‘Hayatımda İz Bırakanlar’ yazı dizisine ‘annem’ ile başlamak beni yeni bir yolculuğa çıkardı. Geçmişimden bir kez daha yürümeye başladım. Başlarken böyle olacağını bilmiyordum. Yazı bir kez daha yolunu yaptı. Bir yandan geçmişimden yeniden yol alırken, diğer yandan yazı, yazmak, söz, sözün anlamı, uzaktan yazmak, sürgün üzerine de iç seslerimi dinleyerek yol alıyorum. Diziye başlarken her bir yazı için önceden plan yapmadım, ancak günlerce ve günlerce duygu, ses, özlem ve kelimeler topladım. Onlar ‘şimdi zamanı’ dediğinde klavyenin başına geçtim.
Adına ‘yürümek’ dediğim yaşam yolculuğumda en büyük zenginliğimin birlikte ortak hayaller/hikâyeler kurduğumuz insanların güzelliği olduğunu her zaman söylerim. Zaman zaman kendimi tam da bunların toplamı olarak görürüm. Bu güzel insanlardan bir tanesi de Sertav Çiya Eker’dir. İdeolojik okumalarımın en yoğun olduğu zamanların birinde yolumuz çakıştı Sertav Çiya ile.
Sertav Çiya ile tanışmak bu okumalara daha güçlü bir şekilde edebiyat okumalarını katmaya başladı. İdeolojik okumalar ile içinde olduğumuz mücadele hattına çok şeyler katabiliriz; ancak edebiyat, sanat, şiir okumaları ile o insana hayat katmaya başlarız. Nedense örgüt ortamlarında sanat, edebiyat, şiir okumalarına boşa geçirilen zaman gibi bir yaklaşım ile çok da pozitif bakılmazdı. Edebiyat okumak biraz da küçümsenirdi, oysa edebiyat okumak insan olmayı tamamlamaktı benim için.
Devrim için yürümek
Bir kentten diğerine devrim için yürürken, 1994 yılının baharında tanıdım Sertav Çiya’nın yaşam alanını. Amin Maalouf, insanlar babalarından çok, zamanlarının çocuklarıdır, der. Bizler de benzer bir zamanın çocuklarıydık. Halkımızın, halklarımızın özgürlük taleplerinde, sosyalizm mücadelesinde yol alarak kendi patikamızı kurmak, kurarken de özgürleşmek için çıkmıştık yola.
Hayatımızın patikasını ne zaman kurmaya başlarız, hangi adımlarımızdan sonra ‘işte şimdi başladım’ deriz bilmiyorum, ama bildiğim bir şey varsa da o da annemin ‘iyi bir insan ol’ sözlerinden sonra kulaklarıma ben 14’ümde iken Hasret Gültekin’in; "Her akşam olmadan önce, solgunlaşır gökyüzü ve her şey geçer usulca ve her şey daha yorgun sessiz" melodisi oldu. Sertav Çiya Eker ile biz bu melodilerin kulağımıza bıraktığı çağrıda buluştuk.
Bugün olduğu gibi 1990’larda da içeri’de ya da dışarda olmak fark etmiyordu, her günün sabahında gazete manşetleri kaybettiğimiz canların tebessüm eden fotoğrafları ile dolu oluyordu. Her bir defasında geride kalan olmak çok acı veriyordu, her gidene içimizde bir borçluluk duygusu yükseliyordu. Bilim insanı Delal Aydın bu durumu kendi doktora çalışmasında; “90’ların yurtsever gençliği arkadaşları için yas tutacak ve hayatlarına kendi doğruları çerçevesinde devam edecekleri bir kamusal alan bulamadılar. Burada “fazladan yaşam” bugün var olan ile gençken mümkün olduğunu hayal ettikleri yaşam arasındaki bir bölünmeye işaret ediyor. Var olanla bir zamanlar hayal edilen arasındaki boşlukta “fazladan yaşam” hissi, bir yandan kaybedilen arkadaşlara bağlılığı ifade ediyor, diğer yandan da kaybedilen bir genç benliğe, onun bir zamanlar sahip olduğu umuda ve inanca hakkını vermeye çalışıyor,” diye ifade eder.
Öğrencilik
Öğrencisi olduğum Cumhuriyet Üniversitesi’nde yurtsever-sosyalist grup olarak yoğun bir süreç yaşıyorduk. Amasya, Tokat, Sivas öğrenci grupları olarak çeşitli etkinliklerde bir araya geliyor ve kendi okullarımızda 12 Eylül sonrası ilk hareketlenmelerini yaşıyor, kurduğumuz öğrenci derneklerinde akademik ve toplumsal mücadelemize katkı sunmaya çalışıyorduk.
Okul bağlamında çeşitli sosyal ve kültürel çalışmalar ile ortaklaşma, birlikte üretme zemini yaratıyorduk. Aynı zamanda kendi yerellerimizde demokratik kurum ve sivil toplum örgütleri ile de iletişim içinde devletin faşizan yaklaşımlarına karşı ses vermeye çalışıyorduk. O dönem en yoğun süreci İstanbul’daki yurtsever-sosyalist öğrencileri yaşıyordu, ben de öğrenci olduğum Sivas’tan İstanbul’a geldim.
Bir süre sonrasında ilk profesyonel çalışmam için İstanbul’da Cafer Demirel’den aldığım kitap ve dergilerle Ankara, Sivas, Amasya, Tokat, Trabzon, Samsun’daki üniversitelere YCK öğrenci örgütlülüğü kapsamında gittim. Bu çalışmalarım iki yıl kadar sürdü. Öğrenci evlerinin gerçek sahiplerini dışarıdan gelen biri asla bilemezdi. Çünkü her evde, günün her saatinde birçok arkadaşı bulmak mümkündü. Evin her türlü işleri; alışveriş, yemek, temizlik vs. o an orada bulunan arkadaşlar tarafından gerçekleştirilirdi.
19 Aralık
Bu çalışmalar kapsamında 1994 yılının ocak ortalarında Eskişehir’e gittim, sonra yolculuklarım devam etti. Üniversite öğrencisi olan Arzu’yu İstanbul’dan tanıyordum, onun aracılığı ile öğrenci ortamı ile tanıştım. Eskişehir’de de yurtsever-sosyalist her bir öğrenci evi, paylaşımları, etkinlikleri ile adeta bir kültür merkezini andırıyordu. Bir hafta kaldıktan sonra Eskişehir’den bir öğrenci arkadaş ile Ankara’ya geçmiştim. Bu kapsamda 14 Eylül 1994 tarihinde Ankara’da gözaltına alındım, Aralık ’94’te ise örgüt üyeliğinden ceza aldım ve Bursa’ya geçtim. Ancak gerek Ankara, gerek Tokat ve Eskişehir’de okuyan yurtsever-sosyalist öğrencilerle ilişkilerim adına ironik bir şekilde "Hayata Dönüş" denen ve onlarca sosyalist insanın katledildiği 19 Aralık 2000 operasyonuna kadar sürdü.
Bu ziyaretlerin birinde Eskişehir’de Arzu ile birlikte Sertav Çiya da geldi. Yağmurlu bir günde gelmişlerdi, ziyaret için labirent gibi sıralanan görüşme kabinlerinde gezinirken ilk kez onunla göz göze geldik. Görüşme kabinin camlarına baktığımda ziyaret için gelen kalabalık içinden önce onu pek seçemedim, sonra duvarın dibine çömelmiş bir halde ıslanmış simsiyah saçlarının altında bir çift bakış ile karşılaşmıştım. O hali aklıma yağmurdan ıslanmış ve duvarın kıyısında soluklanan kırlangıç kuşlarını getirmişti. Uzaklardan, çok uzaklardan, uzun bir yoldan gelmiş gibiydi.
İlk bakış bazen kişinin önsözüdür. Ben o ilk bakışta, buğulu bir çift gözde, sanki uçarı, heyecanlı, meraklı, mahsun bir Sertav Çiya görmüştüm.
96 Nisan’daki ilk görüşmemizde bakışlarında özgürlük arayışına dair heyecan ve geleceğe dair güzel umutlarını görmüştüm, Sertav Çiya sanki benim dışarıdaki halimdi. Sertav Çiya gideceği zamana kadar nerede ise her çarşamba okuldan arkadaşlarıyla birlikte ziyaretime gelirdi. Kürdistan'daki gerilla hareketinin Türkiye devletine karşı vermiş olduğu mücadele metropollerdeki gençlik üzerinde oldukça etkili oluyordu, bu değişim süreci üniversitelerde de gözleniyordu. Eskişehir’den gelen arkadaşlarda bu heyecan ve hareketi görmek mümkündü.
Hevallik
Türkiye’nin, Kürdistan’ın her bölgesinde heyecanlı, meraklı, bilgi dolu pırıl pırıl arkadaşlar gelirdi. Dünya devrimlerinden, Ortadoğu’dan, Kürdistan-Türkiye devrim süreçlerinden, gençlik hareketinden, üniversitelerden çokça konuşur, meraklı sorularına cevap olmaya çalışırdık. Bazen de siyasetin gündeminden düşer günlük yaşama inerdik. Ben bunu daha çok Sertav ile yaşadım.
Sertav Çiya’nın bakışlarında tüm zamanlarımın özlemini görürdüm. Kimi haftalar birinci görüşmenin yetmediğini düşünür ikinci defa, bu kez de yalnız başına çıkar gelirdi. Heyecanları, öfkeleri, arayışları, merakları ile ziyaretime her gelişinde ben de kişisel öykümde onunla çoğaldığımı düşünürdüm. Bir insanı bu kadar çok kendim bilmem benim için yeni bir şey değildi aslında, ancak bu kez durum çok daha faklıydı. Hevalliğin en güzelini yaşadım ben Sertav Çiya Eker ile. Heval ilişkisi karşılıklı güven, samimiyet, adanmışlık ve dayanışma üzerine kurulur. Onun derdini derdin, acısını acın, gülüşünü güneşin olarak görmendir. Bizlerin en büyük gücü ve değeri her zaman hevallik oldu.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürt düşmanlığına son verip, her kimlik, aidiyet, inanç, dil ve kültürden insanların farklılıkları ile birlikte özgürlük yaşamını inşa sürecine girdiğimizde, yani adı konulmamış savaş son bulduğunda bizler sırt çantalarımızı alacak adres sormadan, yola bakmadan, kendi iç sesimizle Ege’den başlayarak bütün Anadolu ve Mezopotamya’yı birlikte gezecektik. Tek koşul vardı, bu yolculuk Denizli’de başlayacaktı. Zira orada Senay Eker yaşıyordu. Senay Ana’nın bilgeliğinde bir yola çıkmak bize güç ve güzellik katacaktı.
Bir gezgin gibi
Bizde bir duygu iklimi vardı, belki bu bende daha da çoktu. Nerede buluyorsam her şekilde zindan duvarlarından ta uzaklara martı seslerine, havalandırmamıza düşen kelebeklere tutunarak uzanıyordum İstanbul’un, o zamana kadar uzanamadığım Amed’in sokaklarına. Bunu sonradan anladım. Yanımda, sohbetimde, çayımda gözlerinde denizleri, nehirleri, ormanları görebildiğim bir hevalim var ise, ben ne duvar, ne zindan ne de sınır tanıyordum. Bir gezgin gibi çıkıyorum yollara.
Olmadı...
Oysa aslında Sertav Çiya, bana diyeceklerini son ziyaretinde getirdiği mavi kapaklı bir şiir kitabı söylemişti. Güzel insan, yoldaşım/yol arkadaşım hevalim Sertav Çiya Eker o büyük ve uzun yolculuğuna çıkmadan, son kez Bursa Özel Tip Cezaevi’ne ziyaretime geldiğinde kendisinin kavgaya/devrime olan bütün inancı, gitmeye dair olan kararlılığı ile bana mavi kapaklı bir şiir kitabı hediye etmişti;"Bırakıp gidiyorum bütün kentleri Enya. Bir veda sözcüğü. Son dokunuş ve bakış. Devinerek sürecek. Senin sonsuzluğunda. Bırakıp gidiyorum bütün kentleri Enya. Yaşanan vahşetlere dayanamayıp. Ölümün gerilla olduğu. O dağlara...."
O dağlara ne güzel insanlar gittiler. Ne kadar çok güzel arkadaşımızı, dostumuzu, yoldaşımızı, hevalimizi o dağlarda yitirdik. O muhteşem güzellikleri ile hayatlara hayat katması gerekirken biz o dağlara en güzellerimizi gömdük. Onların yerini hiçbir şey dolduramaz. Yaşar Kemal bu diyardan çekip gitmeden; "Bugün bu ülkede yaratıcılığımız eksilmişse, vicdanımız vurdumduymaz olmuşsa, şiddet hayatımızın her alanında üstümüze çökmüşse, hiçbir kuruma güvenimiz kalmamışsa, bunlar bir kuşak ömrü süregelen bir kirli savaşın insanlığımızda açtığı yaralardır," diyordu.
Sertav Çiya ile birlikte yürüyemediğim sokaklarda şimdi başka çocuklar büyüyor. Sertav Çiya’ya, onun hayata karıştığı sokaklarda büyüyen çocuklara barış borcum/uz var. Zor ve zahmetli; ancak yürümeye mecbur olduğumuzu düşündüğüm bir yol. Hayatlara karıştığımız sokaklara, o sokaklarda bugün büyümekte olan çocuklara bu borcumuzu ödeyerek ancak kendimizle, vicdanımızla barışabiliriz.
Barış bir lütuf değil, iktidarlar tarafından elimizden çalınanı geri almaktır. Bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var buna. Barış olmadan ekinler boy vermez, nehirler akmaz, sokaklarımızda çocuklar özgürce güven içinde koşup büyüyemezler. (EJA/TY)