Donigaşen şehrine bağlı Hayots Küğ yakınlarında doğdum.
Hayots Küğ’de çoluğa çocuğa olsun, yoldan geçerken adres sorana olsun, neredeyse herkese “Ne milletsin?” diye sorulur.
Fakat bu sorunun anlaşılır yanları yok değildir Donigaşen için. Herkes bir yerlerden göçerek yerleşmiştir bu şehre. Örneğin benim dedem zamanında Yunanistan’dan gelmiş. Niyeyse de babamlara “yerli” derler bu yüzden. Annemler de vaktiyle Karadeniz’den göçmüş şehre.
Büyük anneannem ise Rum bir kadınmış, adını pek duymadım. Babanem Çerkes; yemekleri pek güzeldir. Fakat birgün ablamla iki sokak ötedeki bir mahalleye, arkadaşımızın evine gitmiştik. Yolda bir kadın yanağımdan makas alıp “Ne milletsin bakayım sen kuzum?” diye sordu. Bilememiştim.
Anneme sordum “Melezsin sen” dedi.
Donigaşen’de bu toplamın bir adı, bir kimliği varmış: “Melez”
Çokkültürlü bir yerdir Donigaşen; herkesin bir kimliği var.
Donigaşen’in de var…
Arin yanımdan kayboluverirdi
Bir tek Arin’in yoktu kimliği bizim Donigaşen’de. Çünkü benden başka arkadaşı yoktu. Benim de Arin’in hangi milletten olduğuna dair bir merakım hiç olmadı. Belki de bu yüzden benden başka arkadaşı yoktu; bilmiyorum. En azından ikimizin ortak bir noktası vardı; en sevdiğimiz renk bizim mahalleydi.
Bizim mahalleyi, onların mahallesinden ayıran bir çay geçiyordu ortamızdan. Mahalleleri de birbirine bağlayan bir köprü… Yani aslında mahalle aynı mahalleydi. Arin ile köprüde buluşup çay kenarında piknik yapardık. Ben ona aşıktım, o daha çok gökyüzüne. Çok anlatırdım, o çok dinlerdi beni; bir yandan da büyüyorduk işte…
Biraz daha büyüdüğümüzde artık özgürdük. Tek başımıza çarşıya çıkabilme iznimiz bile vardı. Daha çok kargıça gider, çarşı merkezinde satışı yasak olan tütüncüleri, şarap dükkanlarını, poposuna çiçek konulmuş cansız domuzları, bizim evde hiç görmediğim meyveleri camekanlardan seyrederdik.
Arin, arada yanımdan kayboluverirdi. Sormak hiç aklıma gelmemişti; sanırım babası o dükkanlardan birinin esnafıydı O yanımdan kaybolunca, ben de çarşı yolunun başındaki toprak eve uğrar, Ekrem Amca’dan annemin sipariş ettiği taze sağılmış sütü alır, akşam ezanı okunmadan hemen önce biraz buruk eve dönerdim. Arin’in ansızın beni bırakıp kaybolmaları bu dönemden biraz sonraları sıklaşmaya başlamıştı.
Önceleri çok içlensem de, zamanla kanıksamaya başladım bu durumu. Üstelik zamanla sevmeye de başlamıştım gidişlerini. Ben onun sıkılıp masada bıraktığı kitabı gibiydim. Her kitabı açışında başlardım orta yerinden anlatmaya. Dedim ya, çok anlatırdım; o çok dinlerdi beni. Arin de beni seviyordu neticede. Biliyordum.
Bunu kime anlatsanız güler geçer; bana sözsüz şiirler yazıyordu.
O hiç söylemese de, ben bu şiirleri onun gözlerinden okuyordum.
“Ah”tır bir hayat dediğin
Isırganlar öpülür ağızlardan
Ah ki zan ardında Dünya
İnsan oluşa alaylıyız
Tekrar doğurur muydu bizi şiir
Kaygıda kusur etmeseydi ölümlüler
“Ah”tır bir hayat bizimki
Gemilerimiz yaradan geçer”
Arin bana bu şiiri okuduğunda, daha doğrusu bu şiiri sustuğunda ne demek istediğini çok iyi anlamamıştım. Bu şiiri önce gözlerinden okumuş, sonra birlikte Çay Mahallesi’nin oradaki köprülerin birine yazmıştık.
Tabii ki bunun bir aşk şiiri olmadığını kavramam da zor olmamıştı. Ki zaten buna ikimizin de ihtiyacı yoktu. Biz birbirimizi seviyorduk. Bu güzel bir duyguydu.
Kısa süre sonra da her zamanki gibi kaybolup gitti yanımdan. Fakat bu başka türlü bir gitmeyi işaret ediyordu artık. Gitmeler çoğaldıkça, gelmeleri azaldı Arin’in. Ben de bu sırada büyüyordum işte… Derken Arin’i neredeyse unutacak kadar az görmeye başlamıştım. Bende birkaç yaşanmışlık, Arin’de birkaç sus payı kalmıştı; saysak iki kişi etmiyorduk. Kendimi avutacak sebepler aradım. Neticede ben ona aşıktım, o daha çok gökyüzüne. Ayrıca, beni hiçbir zaman bırakıp gitmeyeceğine söz vermemişti. Oysa ansızın yok olacağını da söylememişti. Yapmazdı öyle şey. Yaptı.
Belki de yaşamıştır. Kim bilir?
Donigaşen şehrinde bir Pazar günüydü. Arin’e belki orada rastlarım diye kargıçtaki dükkanlara, Surp İstepanos Kilisesi’ne, Mesrobyan Mektebi’ne, Mimar Varteres Efendi’nin bahçesine ve gerekirse Aram Köyü’ne giderek son bir şans Arin’i arayacaktım.
Apar topar çıktım evden. Hızlı adımlarla yürüyordum ki bir kadın kesti hızımı.
“Kızım, Milli Mücadele Mahallesi nerede, bilir misin?”
-Burası teyze, şurada, bizim sokak.
“Oy, sağol kuzum. Ne milletsin sen bakayım?”
Yönümü değiştirdim. Köprüye uğradım önce. Arin’in sözsüz okuduğu, daha sonra köprüye yazdığımız şiir orada yoktu. Tekrar eve döndüm.
Onu arayacağım yerler artık yoktu.
Zaten Ermeni şehri olan Donigaşen, yüzyıllar önce “yerli”ler tarafından “Adapazarı” olarak değiştirilmişti.
Kısa bir araştırma yaptım: “Milli Mücadele Mahallesi”nde de Arin diye biri hiç yaşamamış. Belki de yaşamıştır. Kim bilir?
Bunu kime söylesem gülecektir:
Ama
“Hepimiz Arin’iz”
Şimdi “Arin kalbimizde yaşıyor”
Çünkü onun yaşama ihtimalini, yüzyıllar önce öldürdünüz. (EY/EMK)