle/içi boş açıklamalarıyla devam ediyor ve her geçen gün bölgedeki halklar kaybediyor.
Senelerdir meseleye mesafeyle, objektif (her ne kadar mümkünse) bakmaya çalıştım. Zaten kendimi bildim bileli de bir nefret, düşmanlık beslemeden büyüdüm ve bu duyguları hissetmeden meseleye bakabilmek zor olmadı. Bunun sebebini anlatmak istiyorum.
Mübadele: Yaşayanlar bilir
Ailem Sovyet Azerbaycanı'nın Şamkhor/Şamkir bölgesinden 1988 yılında Sovyet Ermenistanı’na göç etmek zorunda kaldı. Daha doğrusu oradaki bir köyle mübadele yapıldı. Bunun ne olduğunu ancak yaşayanlar bilir, ben de bilmem, anlamam. Ancak ailemi, çevremdeki insanları düşününce, eminim ki bunun acısını gizli gizli iki taraf da halen çekiyor.
Evini, hayatını, komşularını, kitaplarını, kısaca seni sen yapan her şeyi bırakıp kaçmak, kurduğun hayatı, ortak yaşamı geride bırakmak ve yıkılırken arkasında enkaz bırakan Sovyetler’in başka bir köşesinde yaşam kurmaya çabalamak. Bir de bunu savaş devam ederken, dinmiş/susturulmuş milliyetçi duygular kartopu gibi büyürken yapmak. Birden her şey değişiyor ve sınırın diğer tarafında kalan komşuların ‘düşmanın’ oluyor.
Babamın pasaportu
Bunları neden mi anlatıyorum? Hayatları parçalanmış onlarca insanla yan yana büyürken tek bir kere kin, nefret ve düşmanlık görmediğim, bunların bana öğretilmediğini söylemek için. Bir cumhuriyet çocuğu olan ben, babamın pasaportunda doğum yeri olarak ‘Sovyet Azerbaycan Cumhuriyeti’ yazıldığını her gördüğümde şaşırıyordum. Bana o kadar uzak gelen, sınırını geçmemin bile yasak olduğu bir ülkede doğmuş, büyümüş. Büyükannem hep bizim eve gelen Azeri dostlardan bahsederdi, evin ne kadar kalabalık olduğundan, aradaki dostluk ve güvenden. ‘İşler karışınca dedeni uyaran da Azeri dostu oldu. Git dedi’ derdi hep. Okuldan, anıttan, çeşmeden, dağlardan bahsedilirdi devamlı. Aklımda her şeyin silueti varken hayalet gibi kaldı hepsi. Ve hep ‘Bir gün keşke gidebilsem ve Azerbaycanlı, Şamkhorlu Azeri arkadaşımla orada bir çay içebilsem’ diyordum.
Dedem desen zaten olanlara dayanmadı, birkaç sene olmadan aramızdan göçüp gitti. Keşke biraz Bakü’deki üniversite hayatını, yaşamını anlatabilseydi. Savaş varken, çatışma sıcakken ‘Azeri mezarlığını yıkmak için o traktör ilk benim üstümden geçmeli’ diyen bir dededen eminim öğreneceğim çok şey vardı. Neyse, tekrar köye dönecek olursak, halen olduğu gibi duran Azeri Mezarlığı’nın, hafızanın diri olduğu bir mekân. Ve çocukluğumun bütün yazlarının geçtiği yer. Eminim ki sınırın diğer tarafında kalan insanlar da burada kalan evleri, okulları ve yaşamları için ölene dek yanıp tutuşacaklar. Ama işte mevcut şartlar belli. Birbirimizi ziyaret etmeyi, birlikte çay içmeyi geçtim. Neredeyse her ay, hayatın başında ve hayalleri olan askerlerin ölüm haberleri geçiyor medyada. Sanki Dağlık Karabağ’da ölmek normaldir, sanki dünya buna fazlasıyla alışmış ve aksini pek de istemiyor gibi, sanki o kadar benzeyen, aynı adetlerle yaşayan halklar hep ‘düşmandı’.
Türkiye’yi ev olarak görüyorum
Yukarıda anlattıklarımı düşününce son günlerde Karabağ’daki savaşla beraber sosyal medyada milliyetçilikle, ırkçılıkla suçlanmam aldığım küfür içerikli mesajlardan daha ağırdı. Ortak yaşamayı, dostluğu öğretmeye kalkışan insanların ‘İki devlet tek millet’ sloganı dışında Azerbaycan halkını tanıdığını, bir bağ kurduğunu düşünmek bile güç. Senelerdir Türkiye’de yaşamayı seçmiş, yaşadığım yeri ev olarak gören biriyim. Yaşadığım ülkenin, sınırda düşen çocuklara, sokaklarda vurulan sivillere, mahvolan hayatlara duygusuz bakışı, buna sevinişi korkutucu. Kaldı ki bir Ermeni için güvenlik konusunda hiçbir zaman parlak bir yer olarak görülmeyen bu ülkede ilk kez korkmaya başladım.
Sevdiğim, her gün selamlaştığım komşularım, bakkaldaki abi, sucu acaba bana selam verirken ne düşünüyorlar, televizyondan bangır bangır yayılan düşmanlığı içselleştirmişler midir, diye düşünmeden edemiyorum. Daha dün komşularla sıfır sorun politikası yürütülürken, Ermenistan birden düşman kesildi, komşu olduğumuz, yan yana yaşamak zorunda olacağımız unutuldu gitti. Ermenistan, Karabağ hükümetlerinden savaşa Türkiye’nin katılımı yönünde resmî açıklamalar yaparken, uluslararası kamuoyuna müdahale çağrısı yaparken, Türkiye meseleyi ‘kökünden çözmek’ istediğini bildiriyor ve gerginliğin dinmesi için adım atmıyor. Bu durum beni korkutuyor, çaresizliğe kapılıyorum. Hayatın sınırın iki tarafına yerleştirdiği insanlar, bölge halkı, ailem için korkuyorum.
(NÖ)