*Fotoğraf: Diyarbakır Kent Arşivi/ Dağkapı surlarının yıkılmadan önceki hali.
Diyarbakır, kurulduğu ilk günden Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar yalnızca surların içerisinde var olmuş bir kent. Bu geniş zaman diliminde surlar, kimi zaman savaşlarda kimi zaman şehrin sınırlarını genişletmek için yıkılmış, yeniden yapılmış, sayısız kere biçim değiştirmiş. Bu yıkımların en ünlüsü ise geçtiğimiz yüzyılda meydana gelmiş. Günümüzde Dağkapı Meydanı’nın yer aldığı o devasa boşlukta, bir zamanlar şehrin kuzey kapısının devamı olan Dağkapı Surları yer alıyormuş. Bu burçlar, 1932 yılında Diyarbakır valisi tarafından ‘şehir hava almıyor' (!) gerekçesiyle yıktırılmış.
Çoğu Diyarbakırlı hayatının bir döneminde mutlaka bu ironik yıkım hikayesini duymuştur. Hikaye her anlatıldığında valinin bu akıl dışı gerekçeyle surları yıktırmış olmasına hayret edilir, işgüzarlığıyla çokça dalga geçilir. Şu an varlığıyla övündüğümüz, Diyarbakır imgesini oluşturan, UNESCO Kültür Mirası listesine girmiş olan surların, tek bir bireyin keyfi kararına kurban gittiğine inanılır.
Sebep neydi?
Peki Dağkapı Surları sahiden bu sebepten mi yıkılmıştı?
Cumhuriyet’in kurulma sancıları, ulus-devlet inşası, modernleşme politikalarından oluşan 1923-1950 dönemi, ülkenin her metrekaresinde izlerini hala taşıdığımız bir dönüşüme sebep oldu. Bu dönem modernleşmenin dünyayı kasıp kavurduğu, her ülkede büyük değişimlerin yaşandığı bir zaman dilimiydi. Bu büyük dönüşümden elbette Diyarbakır da payına düşeni almıştı.
Şevket Beysanoğlu dönemi şöyle anlatıyor: "1930 yılında, şehri baştan başa kuşatan muhkem ve muhteşem surların yıktırılması yolunda bir cereyan başladı. Bu görüşte olanların gerekçeleri şuydu: Şehrin boğucu bir sıcaklık içinde oluşunun tek sebebi surlardır. Hava akımına engel olmaktadır. 1931’de bu görüş daha da yaygınlaştı. Surlar, yer yer büyük ölçüde dinamitlerle yıkılmak suretiyle yıktırılmaya başlanıldı. Halkın, sur taşlarını sökerek kendi inşaatlarında kullanmaları teşvik edildi.(1)
Hikayenin devamında ise o esnada arkeolojik çalışmalar yapmak için Diyarbakır’da bulunan mimar-arkeolog Albert Gabriel’in Ankara’ya döndüğünde Milli Eğitim Bakanlığı’na rapor vererek yıkımı durdurduğunu biliyoruz. Gabriel gözlemlerini şöyle aktarır: (…)yerleşim biriminin, devamlı rüzgar akıntısı bir engelle karşı karşıya geldiğinde, tüm fenalıkların nedeni olacağı şeklindeki dar kafalı bir görüş bölgede rağbet kazanmıştır. Yüksek duvarların çoktandır planlandığı üzere yıkılmasına 1930’da başlanmıştır. Harput Kapısı’nın 30 metrelik bir uzunluk üzerindeki koltuk duvarlar ve kuleler dinamitle havaya uçurulmuşsa da duvarlar pek çok noktada patlamaya dayanmıştır ve yıkıntıların taşınması bir hayli pahalı bir iştir. Bu işten bir süreliğine vazgeçilmiştir.(2)
Antalya surları da yıkıldı
Döneme baktığımızda bu felaketin yalnızca Diyarbakır’ın başına gelmediğini görürüz. Aynı tarihlerde başka bir şehirde de benzer bir hadise yaşanır. Tıpkı Diyarbakır gibi bir kale şehri olan Antalya’nın surları da 1930 yılında ‘şehir meltem almıyor’ gerekçesiyle yıktırılır. Antik Perge kenti ise inşaatlara taş elde etmek için yağmalanır.
Birbiriyle ilişkisiz bu iki kentte aynı zaman diliminde aynı olayların yaşanması basit bir tesadüf müdür?
Kuşkusuz hayır. Bu eş zamanlılık tesadüften fazlasıdır.
Dağkapı Surları’nın yıkımı Vali Nizamettin Bey’in döneminde başlayıp daha sonra yerine atanan Vali Faiz Ergun’un döneminde de devam etti. Üstelik aynı tarihlerde başka bir kentte de aynı olayın yaşanması, yıkımın bir valinin veya bürokrasinin keyfiyetinden çok daha fazlası olduğunu gösterir. Özetle, surların yıkımı bir devlet politikasıdır. Bürokratlar ise bir karar mekanizması değil, alınan kararların yalnızca uygulayıcısıdır.
Toplum mühendisliği olarak mimarlık
Mimarlık yüzlerce yıldır iktidarların varlığını ve gücünü göstermenin aracı oldu. Örneğin, Ayasofya’nın yapımı tamamlandığında Bizans İmparatoru Jüstinyen’in "Ey Süleyman, seni yendim!" dediği rivayet edilir. Çünkü dönemin en büyük yapısı olan Süleyman Tapınağı’ndan daha büyük bir yapıyı inşa ettirmişti. Ayasofya, Jüstinyen’in gücünü ve büyüklüğünü temsil ediyordu.
Modern çağa geldiğimizde ise mimarlık bir güç gösterisinden ziyade toplumu dönüştürmenin aracı olarak görüldü. Modernist yapılar inşa edilerek toplumu da modernleştirmek amaçlandı. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki mimarlık politikası tam da bu amaç gözetilerek kurgulanmıştı. Modernizm, bir geçmişi unutma çabasıydı ancak binlerce yıllık tarihsel geçmişi olan bu coğrafyada bu politikayı uygulamak elbette kolay olmadı. Böylece ‘eskiye’ ait her şey ile amansız bir kavga başladı.
Akademisyen Ercan Çağlayan, Cumhuriyet’in ilk yıllarının mimarlık politikasını şöyle anlatır:
(…) Kemalist iktidar, modern yapıların ve kentlerin, halkı çağdaşlaştıracağını varsayarak yeni bir kent inşasına girişti. Hiç kuşkusuz bu yeni kent anlayışının en belirgin özelliği geçmişin, Doğu’nun ve dolayısıyla İslam’ın ötelenerek dışlanması gibi bir ideolojik temele dayanmasıdır. Rasyonellik, işlevsellik, evrensellik ve sekülerlik gibi kavramlara yaslanan modernist mimari aynı zamanda tek parti Türkiye’sinde geçmişten radikal bir kopuş ve hafıza kaybı anlamlarına geliyordu.(3)
Bedevi ve medeni
Reddedilen geçmiş ve doğu kültürünün kentteki en önemli temsillerinden biri olan surlar elbette ilk dışlanan öğelerden biri olacaktı. Olay sadece surların dinamitlenerek yıkılmasıyla kalmadı, halk da oluşan enkazı yağmalamaya teşvik edildi. Yıkıntıdaki taşlar inşaatlarda ve evlerde kullanıldı. Bu alışkanlık öylesine devam etti ki surların tescillenmesine kadarki süreçte halkın sur diplerinden taş sökerek inşaatlarda kullandığını biliyoruz. Çağlayan, bu dönemdeki ‘eski’ -‘yeni’ kıyasını ise şöyle ifade eder:
(…) Kemalist imar politikalarının üçüncü özelliği ‘yeni’ ve 'asri’ kentler inşa etmek ve dolayısıyla geçmişin izlerini silmektir. (4) Kemalist imar politikalarının dördüncü özelliği ‘eski’-‘yeni’ karşılaştırılmasına sıklıkla başvurularak ‘eskinin’ bedeviliği, ‘yeninin’ ise medeniliği temsil ettiği iddiasıdır. (…) Diyarbakır Halk evinin 1935 yılında çıkardığı bir broşürde eski-yeni mukayesesi şu cümlelerle ifade ediliyordu:(…) Eskiden surların taştan kolları arasında sıkışıp kalmış bulunan ve İslami zihniyetin körletici çemberi içinde her çeşit yeniliklerden mahrum bırakılan Diyarbekir, 12 yıl gibi kısa bir zaman içinde her alanda özlü bir varlık göstermiştir(….)(5)
1932 yılında Diyarbakır'ın yeni kent planı tasarlandı. Plan, Dağkapı Surlarından istasyona kadar olan alanı kapsıyordu. Bu alana da ‘Yenişehir’ adı verilmişti. Eskinin temsili olan surlar yıkılmış, ‘surların taştan kolları arasında sıkışıp kalmış olan şehir’ artık dışarı taşmış ve yeni bir alanda var olmuştu. Planın uygulanışıyla birlikte modernitenin diğer temsilleri olan Halk Evi, Emirgan Çay Bahçesi, Dilan Sineması, memur evleri ve apartmanlar da zamanla Yenişehir’de yerini aldı.
Modernitenin bireyleri, devletleri ve kentleri radikal bir biçimde dönüştürdüğü bu zaman dilimi elbette yalnızca Türkiye’de yaşanmadı. Bu büyük dönüşüm bütün dünyayı etkiledi. Rasyonellik, evrensellik gibi ilkelere yaslanan modernitenin belki de dünyayı kasıp kavuran en önemli özelliği devamsızlıktı. Modern çağın en önemli mimarlarından biri olan Le Corbusier de modernitenin bu devamsızlık özelliğine dayanarak geçmişle hiçbir bağın kalmaması gerektiğini savunuyordu. Bu düşünceyle bütün Paris’in yıkılıp baştan modernist bir üslupla yeniden inşa edilmesi için uğraş verdi. Bütün bürokratik izinleri almak üzereyken Paris son anda onun elinden kurtulabildi. Sonraki yıllarda Corbusier Paris kıyımı arzusundan dolayı ‘kaçık’ olarak anıldı.
Diyarbakır surları da modernitenin devamsızlık arzusunun kurbanı olmuştu. Surlar geçmişi, eskiyi temsil ediyordu, modern çağda bunların hiçbirine yer yoktu. İnsanoğlu artık geçmişten kopmalı ileriye sadece ileriye bakmalıydı. Bu sebepten onu geçmişe bağlayan her şey anlamsız ve gereksizdi. Bu düşüncenin uygulayıcıları ise kimi zaman bürokratlar kimi zaman mimarlar oldu. Mekanlar ise İstanbul, Paris, Diyarbakır, Ankara gibi bambaşka yerlerdi. Dünya belki de hiç değişmediği kadar son yüzyılda değişti. Modernite çağı, diğer zaman dilimlerinden farklı olarak dünyaya yalnızca inşa ettiklerini değil, yıktıklarını da bıraktı.
(1) Anıtları ve Kitabeleri İle Diyarbakır Tarihi, Şevket Beysanoğlu s. 1035
(2) Şarki Türkiye’de Arkeolojik Gezintiler, Albert Gabriel s.90
(3) Kemalist Ulus-Devletin İnşası, Ercan Çağlayan s.209-210
(4) Kemalist Ulus-Devletin İnşası, Ercan Çağlayan s.206
(5) Kemalist Ulus-Devletin İnşası, Ercan Çağlayan s.208