Geçtiğimiz günlerde[1] Kırşehir’deki bir kitapevinin yıkıcılığa varan bir nefretle tahrip edilip yakılması, Sivas’ta ve nicelerinde yaşananların aslında sadece tarihin belirli bir zaman diliminde ve belirli bir mekânında gerçekleşmediğini, aksine ‘uygun’ sosyal şartlar oluştuğunda yeniden bu tarz olayların ortaya çıkmasının çok kolay olduğunu gösterir nitelikte. Bu tespit, kabul etmek gerekir ki, sarsıcı ve bir hayli rahatsız edici. Peki, insan(lar) nasıl bu kadar acımasızca ve bir o kadar kuralsızca davranabiliyorlar?[2]
Bu soruya pek çok yaklaşım, kendi işgal ettikleri konumla tutarlı bir biçimde ve fakat birbirleriyle aynı süreçlere gönderme yapan farklı kavram ve yaklaşımlarla cevap verebilir. Bu bağlamda Sosyal Psikoloji literatüründe son zamanlarda sıkça dile getirilen bir modeli, yaşananların sosyal-psikolojik arka planını göreli olarak da olsa görünür kılmak adına, burada da yinelemekte fayda var.
Şiddet eylemine beş adım
İnsanlar beş adımda dış gruba[3] karşı kolektif nefretle bezenmiş şiddet eylemlerini kolaylıkla gerçekleştirebilmekte ve bu eylemleri kendi zihinlerinde meşrulaştırmaktalar:
İlk adımda (hâlihazırda buldukları, seçtikleri ya da maruz kaldıkları) sosyal gruplara şu veya bu nedenle aidiyet hissederek, gruba ilişkin bir sosyal kimlik inşa etmekteler. Bu adım bireyin ait olduğu grupla (iç grup) özdeşim kurmasına yani bireyin kimlikleşme sürecine karşılık geliyor.
İkinci adımda dış grup muhtelif yollarla ait olunan grubun çizdiği sınırların dışına atılarak dışlanır ve dolayısıyla dış grup üyeleri birtakım yasal ve örfe dayalı haklardan mahrum bırakılır.
Üçüncü adımda, iç grup kendi sosyal varoluşunun yok olma ihtimaline karşı, ki bu ihtimal gerçek ya da hayali gerekçeler barındırabilir, dış grubu tehdit unsuru olarak gösterir.
Dördüncüsünde, iç grubun paylaşılmış erdemleri (hoşgörü, adalet, cesaret vb.) ön plana çıkarılır ve yüceltilir.
Son adımda ise dahil olunan grubun erdemlerini korumak adına dış grubun imhası törensel bir dokuda kutsanır. Bahsedilen beş adım gerçekleştiğinde dış gruba ya da göreli olarak dezavantajlı gruba yapılan her türlü eylem, bizzat eylemi gerçekleştirenlerin ve seyircilerin zihninde meşru olarak kodlanır. Dahası birlikte yaşamayı mümkün kılan kuralların bağlayıcılığı zayıflar ve hatta tamamen etkisizleşir.
Diğer taraftan bütün bu adımlar kendi işleme biçiminde sürüp giderken, yıkıcılığa varan şiddet eylemlerini gerçekleştirenler tıpkı şekerin çayda erimesi gibi dahil oldukları sosyal grup içinde eriyip kaybolur ve grup üyeleri tek bir organizma gibi hareket etmeye başlar. Bireyliğin yitirildiği bu anlarda, işlenen her türlü suç ve günah grubun diğer üyelerine dağıtılarak sorumluluktan zihinsel ya da vicdani olarak uzaklaşılır. Hâlbuki bu tür eylemleri gerçekleştirenler çoğu kez kendi gündelik rutinlerinde sıradan bir şekilde hayatını sürdüren insanlardan oluşur. Asıl can sıkıcı olan kısmı da esasen burası değil mi? Zira bu tarz eylemlerin faillerini saldırgan, vandal, serseri, psikopat, anormal, hasta, canavar gibi belirli kişilik özellikleri ve patolojikleştirme söylemleriyle açıklamak, gerçekle doğrudan yüzleşme cesareti gösteremeyen insanlar için çok daha rahatlatıcı. Fakat bu tutum ve dolayısıyla bu anlama biçimi, gerçeği yansıtmaktan çok uzak görünüyor, tıpkı Türkiye’de meydana gelen pek çok sosyal olayda sürekli olarak şu veya bu şekilde “düğmeye basan birtakım dış güçler” arama gayretindeki gibi.
Belki de bütün olan biten sırasında süreçte aktif bir şekilde gözlemci olarak bulunan dolayısıyla sosyal sorumluluk hissetmeyen aslında yaşananların failleri arasında değerlendirilebilecek seyircilerin de rolünü görünür kılmak gerekiyor. Bir taraftan yaşananları akıllı telefonlarla mühim bir görevi yerine getiriyormuşçasına kaydedenler, diğer tarafta uzaktan da olsa biraz kaygılı, fakat eylemleri destekleyen bakışlarla izleyenler, yaşananlardan, eylemi gerçekleştirenler kadar sorumlu sayılabilir. Eylemler artık kontrolden çıktığında, seyircilerin sürece müdahil olmak hususunda bazı çekincelere sahip olmasının makul gerekçeleri olabilir, fakat müdahale edilebilecek zaman dilimlerinde harekete geçmemenin ne tür bahanesi olabilir ki? Bir kişi de çıkıp “yahu ne yapıyorsunuz, insanları yakacaksınız” gibisinden bir tepki vermiyor.
Esas itibariyle yıkıcı olaylarla görünür olan bu tarz olgular, toplumun farklı grupları arasında süregiden zorlu çatışmalarla ilgilidir. Zorlu çatışmalar, temel olarak kimlik, değerler, güvenlik, toprak talebi gibi varoluşsal ve sosyal-psikolojik faktörlerle tetiklenen ve sürdürülen, şiddeti barındıran ve en az bir neslin müdahil olduğu ya hep ya hiç süreçlerini kapsar. Zorlu çatışmalar toplum üyelerince paylaşılmış toplumsal inançlarla sürdürülür ki bu inançlar güvenlik, karşı grubun gayrimeşrulaştırılması, kendini düşmanının kurbanı olarak sunma gibi mekanizmalarla görünür olur. Çatışmayı sürdüren grupların her biri kendi paylaşılmış toplumsal inançlarının bir arada yaşama iradesi yönünde değişip dönüşmesi ölçüsünde barış ortamını mümkün kılabilir. Ancak bu süreçler hiç kuşkusuz burada işaret edilen şekliyle kolayca işlemez, zira özelliklerine kısmen değindiğim bu paylaşılmış toplumsal inançlar, bir yandan toplum ve devletin kendisi tarafından kurumsallaştırılırken diğer yandan bireysel ve toplumsal eksendeki kayda değer işlevleri bakımından yeniden inşa edilerek sürdürülür.[4]
Ezcümle, yıkıcılığa varan nefretin yol açtığı acımasız eylemlerin sosyal-psikolojik arka planına dair bu kısmi bakış -yazının başında işaret ettiğim- sosyal koşulların, davranışları bazen doğrudan ya da dolaylı etkilediği; bazen de belirlediği önermesiyle temellenmektedir. İnsanlar içlerinde ‘kötü’ arzular, talepler ya da hevesler barındırabilir. Ancak kötü olanın ortaya çıkabileceği bağlamsal koşullar, bir arada, barış içinde yaşayabileceğimiz sosyal koşullar lehine değiştirilip-dönüştürüldükçe kötülüğün görünürlüğü ve dolayısıyla deneyimlenmesi o ölçüde azalma eğiliminde olacaktır. Kötülüğün tamamen yok edilmesi gibi romantik bir arzuya sahip olmaktan öte; kötülüğü sosyal koşullar üzerinden yönetebileceğimize işaret etmeyi değerli görüyorum. (MK/HK)
[1] 8 Eylül 2015
[2] Yazı boyunca Melek Göregenli, Stephen Reicher, S. Alexander Haslam, Rakshi Rath, Nuri Bilgin ve Daniel Bar-Tal gibi sosyal psikologların konuyla alakalı basılı ve sözel olarak belirtilmiş görüşlerinden istifade ettim. Ayrıca değerli arkadaşlarım Sercan Karlıdağ ve Çağlar Solak’a katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
[3] Dış grup, bireyin aidiyet duygusuyla bağlı olmadığı, ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrışmasında ‘onlar’ söylemine tekabül eden sosyal gruptur.
[4] Çatışmaların çözümüne dair süreçler bu yazının kapsamını bir hayli aşacağı için, burada sadece bu süreçlere işaret etmekle yetindim.