Manşet görseli, "Benim adım Sam" filimden alındı. Filmde, Sean Penn kızı ile farklı bir baba-kız ilişkisi kuran engelli babayı canlandırıyor.
2003 yılında babasız kalmış bir çocuğum. Yıllar sonra akademiye adım attığım ilk zamanlar, değerli bir hocamın “en iyi aile, ölü ailedir” sözü belki de bu yüzden hiç çıkmaz aklımdan. Hocamın bahsettiği ölüm, sembolik bir ölüm elbette.
Basitçe söylemek gerekirse, çoğumuzun içine doğduğu geleneksel aile formunun reddine dayalı bir özgürlük arayışına işaret ediyor. Bu ret olmadan, gerçekten mutlu bir aile tahayyül edebilmenin imkânsızlığını vurguluyor.
Akademik çalışma konularımdan biri olan babalık üzerine kafa yorarken de bu söz üzerine düşünüp dururdum.
En iyi baba, ölü bir baba mıydı gerçekten? Bu soruya cevabım her seferinde “evet” oldu.
Daha özgür, daha mutlu ve eşit bir dünya için babaların içlerindeki erkin ve bu erkin şekillendirdiği/dayattığı babalık formunun öldürülmesi gerekiyordu. Benimkisi daha büyük bir adım atıp fiziksel ölümü de deneyimlemişti, o ayrı.
Bu ölümü gerçekleştirmesi gerekenler, babaların ta kendileri. Günümüzde buna çabalayan pek çok erkek var artık.
Akademik alanda da özellikle 1980’li yıllardan sonra artan çalışmalar, babaları eşleriyle ilişkileri ve çocuk bakımına katılımları üzerinden değerlendirerek bazı ölümlere, yani değişimlere işaret ediyor.
Bu çalışmalar, çeşitli toplumsal, kültürel ve ekonomik gelişmelerin de etkisiyle egemen erkeklik kodlarından biraz daha uzakta şekillenen (ve yer yer bu kodları dönüştürebilen) farklı babalık performanslarını görünür kılıyor.
Bu gelişmelerde feminist hareketin payı büyük.
Artık araştırmalarda ailedeki babanın konumu için kullanılan aile reisi, geçim sağlayan, evin direği gibi tanımların tam karşısına olmasa da, kıyısına konuşlanan farklı kavramlara rastlıyoruz: Değişen babalık, eşitlikçi babalar, laik babalar, ilgili babalık, (pro)feminist babalar, çizgi dışı babalar…
Gitgide görünür olan farklı babalık performanslarını bu tarz kategorilere ayırmanın ne derece sağlıklı olduğu tartışılır. Bu kategorilerden biri üzerinden tanımlanan bir babanın aile ilişkilerinde bu kategoriyi ne kadar iyi temsil ettiği muamma. Kavramlar çoğu zaman havada kalıyor.
Bizden bir örnek vereyim. Naz Hıdır’la birlikte (pro)feminist babalar üzerine yürüttüğümüz bir proje[1] için görüşme yapacağımız erkekleri bulma arayışındayken, önceden tanışıklığımız olan ve eşitlik yanlısı olma çabalarını asla göremediğimiz bazı erkeklerin kendilerini bu kategoriye sokup onlarla görüşme yapabileceğimizi söylemeleri ironikti.
Diğer taraftan uzun süredir kadın hareketi destekçisi olan, çocuk bakımına katılan ve çocuğunu cinsiyetçi kodlardan uzak yetiştirme gayretinde olan birkaç arkadaşımızın kendilerini (pro)feminist olarak görmediklerini belirterek çalışmaya katılmak istememeleri de bizim için kafa karıştırıcıydı.
Proje sürecinde gördük ki, “(pro)feminist baba” kavramını operasyonelleştirmek oldukça zordu.
Böyle bir çabaya gerçekten gerek var mıydı, ondan da pek emin değilim. 1990’lardan günümüze değin güçlenerek etkisini arttıran queer çalışmalar, erkekliğin performatif icrasına ve erkeklik dâhil her türlü kimlik siyasetinin anlamsızlığına dikkat çekiyor.
Bu yaklaşım, erkekliğin önemli bir performans alanı olan babalık müessesesinin de altını oyan bir yaklaşım tabii.
Bu da akıldan çıkarılmaması gereken basit ama önemli bir çıkarım sağlıyor: Babalığın da performatif olduğu, kültürel olarak inşa edildiği, tarihsel/yerel/bölgesel çeşitlilikler gösterdiği, asla sabit ilerlemediği ve sürekli değişebilir olduğu. Yani bir nevi ölümlülüğü.
Yine de kapsamlı saha çalışmaları sonucu kavramsallaştırılan bu tarz farklı babalık performanslarını, Batı literatüründe uzun süredir tartışılan “yeni babalık” modelinin uzantıları olarak düşünmek mümkün.
Yeni nesil erkeklerin babalığı kendi babalarından farklı bir şekilde pratik ettiklerine işaret eden, babanın çocuk bakımına katılımının gitgide arttığı ve çocukla duygusal yakınlığa izin veren bir model bu. Türkiye’de de yaygınlaştığı iddia edilen bir model.
Ancak yeni babalık kodlarını benimsemiş babaların bu duruşlarını gündelik hayat pratiklerine ne derece yansıtabildikleri üzerine düşünmek oldukça önemli.
Bu çabayı gösteren babaların kendi pratikleri üzerine düşünüp kendilerine özeleştiri getirebilmeleri daha da önemli. Çünkü akıllardaki ideal babalıkla uygulanan babalık çoğu zaman uyuşmuyor.
Babalığın nasıl olması gerektiği ile nasıl performe edildiği arasındaki gerilim, babalık literatüründe güncelliğini koruyan bir konu.
Bu gerilimi kültür/icra, teori/pratik, idealler/temsiller gibi ayrımlar üzerinden inceleyen çalışmaların ortak vurgusu çok kritik: Bu ikiliklerin asla eş zamanlı ilerlemediği. Yani babalıktaki değişimlerin uygulamaya çok geç tezahür ettiği.
Türkiye’de yeni babalık kültürünün yüzünü daha eşitlikçi bir yöne çevirdiği söylenebilir belki. Örneğin kız çocuğunun da oğlan çocuğu kadar değerli olduğu ya da babanın da çocukla anne kadar vakit geçirmesi gerektiği gibi düşünceler artık oldukça yaygın.
Ama ne var ki yeri geldiğinde erkek çocuk hala kayırılabiliyor ve babanın çocukla geçirdiği vakit sadece parka gitmekle veya beraber televizyon izlemekle sınırlı kalabiliyor.
İcraat ne yazık ki değişen kültürü bir hayli geriden takip ediyor. Aradaki boşluk epey büyük. Ve en eşitlik yanlısı babaları bile bu boşlukta debelenirken görmek mümkün.
Bu noktada (pro)feminist babalar projesine bir kez daha dönmek istiyorum. Projenin başında amacımız gayet basitti. Türkiye’deki (pro)feminist babaların deneyimlerini ve cinsiyet eşitliğine duyarlı çocuklar yetiştirmedeki etkilerini görünür kılmak istiyorduk.
Ancak proje, bu babaların savundukları ve olması gerektiğine inandıkları babalık modelini pratikte ne derece uygulayabildiklerine yönelik tartışmalar yürüttüğümüz bir sürece dönüştü. Babaların söylemleri ile pratikleri arasındaki boşluk, onların samimi itirafları ve kendileriyle hesaplaşmaları sonucu ortaya çıkmıştı.
Bu babalardan birinin paylaşımını, eşitlik talebi olan babaların pek çoğunun bahsettiğim boşlukta debelenmesine iyi bir örnek olduğu için burada da alıntılamak istiyorum. Kadının ezilmesinde erkeğin en büyük aktör olduğunu sık sık vurgulayan bu babanın babalık performansı, kendisinin de itiraf ettiği üzere, savunduğu fikirlere ters düşen pek çok strateji içeriyordu.
“Pazartesi işe gidiyorum, ‘oh be’ diyorum. Bütün hafta sonu çocukla ilgileniyorsun, çok yoruluyorsun. İşte bile daha az yoruluyorsun, masa başındasın bilmem ne. Geliyorsun oyna, yedir, yıka, uyut vs. Her dakika bir şey yapıyorsun, toplasan bir şey yok ortada. Türkiye’ye ilk geldiğimde şey yapıyordum. Tuvaletim geldi ya kızın uyanmasını bekliyordum. Kız uyuyor rahatım, o uyanınca tuvaletim geldi deyip gidiyorum. Erkekler de bunu kullanır yani, tuvalette uzun zaman geçirme şeyini. Sonra tuvalette oturuyorsun, kapıya geliyor baba baba diye.”
Söylem ile pratik arasındaki bu boşluğun en büyük sebebi, erkek olmanın ayrıcalıklarından vazgeçememek gibi görünüyor.
Egemen ideolojinin çocuk bakımından babayı sorumlu tutmaması, alıntıda da gördüğümüz gibi (pro)feminist bir erkeğin bile bu ideolojiden yararlanmaya çalışmasına sebep olabiliyor. Bu ayrıcalıklardan vazgeçmek kolay değil ne yazık ki.
Erkeklerin büyük çoğunluğu, en eşitlikçi olanları bile, sırf toplumun yücelttiği bir cinsiyete atfedilmiş bedende doğdukları için bu durumun “sözde” avantajlarıyla kuşatılmış bir hayatın içinde buluyorlar kendilerini.
Erkeğin bakım vermeye bu kadar yabancı olması, tam da böyle bir hayatın içine doğmasının bir sonucu.
Avantajların “sözde” olmasının sebebi ise aslında bir pohpohlamadan ibaret olmasından kaynaklanıyor. Hatta bu avantajların birer dezavantaj olduğu, erkekliğin erkeğin sırtında bir yük oluşturduğu vurgusu, özellikle akademik ve aktivist çevrelerce kabul görmüş bir argüman.
Babanın evin direği olmasının “sözde” avantajı, o direğin yıkılmaması adına verilen sürekli mücadelede krizlerle ilerleyen bir eziyete dönüşüyor.
Yani erkeğe bahşedilen güç, onun bu gücü elde tutma mücadelesinde sürekli olarak güçsüzlüğüyle yüzleşmesine sebep oluyor aslında.
Güçsüzlükle yüzleşmenin yarattığı krizler, erkeklik dediğimiz şeyin ta kendisi zaten.
Erkeklik, krizler üzerinden inşasını sürdüren, şekillendiren ve asla tamamlanmayan bir performanstan ibaret.
Ve bu durum, erkekliğin inşasındaki ve yeniden üretimindeki en kritik konumlardan birine işaret eden babalık için de geçerli elbette.
Bu krizleri önlemek, erkekliğe atfedilen gücü ve bu güç aracılığıyla diğer cinsiyetlere dezavantaj sağlayan her türlü çıkarı reddetmekten geçiyor.
Krizlerin erkekliğin kurucu unsuru olduğunu düşündüğümüzde, o krizleri önlemenin, içimizdeki potansiyel erkin ve bu erk tarafından şekillenen babanın katlini sağlayacağı da açık.
“Yeni” babaların söylemleri ve pratikleri arasındaki boşluk da ancak o erkin ve babanın katliyle yok olabilir.
Daha özgür ve eşitlikçi çocuklar yetiştirmek bir yana, eşitlik talebi olan ve içlerindeki erki öldürerek aslında kendileri de özgürleşen erkekler, böylece baba olduklarında o malum boşlukta debelenmekten de kurtulmuş olurlar. (AB/EMK)
Yarın: Siz Hiç Babanızın Kahramanı Oldunuz mu?/ Ayşegül Metindoğan