“1939’da doğmuş, İkinci Dünya Savaşı’nda bilinçlenen biri olarak kurulu düzenlerin bir gecede ortadan yok olabileceğini biliyordum. Değişiklik, şimşek hızında da olabilirdi. ‘Burada olmaz,’ sözüne güvenilemezdi: Her şey her yerde olabilirdi, şartlar uygunsa.”
Margaret Atwood
Türkiye’de yaşayan kadın ve Lgbti+’lar olarak bize çok da uzak olmayan bir hikâye “The Handmaid’s Tale” (Damızlık Kızın Öyküsü). Margaret Atwood’un 1985 yılında yayımlanan aynı isimli romanından uyarlanan dizi, eski Amerika Birleşik Devletleri toprakları üzerine kurulan ve otokrat rejimle yönetilen Gilead isimli ülkede kadın ve Lgbti+lar’ın esir alınarak, bedenlerinin birer çocuk üretim merkezlerine dönüştürülmesini anlatıyor.
Başrolünde Elisabeth Moss’un yer aldığı dizide Joseph Fiennes, Yvonne Strahovski, Samira Wiley, Max Minghella ve Madeline Brewer gibi isimler karşılıyor bizi. Dizi, 69. Emmy Ödül Töreni’nde En iyi Dizi, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Senaryo ve En İyi Yönetmen ödülleri dâhil olmak üzere 10 ödül aldı.
Dizinin ilk üç sezonu olağanüstü bir direnişle kurgulandı. Kendilerine “Damızlık” ismi verilen kadınlar, her koşulda Gilead’dan kurtulmanın yollarını aradı ve bunu son derece devrimci yöntemlerle gerçekleştirmeye çalıştılar. Örneğin “Mayday” isimli bir yeraltı örgütü vardı ve damızlıklar bu örgüte ulaşmaya, bu örgütle ortak eylemler düzenlemeye çalışıyorlardı. Elisabeth Moss’un hayat verdiği June ya da Offred (Fred’inki) ise bu direnişin sembolü haline geldi.
Dizinin yalnızca ilk sezonunda kitaptaki akış izlendi. June’un Gilead’dan kurtuluşu bir anlamda hikâyenin sonu olacağı ve dizi de dünya çapında hayli ilgi gördüğü için, senaryo ekibi tarafından bu kurtuluş süreci uzun tutuldu. Ancak hikâye hiçbir zaman boğucu hâle gelmedi. Çünkü olağanüstü bir direnişle bezendi. Uzatılan kurgu boyunca kadın dayanışmasının hayati değerini, haksızlıkla karşı karşıya kaldıklarında kadın ve Lgbti+’ların ne denli yaratıcı ve keskin yöntemlerle direnebileceğini gördük. Kitaba bir yandan sadık kalan, bir yandan ise hikâyeyi günümüz koşullarına uyarlamaya çalışan senaryo ekibi; dördüncü sezona geldiğimizde ise çokça bocaladı.
Feminist bir distopya –ya da Atwood’un deyimiyle bir üstopya*– örneği olan hikâye başka bir anlatıya büründü. Kitabın devamı niteliğinde izlediğimiz dizide Margaret Atwood’un yürütücü yapımcı olarak yer alması da dizinin kötü gidişatına dur diyemedi. Örneğin bir röportajında dizinin önemli karakterlerinden biri olan Lydia Teyze’yi (Aunt Lydia) öldürmemesi gerektiğini sert ama mizahi bir şekilde senarist Bruce Miller’a söylediğini ifade eden Atwood, June’dan geriye sadece bir “anne” kalmasını şimdilik sadece izlemiş gibi görünüyor.
Dördüncü sezonu izlemeyenler için yazının bundan sonrası spoiler içerebilir.
“Meleklerin Uçuşu” ismiyle Gilead’da istismara maruz kalan ve biyolojik ailelerinden koparılan onlarca çocuğu bir uçak yardımıyla Kanada’ya gönderebilen June’un zaferiyle taçlanan üçüncü sezonundan sonra heyecanla beklediğimiz dizi, ne yazık ki birçok eleştirmen ve izleyici tarafından hüsranla karşılandı. Blu Tv’nin yayınladığı tanıtım videosunda diziden etkileyici görüntülere yer verilmesine ve Türkiye’deki İstanbul Sözleşmesi eylemlerinde atılan sloganlar kullanılmasına rağmen dizinin dördüncü sezonu beklentileri karşılayamadı.
Dördüncü sezonun yönetmenleri değişkenlik gösterdi ve bu sezonda yönetmen koltuğuna oturanlardan biri de dizinin ana karakteri Elisabeth Moss oldu. Belki de hikâyenin ve görüntünün en iyi kurgulandığı, duygu patlamasını en yoğun hissettiğimiz bölümler, Moss’un kamerasından bizlere ulaştı.
Her şeyden önce bir anne?
Dördüncü sezon ile ilgili hayal kırıklıklarına dair düşülecek notlara geçecek olursak, June’un Damızlıklar’ı her daim istismar etmeye çalışan, onlara her ay doğurganlık süreçlerinde tecavüz eden Gilead komutanlarına yönelik öfkesi kontrollü bir şekilde sağaltıldı. Bir rutine büründürüldü. June’un uzun kamera çekimleriyle, mimikleriyle daha fazla baş başa bırakıldığımız bu sezonda anne kimliği de daha fazla ön plana çıkarıldı. Üstelik buna hiç gerek yokken. June’u başından itibaren adaletsizliğe tahammülü olmayan, bulunduğu ortamda gözünü karartarak her şeyi yapabilen, çoğu zaman oyunbozan bir feminist olarak kurgulayan senarist ve yönetmenler, dördüncü sezon için onun öfkesini “Çocuklarım için” kanalına hapsetti. Oysa üç sezon boyunca öfkeden her yeri patlatabilecek, ölümle bir derdi olmayan bir June’la arkadaştık biz. Şimdiyse June her şeyden önce bir “anne”.
Dördüncü sezonda olmayan, oldurulamayan hikâyelerden bir başkası ise June’un Gilead’dan kurtuluşu. Yıllar süren mücadelenin nihayetinde, bir yardım gemisiyle Gilead’dan çıkabiliyor June. Bu kadar basit, bu kadar kolay. Dizinin her anında hissettiğiniz o gerilimin esamesi yok artık. Gilead’dan kurtulanların Kanada’da sürdürdüğü deneyim aktarım ve sağaltma toplantıları ise bir baskı ve zor ile ilerledi. June’un diğerlerinin travmalarını görünür kılmaya çalıştığı, onlara neyin eksik olduğunu göstermeye çalıştığı toplantılardan bahsediyorum. Bir kimsenin neye maruz kaldığını siz ona dikte edene dek, özne bu travmayı böyle deneyimlememiş de olabilir. Bu baskı ve zor araçlarına, kadın ve Lgbti+’ları faillerle yüzleştirmeye zorlamaya gerek kalmadan sağlıklı bir mekanizma pek tabii işletilebilirdi. June’un ön plana çıkarılması yerine kadın ve Lgbti+’lara nasıl destek olunacağına dair uzman psikolog ve psikiyatrların yardımıyla bu sahneler çok güzel bir şekilde kotarılabilirdi.
Erkek dayanışması
İyi bir izlek olarak bize sunulan ise derin bir erkek ve devletler arası dayanışma oldu. Kanada’nın dev bir kurtarıcı olarak karşımıza çıkarılması bu bölümde neredeyse son buldu. June’un damızlık olarak evinde yaşadığı Fred Waterford ile olan mahkemedeki duruşma sahneleri ve Waterford’a sunulan ayrıcalıklar, Kanada’nın onunla işbirliği haline olması June gibi hepimizi çileden çıkarttı. Nihayetinde Gilead yönetimi ve üst düzey komutanlarla ilgili Kanada’ya bilgi vereceğini söyleyen Fred’le, hiçbir suçlama olmadan salıverilmesi üzerine bir anlaşmaya oturuldu. Burada kadın ve Lgbti+’ların kendi adaletlerini arama ve tesis etme yöntemleri devreye girmeseydi muhtemelen dizinin ve romanın kurgusuna başından itibaren ihanet edilmiş olacaktı.
Sadece son bölümüyle bize feminist bir perspektif sunan, kendini izleten, derdini yeniden hatırlayan bir sezon izledik. Toparlamaz ise yerli dizilerle aynı tadı vermekten başka kurtuluşu yok ne yazık ki. (TY/AS)
* Her ütopyanın içinde bir distopya, her distopyanın içindeyse bir ütopya olduğunu savunduğu için böyle bir mefhum oluşturmuş yazar.