"Bir gevşeme, vazgeçme dönemindeyiz. Zamanın renginden sözediyorum." (Jean-François Lyotard)
" Bugünün emperyalistlerini cesaretlendiren şey... Entelektüel sınıf, aydınlanmanın ve özgürleşmenin büyük anlatılarından kopmuş durumda. Jean Baudrillard bize o günlerin geçmişte kaldığını anlatıyor." (Edward Said)
NTV'de Murat Belge, Gündüz Vassaf ve Şerif Mardin'in konuşmacı olduğu Gerçek Orada Bir Yerde başlığını taşıyan bir program başladı. Oğuz Haksever'in sunduğu programda her hafta farklı bir konu ele alınıyor. Geçtiğimiz haftaların konularından biri de "militarizm"di (21.11.2010). Haksever, "militarizmi teşrih masasına yatırmışken İsrail'den de sözetmeli miyiz?" kabilinden bir soru attı ortaya.
Militarizmden ahkâm kesilirken, hem de konu küresel bir bağlamda ele alınırken, İsrail konusunda suskun kalmanın adil olmayacağını düşünmüştü belki de. Ya da Horkheimer'ın "kapitalizmi konuşmuyorsanız faşizm hakkında da sessizliğinizi sürdürmelisiniz" biçimindeki çıkışını hatırlayıp konuya tahvil etmişti: İsrail'e dair bir çift söz söylemeyeceksek militarizm konusunda konuşmanın da anlamı yoktur. Buna karşılık, muhatap olanların soruyu ilk duyduklarında hafif sendelemesi, bu tür bir sorunun programdan önce düşünülmemiş olduğunu hissettirdi bana.
"İsrail [demokrasi] dersine çalışıyor"
"Türkiye'de militarizm" temalı eserleriyle tanıdığımız Belge, sözü aldı ve ilginç bir biçimde, orada bulunmadığı için İsrail'in militarizmle ilişkisi konusunda bir şey söylemeye tereddüt ettiğini söyledi. ("Hiç gitmediği ülkelerden biri" olmasının nedeni tam da İsrail militarizminin estirdiği terör havası olabilir mi acaba?) Programda dünyanın ulaşılması güç birçok coğrafyası hakkında rahatlıkla fikir beyan edilirken, iş burnumuzun dibinde bulunan ve vahşi politikaları sağır sultanı dahi inciten İsrail'e geldiğinde metodolojik kibarlıklara başvurmak nedendir? Ama Belge kibarlığı fazla sürdürmeye niyetli de değildi. Haksever'in "acaba İsrail militarist olabilir mi?" sorusuna karşı, "demokratik bir siyaset şeyini kapatmıyor" dedi ve "siyasette muhalefeti vesaireyi (insan hakları?) kapatmadığı"nı ekledi.
"Totalitarizm" üzerine eserleriyle tanıdığımız ve aşk ilişkilerine dahi totalitarizmin sızdığını saptayabilmesiyle bilinen Gündüz Vassaf ise, İsrail'i bugün demokratik yaşam konusunda çoğu kişinin bir ütopya saydığı İsviçre'yle eşleştirmeye vardırdı işi. "Mesela İsviçre'de de herkes asker", "silahlı olmak ille de saldırgan olmak anlamına gelmez". Nedense, konu İsrail ve militarizm arasında bir ilişki kurmak olduğunda yaklaşık 75 dakikalık programda sadece 1 dakika yer bulabiliyordu (bkz. 43. dk.). Nihayetinde, biri anti-totalitarizm diğeri anti-militarizm şampiyonu, bu konuda olur olmaz herşeyden kuşkulanmakla nam salmış iki yazar herhangi bir bulguya rastlayamamıştı.
Irkçılığın kalesine dair dikkatler
Oysa, Belge'den en azından Gideon Levy'nin Mavi Marmara baskını üzerine Haaretz'de kaleme aldığı (30 Mayıs tarihli) yazıyı okumuş olmasını ummak gibi bir hakkımız olmalı. Çünkü yazıya Birikim'in sitesinden ulaşılabiliyor. Hem Belge'nin "herhangi bir ülkeyi eleştirirken orda bulunmuş olma" metodolojisini de gerçekleştirebiliriz bu durumda. Çünkü yazar İsrailli ve İsrail "propaganda (ve savaş) makinesi"nin "muhalafeti vesaireyi kapattığı" gibi, demokratik bir siyasetin imkânlarını yokettiğini, bu ülkede İsviçre'yle mukayese edilebilecek hiçbirşeyin olmadığını ima ediyor.
Belge, Birikim'in tercüme ettiği bu yazıya rastlamamışsa kendisi gibi Taraf gazetesi yazarlarından olan Roni Margulies'in "Irkçılığın Son Kalesi İsrail" yazısını okumuş olabilir (Taraf, 02.06.2010). Bu yazı, Leyv'nin bildirimini çarpıcı bir örnekle tasdik ediyor. İlginç olan, Margulies'in dedesinin de torununu "görmediği, bilmediği bir yer hakkında atıp tutmakla suçlaması". İsyankâr torun, bunun üzerine dedesine kendi masraflarını karşılaması durumunda İsrail'e gidebileceğini söyler ve gider. İsrail'i "gidip görme ayrıcalığı"na sahip olduğu için gözlemleri uzun bir alıntıyı hakediyor: "Filistinlilerin düşman, şeytan, kötü olması Siyonizm'e içseldir. İsrail devletinin ne laik, ne de demokratik olması, ırkçılığı meşrulaştırması kaçınılmazdır...Yerli halkı dışlayan bir devletin vatandaşları olarak, İsrail'in Yahudi halkı 1948'den bu yana sürekli savaş halinde yaşayan bir halktır. Hep bir düşman olmuştur, bu düşman hep aynıdır, devlet hep bu düşmanın "bizleri denize sürmek" istediğini anlatır, her an hazırlıklı, her an silahlı olmak gerekir. Her İsrailli her yıl askerlik yapar, her İsrailli birden fazla savaş yaşamıştır. Böylesi bir toplumun şiddetle, vahşetle, travmayla iç içe yaşayan bireylerinin ırkçılığı yanlış bulması zordur".
Metodolojik kuralımıza da uyan bu gözlemlere direnmek ya da yazarını anti-semitizmle suçlamak zor olsa gerek. O halde cevaplanması gereken bazı sorular var: Doğrudan deneyim bilginin kaynağı olarak bu kadar önemliyse İsrail'in demokrasisi hakkında oraya gitmeden nasıl bir yargıya sahip olabiliyoruz? Bir de karşılaştırmalı bir soru: "İslâm toplumları" bahsinde yontulmamış pozitivistler olarak hareket ederken, konu İsrail'e geldiğinde neden titiz etnometodologlara dönüşüverir birileri? (Bu iki sorunun birbirine nasıl bağlantılı olduğunu anlamak için en iyi başvuru kaynağı Edward Said'in Şarkiyatçılık ve Medyada İslâm eserleridir.) Belge'yi oryantalist bir bakış açısına sahip olduğunu ima eden bu ikinci sorudan tenzih ederim. Onun "İslam toplumları" hakkında ne düşündüğünü çıkarsayacağım karşılaştırmalı bir görüşe sahip değilim. Yapılabilecek en iyi şey, Belge için bir İsrail gezisi temin etmek olacaktır. Ama yine de metodoloji sorularının genellikle politik sorular olduğunu hatırlatmadan edemeyeceğim. Hele konumuz İsrail'se burası katışıksız, politikadan yalıtılmış bir metodolojiyi varsaymanın en zor olduğu yerdir herhalde.
Liberal solun yasak sözcükler listesi
Kaçınılmaz biçimde politikaya bulaşmışsak, bu politikanın ne olduğunu kavramak üzere en yerinde hareket onu tarihselleştirmektir. Belge, "liberal sol"un kanaat önderlerinden biri olarak bilinir. Bu varsayımı doğru kabul edersek, liberal sol'un hanesine Filistin'le ilgili bir kayıt da düşebiliriz. Çünkü, İsrail ve Filistin o kadar iç içe geçmiş politik tarihlere sahip ki, ilki hakkında bir yargı bildirdiğinizde kaçınılmaz olarak diğeriyle ilişkisi üzerine de imalarda bulunmuş olursunuz. O halde, problem sadece İsrail'in demokratik performansıyla değil, bağımsız Filistin'in kurulması meselesinin liberal sol mahfillerde nasıl algılandığıyla da ilgili.
Liberal solun, klasik solun birçok temasını tehlikeli bir metafiziği yansıttığı gerekçesiyle reddettiğini biliyoruz. Paradoksal biçimde, neo-pozitivist bir hâleti rûhiyeyle harekete geçen (paradoksal, çünkü pozitivizm eleştirisi de liberal solun sacayaklarından biri) bu çevrelerde elden ele dolaşan bir "yasak sözcükler listesi" var sanki:
"Ulusal bağımsızlık, (anti) emperyalizm, sömürü, tahakküm, Siyonizm" gibi kavramlar, metafiziktir ve haklarında konuşulmamalıdır.
Belge, konusu "Amerika" olan bir sonraki programda ABD politikasında Yahudi lobisinin etkisini konuşmanın komplocu bir zihniyet olduğunu söylerken de sanırım bunu kastediyordu. Burada, Siyonizm analizinin komplocu zihniyetin tuzaklarına düşmeden başarılamayacağı varsayılıyor; dünyayı etkili "yapı"larla açıklama biçimindeki eski sol yaklaşım da komplocu zihniyetle birlikte kurban ediliyor. Bütün açıklama biçimleri "metafizik" olduğu için, bu konu hakkında yapılması gereken en doğru şeyin susmak olduğu söyleniyor.
Amacım, liberal solun türdeş bir bütünlük olduğunu iddia etmek değil. Bu akım içinde yer alan veya kendilerine bu sıfat atfedilen her yazar tek tip bir fikir yapısına sahip olacak diye bir şey de yok. Fakat liberal solun temsil yeteneğini "yasak sözcükler" listesiyle kazanan bir merkeze sahip olduğunu yadsımak mümkün mü? Cevap "hayır"sa, adeta "zamanın ruhu"na dönüşüveren bu ideoloji üzerinde daha dikkatle düşünmemiz için bir vesile olabilir.
Sonuç: Uzmanlar dünyaya bakışımızı nasıl belirliyor?
Bu başlık, Edward Said'in Medyada İslam eserindeki temel sorunsalını ifade ediyor. Filistin konusundaki suskunluğun "gerçekliğin çarpıtılması" anlamında ideolojik bir tutumu yansıttığını Said kadar çarpıcı bir şekilde ifade eden olmadığını onun düşmanları bile kabul eder. Zikrettiğim kitapta, "İslam toplumları"nı pür bir dinsellikle açıklayanların İsrail'de dinin etkisini araştırmaya burun kıvırdıklarından sözetmişti. Bu ayak diremenin, İsrail'i Ortadoğu'daki bir kurtarılmış bölge, yalıtılmış bir demokrasi adacığı olarak ele alan tutumla da belli bir ilişkisi vardır kuşkusuz.
Fakat bunun kadar önemlisi, sözkonusu tutumun yapısal zeminini kavramaktır. Son dönemde, Said'in Naipaul'la karşıtlığına dair bazı görüşler serdedilmesine rağmen, bu muhalefetin önemli bir yönü gözden kaçırıldı: Said, Naipaul'a hasredilmiş "Bitter Dispatches From the Third World" yazısında, bu yazarı politik bir geri çekilmenin, emperyalizm vb. (yasak) sözcüklerden vazgeçişin kültürel semptomu olarak ele almıştı. Bunun üzerinde ısrarla durmasının nedeni, tahmin edilebileceği gibi, 1980'lerdeki neo-liberal hegemonyayla birlikte derinleşen bu tutum almanın Filistinliler'in hak ve adalet arayışlarını olumsuz yönde etkileyeceğini düşünmesiydi.
Çünkü, ona göre, bu dönüş, Naipaul'da olduğu gibi, sömürgeciyi aklayıp emperyalizmi haklı çıkaran bir retoriğe destek olurken "kurbanları suçlamak" dediği yönelimin de yolunu açacaktı. Kurbanları suçlamanın daha sofistike bir yolu ise, yukarıda gördüğümüz gibi, zalimlerin demokratik performanslarından övgüyle sözetmek olabilir mi? Belki gerçek burda biryerdedir...
___________________________________________________________________________
* Fırat Mollaer, MSGSÜ Sosyoloji.