Endişeli Kemalistler'in son harikasına Başbakan'ın İstanbul için tasarladığı "çılgın proje"ye dair bazı tahminleri dinlerken şahit olduk. Özgüveni ve "merkez"den olması sesinin gürlüğüne yansımış, ekonomik sorunlarını çözdüğü her halinden belli, kentli orta sınıf bir "yurttaş" tahminini buyurdu: "İstanbul'un merkezine büyük bir cami mi yapacakmış yoksa?"
Politika alanında gerçekten seküler olmak istense korkulmaya değer ne çok şey vardı oysa: "Şehri, adaletsizliğin yanı sıra, çarpık bir dinsellik ve konformizm etiği üreten dünya kapitalizminin metropollerinden biri yapmak için yeni bir adım mı? Vahşi bir kentsel dönüşüm projesi daha mı?" Hatta: "Hrant Dink'in katillerine kıyak yapacak yeni bir faşist idareci mi atanacak şehre?" vs.
Bu sahici, pratik, ölümcül korkular dururken, iktidardan duyulan endişeyi muhayyel bir cami inşaatına indirgemek, olsa olsa -Marx'ın felsefi idealizm için söylediği gibi- "tepetaklak" edilmiş bir dünya portresini temel alır.
Mağdurun dilinin gasp edilmesi
Bu etkisi büyük kendisi küçük burjuva düşüncesi, politikayı endişeli Kemalizm'le muhafazakârlık arasındaki kültürel cebelleşmeye hapseder.
Ayırıcı özelliği, dikkatleri maddi dünyanın yoksulluk, açlık, yolsuzluk vb. sorunlarından koparmaya yarayan "sofularla ateistler, Doğucularla Batıcılar, gericilerle Cumhuriyetçiler" gibi bir dizi polemiğe odaklamak suretiyle hegemonya kurması ve imal ettiği kültür savaşları kafesinde politik alternatiflerin önünü tıkamasıdır. (Max Weber, modernliğin özgürlükleri boğabilecek bir "demir kafes" üreteceğini söylüyordu. Bizim siyasi tarihimizse Tanzimat'tan itibaren politikayı boğazlayan bu kafesi üretmiştir).
Oğuz Atay'ın terimleriyle söylersek, Türkiye siyasetindeki "tehlikeli oyun"lardan biridir bu. Oyundaki kartlardan biri, İslâm'ın salt bir kimlik sorununa ircâ edilmesi, toplumsal adalet ve eşitlikle ilgili talepleri ifade edebilecek bir politik dil olarak düşünülmesinin engellenmesidir. (Kimlik sorununun yapay ya da önemsiz olduğunu söylemek anlamına gelmez bu).
Böylece toplumsal dönüşüm istemlerini örgütleyecek, mağduriyeti politik bir dile tahvil edecek siyaset anlayışlarından biri daha zemin kaybeder.
Anadolu İslâm'ında siyasal baskılara, toplumsal adaletsizliklere, eşitsizliklere, haksızlıklara karşı bir muhalefet öğesi vardır. İnsanın eşref-i mahlûkat, Allah'ın halifesi ve mikrokosmos olduğu anlayışlarına dayanır; sömürüye karşı belli bir tutum geliştirir. "Kula kulluk edene yazıklar olsun" der ve bu dünyanın batmasını, başka bir dünyanın kurulmasını dahi isteyebilir.
Dâhil edildiğimiz politik gerilimde yitirilen de bu dilin politik bir alternatif için kullanılabilirliğidir. Endişeli Kemalistler, bunu tehlikeli bir "mahalle ethosu" olarak görüyor. Laikçiliğin şehvetine o denli gark olmuşlar ki, halkın toplumsal dönüşüm, eşitlik ve adalet gibi isteklerini kavrayacak halde değiller.
Muhafazakârlara gelince, bu istekleri bir değişim retoriği içinde kullanıyorlar ama genel toplumsal dönüşüm içeriğini kurnazaca sınırlamak suretiyle. O halde, endişeli Kemalistler ve muhafazakârlar arasındaki kültür savaşı mağdurun dilinin gasp edilmesine yol açıyor.
Gerilimin ötesine doğru
Şimdi, yeni ve alternatif bir politika dili öne süren, biri toplumsal diğeri siyasal iki gelişmeden bahsedelim. İlki Koray Çalışkan'ın 7 Kasım tarihli Radikal'de "Kandıra'da Köylü Ayaklanması" başlıklı yazısına dayanıyor.
Kandıra'nın çiftçileri "mahalle"de sadece gerici bir muhafazakârlık bulan araştırmacılarımızın tahmin edebileceği gibi dindar insanlar. Ama onların hayal dahi edemeyeceği kadar seküler bir söyleme sahipler. Örneğin, çiftçilerden biri, Yadigâr Derin, "tespih çekip kul hakkı yiyenlere karşı bir ayaklanma başlattıkları"nı söylüyor.
Çalışkan, bunu şöyle yorumlamış: "Adalet ihtiyacını İslâm'la dillendirirken AKP politikalarına karşı duran ve tamamen solda duran bir sosyal hareketle karşı karşıyayız". (Hatta o kadar ki, köylülerin hareketine liderlik eden Ahmet Uzun'la görüştüğünde "bir devrimciyle karşılaştığı"nı zannediyor.)
Bu toplumsal hareketlilik Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin tarım politikalarından muzdarip olan köylülerin üretebileceği "sosyal bir deprem"in sesi olarak yorumlanabilir mi bilmem. Fakat asıl dikkat çekici olan, yeni ve alternatif bir politik dilin kullanılmasıdır.
İkinci örnek, bir süredir "Müslüman sol" bir siyasal oluşumun hazırlığını yapan Mehmet Bekaroğlu'yla ilgili. Bekaroğlu, Halkın Sesi Partisi'nin kurucularından. Radikal 2'de kendisiyle yapılan söyleşide (07.11.2010) yeni partinin din temelinde siyaset yapmayacağını, özgürlükçü, sol ve anti-emperyalist bir duruşa sahip olacağını söylüyor:
"Aslolan ekmek... bir insan ekmek, rızık, istikbâl korkusu içindeyse, birilerinin önünde eğilecektir. Biz la ilahe illallah'ı böyle algılıyoruz".
Bu, "geri"liği ve karanlığı toplumsal yapılarda arayan, eşitlik olmadan özgürlüğün de kullanılamayacağını ifade eden ve kapitalizm koşullarında insanın yabancılaşması meselesini öne çıkaran sol bir politik dil değil de nedir?
Bastırılmış söylemleri ayaklandırmak
Oğuz Atay'ın "tehlikeli oyun"uyla mağdurun dilinin gasp edilmesi arasında bir ilişki kurarken terimi gelişigüzel kullanmadım. Türkiye toplumunun en duyarlı gözlemcilerinden biri olan Oğuz Atay, Kemalizm ve muhafazakârlık arasındaki kısır çekişmenin politikanın alanını daralttığını çok önceleri faketmişti:
"Birbirlerine ödül dağıtan, oyunun kurallarını bozmaya cesaret edemeyen bu kuru kalabalık aslında tek bir kütledir; ilericilik-gericilik kavgası görünüşte bir çekişmedir. Karşılıklı bir oyundur bu. Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu farketmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. Gerçeği aramaktır. Taklitçi olmayan Batıcılık bunun için tehlikelidir. Gerçeği arayan Doğu bunun için tehlikelidir".
Atay'ın 1970'lerde günlüğüne not düştüğü bu satırlar, keskin bir gözlem gücüne dayanıyor kuşkusuz. Fakat bunun yanında, satır aralarından bir eylem çağrısını işitmemek de elde değil: "Bu oyunu farketmek, bu oyuna karşı çıkmak".
Kandıra köylüleriyle Bekaroğlu'nun kullandığı yeni politik dil, işte bu oyunun farkedilmesine ve ona karşı çıkılmasına dayanıyor. Onlar, Kemalizm'le muhafazakârlığın ötesinde bir politik yol haritasına işaret ediyorlar.
Bu söylem, 2002'den itibaren artan bir oranda maruz kaldığımız muhafazakâr-cumhuriyetçi polemiğinde ciğerimiz daraldığı ölçüde adeta bir politik gereklilik olarak gitgide güçlendi. Fakat tamamen yeni sayılmaz.
Burada, mesela, Nurettin Topçu'nun tasavvufi bir temele dayanan "Anadolu sosyalizmi"ni ve Hikmet Kıvılcımlı'nın Kuran'daki emek kavramına bir toplumsal dönüşüm etiği türetmek üzere atıfta bulunduğu Eyüp Konuşması'nı anımsatan bir ses var.
Hatırlamalıyız ki, Topçu derin bir entelektüel yalnızlığa itildi; Kıvılcımlı ise bu konuşma nedeniyle yargılandı. İslâm'ı bir kimlik sorunu dışında gündeme getirmeyi ne muhafazakârlar ne de endişeli Kemalistler istedi. Türkiye siyasetinin "tarihsel blok"unu oluşturan bu egemenler, oyunlarının bozulabileceğini sezdiler.
Endişeli Kemalistler, laikliği bir yüce gösterge olarak algılayan laikçi indirgemecilik vasıtasıyla epistemik bir şiddet uyguluyorlar ve bu şiddet Türkiye'nin kendine özgü politik koşullarından kaynaklanan nedenlerle daha ciddi boyutlara ulaşabiliyor.
Bunun nedeni, Kemalizm'le muhafazakârlığın "düşman ikizler" gibi birbirini yeniden üretmeleri ve böylece sözkonusu tarihsel hegemonyayı sağlamlaştırmalarıdır. Tahkim edilen düzen, kültür savaşının dışına çıkmayı öneren söylemleri bastırarak başarılmaktadır.
O halde, sorumluluk etiğine sahip entelektüellerin yapması gereken, Foucault'nun terimleriyle, bu "bastırılmış söylemleri ayaklandırmak" ya da en azından onlara söylemler düzeninde eşit bir yaşam hakkı tanımaktır. (FM/BB)
* Fırat Mollaer, MSGSÜ Sosyoloji Doktora