Taksim Gezi Parkı isyanı[1], ağaçlar kesilip park avm’ye dönüştürülmesin talebiyle başlayan bir hareketin, insanlar sahiplendiğinde ne kadar etkili olabileceğini gösterdi. Hayatın her alanında, yaşadığımız her olumsuzluğa, saldırıya, devlet suçuna karşı aynı birliktelik ve omuz omuza karşı duruş örgütlenebilmelidir.
Taksim Gezi Parkı isyanının bizlere gösterebileceği en önemli tespitlerden birisi budur. Hapishaneler konusunda da gündeme getirilebilecek onlarca olumsuz durum söz konusudur. F Tipi hapishanelerde 13 yıldır kesintisiz olarak sürdürülmekte olan tecrit; haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis kararı verilmiş olanlara dayatılan kötü koşullar; hasta mahpusların inatla hapishanelerde tutuluyor oluşu; engelli, lgbt, yaşlı, yabancı uyruklu, kadın mahpusların kendilerine özgü ve karşılanmasında sorunlar çıkarılan ihtiyaçları; anneleri ile beraber hapishanelerde tutulan bebekler, çocuklar…
Bu durumların hepsi haklarında kampanyalar yürütülmesi gereken aciliyetler içeriyor. Çocuk mahpusların maruz bırakıldığı kötü koşullar da bu aciliylerden birisi. Pozantı’nın ardından Antalya’da kendisini bir kez daha hatırlattı bize. Unutup, vicdanlarımızın ağırlığı altında ezilmemek için çocuk mahpuslara ilişkin taleplerimizi daha yüksek sesle dile getirebilmek gerekiyor.
Antalya L Tipi Hapishanesi’nde yaşananlar ve tespitler
Necip Fazıl Kısakürek 1950’ler hapishanesinin çocuk mahpuslarını anlatıyor: |
Necip Fazıl Kısakürek de 1940’lı yıllardan 1960’lı yıllara kadar, kısa süreli olarak birçok kez hapishaneye girmiştir. Cinnet Müstatili adlı kitabında hapishane anılarını anlatır. Bu kitabında, hapishane literatüründe “sübyan” olarak adlandırılan çocuk mahpuslara ilişkin anlattığı bir bölüm çarpıcıdır: Çekmececi… Çocuklara mahsus bir hırsızlık nev’i bu çekmececilik… Dükkanın para çekmecesini çekip kaçma işi… Ve aynı fasılda Sübyan koğuşunun hikayesi… Sübyan koğuşu da büyük meydana açılır. Yalnız çocukların çıkma saati ayrıdır. Fakat her an sıvışıp büyük kalabalığa sızmayı bilirler. Sübyan koğuşu hailesi anlatılabilir gibi değildir. Bunların hepsi, doktorun tabiriyle “önlerinden ve arkalarından bel soğukluğuna müptela”dır. Cemiyetimizin halini göstermek için tereddütsüzce kaydediyorum; hapishanede çocukların işi, gece gündüz, birbirlerinin iffet ve ismetini didik didik etmektir. Buraya bir gün için düşecek çocuk ebediyen mahvolmuştur. Şu hikayeciği dinleyin: Tahliyesi gelen her çocuk; bir gün evvel müdüriyete gidip ağlar, tepinir, yalvarırmış: “Aman çıkacağımı arkadaşlarım duymasın!” yahut; “Yarın çıkacağımı arkadaşlarım biliyor; aman bu gece müdüriyette yatayım!” Neden mi? Aralarından birinin ertesi gün çıkacağını duyan çocuklar, onu bir daha göremeyeceklerini, son fırsatın o akşam olduğunu düşünerek hep birden zavallının üstünden geçiyorlarmış!.. Dertlerimizi cesaretle deşmeği bilelim!.. Kirlerimizi, sahte hicap numaralarıyla çamaşır altına gizlemekten çok daha iyi… Bizde hapishane, hiçbir suçun ıstırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir. O bir yılanlı kuyudur; ve bekçileri, içine değil yalnız kapağına hakimdir. Herkesi, her nevi insanı, kuyunun kapağını aralayıp buraya atarlar. Atılan, ister tırtıl veya solucan olsun… Ya kuyunun dibinde yılanlaşacak, yahut yılanlara gıda olacaktır.[15] |
25 Mayıs günü basında Antalya L Tipi Hapishanesi’nde tutulmakta olan çocuk mahpuslara defalarca tecavüz edildiğine dair haberler yansıdı.[2] Bu haberlere göre hapishaneden tahliye olan eski bir mahpus “cezaevi bildiğiniz gibi değil” diyerek, tanık olduğu, duyduğu tecavüz olaylarını anlatmaktaydı.
Bu iddialar üzerine CHP Cezaevleri İzleme Komisyonu da harekete geçmiş ve söz konusu hapishanede incelemelerde bulunmuştu. CHP komisyonunun ulaştığı bilgiler daha da çarpıcıydı.[3] Kendilerine verilen sakinleştirici ilaçları içmeyen mahpuslar, bu ilaçları çocuklara tecavüz etmek için kullanıyordu; çocuk mahpuslar masaj yapmak için zorlanıyor ve bu esnada tecavüz girişimlerine maruz kalıyordu.
Antalya’da yaşananlar, basına yansıyan ilk olay değildi. Çok değil, daha bir sene önce Pozantı Hapishanesi’ne dair benzer iddialar gündeme gelmişti.[4] Bu iddialar karşısında devletin yaklaşımı ise “müfettiş atandı, soruşturma başlatıldı” açıklamalarından öteye gitmedi bugüne kadar. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıklamalarına göre 2011 ve 2012 yılları içerisinde Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne “cinsel taciz ve tecavüz” iddiası içeren 29 başvurunun yapılmış. Bu iddialara ilişkin açılan soruşturmalar sonucunda sadece 7 personele uyarma, 1 personele kınama, 1 personele aylıktan kesme, 1 personele kıdem ilerlemesini durdurma ve 3 personele devlet memurluğundan çıkarma cezası verilmiş. [5]
Bu rakamlar ürkütücü. Ürkütücü çünkü; “cinsel taciz ve tecavüz” durumlarında, “mağdur”ların büyük çoğunluğunun başlarına gelenleri açıklayamadığı bilinen bir durum. Bu duruma rağmen iki yıl içinde 29 başvuru yapılmış. CHP heyeti ile görüşen çocuk mahpusların açıklamaları ve heyetin tespiti de bu rakamların gerçekleri yansıtmaktan uzak olduğunu doğruluyor:
Olayları ailesinin duymasından endişe eden mağdur çocuklar ‘Bize bir şey olur mu diye’ sorduktan sonra aşırı bir tedirginlik ve korku içinde cezaevinde yaşadıklarına ilişkin şu yorumunu yapmışlardır; ‘Biz ailelerimizin buradaki olayları duymasını istemiyoruz, dayak yesek de baskı olsa da aramızda kapatıyoruz. Onlara söylemiyoruz, üzülmesinler diye’. Bu çocukların psikolojilerinin bozulduğu açıkça görülmüştür. Mağdur çocuklardan biri, başka bir arkadaşının yaşamış olduklarına ilişkin başvuruda bulunduklarını, cezaevi idaresine konunun bildirildiğini ve bu konuda savcıya ifade verdiklerini söylemiştir. Buna rağmen, tecavüz ettiği ileri sürülen şahsın cezaevi idaresince hiçbir işlem yapılmadan Eskişehir’e sevk edildiği iddia edilmektedir.
Ürkütücü olan bir başka durum ise maruz kaldığı bu şiddeti açıklama cesareti gösterenlerin başına gelenler. Çocuk mahpusların anlatımları ve CHP heyetinin tespitleri bu konuda da bariz bir örnek oluşturuyor. Hapishane yönetimleri çeşitli nedenlerle olayların üzeri kapatılmaya çalışılabiliyorlar.
Revire çıkmakta zorlandıklarını belirten mağdur çocuklar ‘idareden çok şikayetçiyiz, herkes şikayetçi’ diyerek cezaevi yönetimine yönelik sıkıntıları anlatmıştır. Doktora gitmekte zorlanan mahkumların, psikolojik sorunları olduğunda veya disiplin cezası aldıklarında ise revire kapatıldığını söylemektedir. Revirde mahkumlara uygulanan muamelenin adeta bir tür işkence olduğunu beyan eden mağdurlar, revirde kaldıkları süre boyunca hem fiziki hem de manevi şiddete uğradıklarını söylemişlerdir. Mağdurlardan biri, bu süreç içinde intihar etmeyi bile düşündüğünü ifade etmiştir.
Psikolojisi bozulduğu için revire kapatıldığını söyleyen mağdur; 3 ay kaldığı revirde güneşi görmeden, kimseyle konuşmadan yaşadığını ifade etmiştir. Revire sevk edilmenin, tecavüz vakalarının ortaya çıkmasını engellemek için, üzerini kapatmak için kullanıldığını söyleyen mağdur, doktor raporlarının bile gerçeği yansıtmadığını ifade etmiştir. Çünkü çıkan raporların hepsinin ‘temiz’ olduğunu iddia etmektedir.
Şikayetçi olduktan sonra revire yatırılan mağdur, ‘Beni revire aldılar, sigara için yalvarttılar, kendi paramla bile kantinden aldırmadılar,’ dedikten sonra ‘Olaylar olduktan sonra dövmediler, ama manevi işkence yaptılar sigara gibi şeylerle’ diyerek yaşadığı süreci anlatmıştır.[6]
CHP raporundan yapılan bu uzunca alıntı, “mağdur”ların anlatımları, Adalet Bakanı’nın verdiği rakamlar, göstermektedir ki bu “işkence ve kötü muamele”, bu “insan hakları ihlali”, hapishanelerde tutulan çocuk mahpuslara yönelik bu “suç”, aslında devlet yetkililerinin iddia ettiği gibi “münferit” değildir. Münferit olmaması bir yana, zaman zaman siyasi konumları ve tutumları nedeniyle hapishane idareleri tarafından bu ve benzeri saldırıların zemini hazırlanmaktadır. Çocuk mahpusların anlatımları bu durumu örneklemektedir:
Yaşanılan olayların hep örtbas edildiğini söyleyen mağdur, ‘İtiraz edeni dövdüler. Hücrelerde de dövdüler’ ifadesini kullanmıştır. Ayrıca idarenin bazı mahkumlar ile olan ilişkisine dikkat çeken mağdurlar ‘İdarenin adamı olan öteki mahkumlar bizi eziyor, idare ezin diyor, onlara sigara falan veriyor’ diyerek cezaevi idaresinin ayrımcılık yaptığını iddia etmekteler.[7]
“Total Kurumlar” insan hakları ihlallerine zemin hazırlar
Türkiye, neredeyse istisnasız her yıl sadece hapishanelerinde değil diğer kapalı mekanlarında da yaşanan benzeri olaylarla gündeme gelmektedir.
Malatya Çocuk Yuvası’nda dokuz bakıcı kadının çocuklara yönelik şiddeti izleyenlerin hafızalarından kolay kolay çıkacak gibi değildi;[8] Silivri Selimpaşa Huzurevi veya Tekirdağ’da bulunan yaşlı ve engellilerin bırakıldığı özel bakım merkezinde yaşananları internet üzerinden hala izleyebilmek mümkün.[9] İzlemiş olanlar, Uğur Dündar’ın yıllar önce akıl hastanelerinden yaptığı yayınları, bodrum katlarında zincirlenmiş, hücreye kapatılmış akıl hastalarını da hatırlayacaktır.[10]
Hapishaneler, akıl hastaneleri, çocuk yuvaları, huzurevleri... Hiç de münferit olmayacak bir şekilde, ard arda, buralarda işlenen insan hakları ihlallerine yönelik haberlerle karşılaşıyorsak burada başka bir mekanizmanın işlediğini görmek gerek.
Sosyolog Erving Goffman’ın “total kurum” olarak nitelendirdiği bu kurumlar insan hakları ihlalleri yaratmaya uygun zeminler sunarlar. Goffman, “total kurum” derken, içerisinde tutulanlara karşı doğrudan müdahaleye izin veren, yönetenlere içeridekiler üzerinde tahakküm hakkı ve olanağı tanıyan kurumları kasteder. Bu kurumlar “kapalı”dırlar. Çift yönlü bir kapalılıktır bu. Kapatılan kapılar bir yandan içeridekileri kapalı tutarken, aynı zamanda dışarının içeriye ulaşmasına da engel olur. İçeriyi dışarıya karşı bilinemez kılar. İşte bu kapalılık, bu çift yönlü kapatılma hali bu “total kurumlar”daki insan hakları ihlallerinin zeminini hazırlar. Birleşmiş Milletler’in “Özel İhtiyaçlara Sahip Mahpusla Üzerine El Kitabı”nda da bu yöndeki tespite yer verilmektedir:
Tüm mahpuslar bir noktaya kadar savunmasızdır. Bir grup insan özgürlüğü kısıtlanıp diğer bir grup insanın otoritesi altına yerleştirildiğnde ve bu durum kamuoyunun denetimine geniş ölçüde kapalı bir çevrede gerçekleştiğinde gücün kötüye kullanımının yaygın olduğu kanıtlanmıştır.[11]
Hasan İzzettin Dinamo 1930’lar hapishanesinin çocuk mahpuslarını anlatıyor: |
Yazar Hasan İzzettin Dinamo, Ceza Yasası’nın 142. maddesine (madde 142/1. fıkra: sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmek veya devlet siyasi ve hukuki nizamlarını topyekun yok etmek için her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır) aykırı siyasal faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla Nisan 1935’ten Nisan 1939’a kadar hapishanede tutuldu. Hapishanede tutulduğu günleri Musa’nın Mapusanesi adlı kitabında anlattı. Adli mahpuslara yönelik gözlemlerine büyük oranda yer verdiği bu kitabında çocuk mahpusları da anlatıyor. Dinamo’nun anlattıkları konunun sadece bir boyutu olmadığını, lgbt çocuk mahpusların yaşadığı berbat durumu da ortaya koyuyor: Hemen beş on adım ötemizdeki ikinci Susuş kulesinde en küçük kader kurbanları oturuyor. Oturuyor demek de doğru sayılamaz ya. Şundan ki son kerte kalabalıklar. Öyle ki atlar, sığırlar gibi ayakta, birbirlerine yaslanıp uyuyabilirler. Koğuşlarının kapısı da sabahtan akşama dek kilitli durur. Oysa onlar için gezip dolaşmak, son kerte önemlidir. Münferitlerin pencerelerine tırmanıp biraz yiyecek dilenmek, ya da herhangi bir mahpusun koynuna girip birkaç kuruş kazanabilmek ancak buna bağlıdır. Başkaca hiçbir umutları yoktur. Bütün öbür mahpusların gözleri, onların üzerinde olduğundan bu zavallılar bütün gün kapalı tutulmaktadırlar. İçlerinden büyükçeleri ara sıra gardiyanların ağzından girip burnundan çıkarak dışarıda kalmanın yolunu bulur, hemen münferitlere kapağı atarak akşama dek cinsel açlık içinde kıvrana hükümlülerin sırayla gönlünün eder, birkaç günlük nafakalarını çıkarmış olurlar. Bu olayda olanların hepsi de berduştur. Ana baba öksüzdür, o demek ki gavurca adıyla homoseksüel, Türk argosunda puşt, ibne ya da cinsi sapık. Babuk oğlanı, hasta da denmektedir bunlara. Bütün mapusane değilse de, hemen hemen bütün münferitler bu depodan geçiniyor denebilir. Bunlar, ara sıra hava almaya çıkarıldığında her an bir vukuat beklenebilir bundan dolayı, yataksız, aşsız çözmüş gözlerle demir parmaklıklardan dışarısını gözetleyerek umutsuzluk içinde kıvranırlar. Onların bakışları, insanoğlunun yitirdiği en güzel şeylerin, boş kalan yerlerinde sırıtan yürekler acısı ağılı karanlıklarla doludur (…) Küçük Mustafa koşarak geldi: -Abi, dedi gülerek, bizim kulede cümbüş var. Çocuklar Köse’yi paylaşamıyorlar. Herifi tıkmışlar helaya, bir türlü bırakmıyorlar dışarı. Köse dedikleri yirmi yaşlarında sakalsız, bıyıksız, buruşuk yüzlü, ufak tefek, giyimli, kuşamlı bir oğlan. Babuklar onu dışarıda çıplak koymuyorlarmış. Ne yazık ki dışarıda bu sanatıyla dışarıda geçinemeyen Köse, ikide bir eski sanatı hırsızlıktan sık sık buraya gelir gider. Çoğu, babukların öte berilerini yürütmekten. Köse, mapusaneye gelince bütün kuledeki çocuklar bayram yapar. Hepsi, geceli gündüzlü kuyruktadır. Sidikli İsmail bile sıradan şaşmaz. Bize anlatmaz ama, Küçük Mustafa bile yaşının küçüklüğüne bakmadan sıradaki yerini alır. Köse’nin bunların hiç birine karşı durup naz ettiği görülmemiştir. Dışarıda da her gün kart kart hovardaların altında hırpalanıp durduğundan buradaki körpe çocukların işleri ona tatlı okşamalar gibi gelir. On yaşında külhaniler bile sıraya girer. Şölen, bedavadır. Para pul istemez Köse. Kırk yaşında olgun bir erkek görünüşündedir, Köse dedikleri. İnsanoğlunun güzellikleri ona hiç göz atmadan yanından geçip gitmiş gibidir. Geceleyin yataklı birinin koynunda biraz yatıp dinleneyim der. Olacak iş mi bu? Gece yarısı, aklına gelen kalkıp zavallının koynuna girer. Dediğimiz gibi ne gündüzü vardır Köse’nin ne de gecesi. Zavallı Sidikli de bıkmış usanmıştır bundan. Elinden gelse aptesaneyi yerinden kaldırıp bir başka yere götürürdü. Zavallı, aptesanede birkaç dakikacık olsun kendi düşleriyle baş başa kalamaz. Şöyle dalıp dinlenemez birazcık olsun. Kanunsuz sevişme makinesi, aralıksız işler durur. Bir yandan ayaz, bir yandan uykusuzluk, bir yandan da Köse’nin saltanatı, Sidikli’nin tüy gibi yeğnik varlığına kaya gibi, demir gibi katı katı çarpar. Onun yarım yamalak düşlerini karadüşe benzer bir zulümle darmadağın eder.[16] |
Bu tespitin en önemli dayanaklarından birini psikoloji profesörü Philip Zimbardo tarafından Stanford Üniversitesi’nde gerçekleştirile “Stanford Hapishane Deneyi” veya “Zimbardo Deneyi” olarak bilinen deney oluşturmaktadır. Zimbardo, 1971 yılında Amerikan Deniz Kuvvetleri tarafından finanse edilen deneyi sırasında askeri hapishanelerdeki gardiyanlarla tutuklular arasındaki ilişkiye odaklanmıştır. Deney için üniversitenin bodrum katı hapishane olarak düzenlenir. Deney katılmak isteyenler bu hapishanede gardiyan ve mahpus olarak konumlandırılır. İki hafta sürmesi planlanan bu deney altıncı gün sonlandırılmak zorunda kalır çünkü aradan daha birkaç gün geçmeden gardiyanlar sadist davranışlarda bulunmaya mahpuslar ise psikolojik sorunlar yaşamaya başlar. Deney sonucunda, çevresel etkenlerin insan kişiliği üzerindeki etkilerine dair önemli bulgulara ulaşılır. Deneye göre; çevresel etkenler insanın otorite kurmasını, şiddete yönelmesini, şiddet uygulamasını ve otoriteye boyun eğmesini önemli oranda etkilemektedir. Prof. Dr. Melek Göregenli de deneyin sonucunu şöyle özetlerken bu duruma vurgu yapmaktadır:
Bu çalışmada gözlenen negatif, antisosyal reaksiyonların, farklı boyutlarda kötü kişilikler'in bir araya gelmesi ile yaratılan bir ortamın ürünü değil, temel olarak normal bireylerin davranışlarını bozabilen ve yönlendirebilen patolojik bir ortamın sonucunda oluşması söz konusuydu.
Buradaki anormallik, bu duruma maruz kalanların değil, durumun, ortamın sosyal-psikolojik yapısında bulunuyordu. İnsanları birbirine karşı her türlü kötü muamele yapmaya teşvik eden asıl olarak hapishane ortamının kendisiydi.[12]
Çocuk mahpuslara ilişkin talepler
Göregenli’nin de vurgu yaptığı gibi, hapishanelerin kendisinin “kötü muamele”nin kaynağı olduğu iddiası oldukça güçlü bir iddiadır. Bu iddia, bu tür saldırı ve şiddet olaylarının neden münferit görülemeyeceğini de ortaya koymaktadır.
Sosyal bilimler alanında bir ceza yöntemi olarak hapsedilmenin ve hapsetmeye alternatiflerin de tartışıldığını dikkate alırsak ufkumuzun öncelikle hapsetmenin kaldırılması veya mevcut uygulanır halinden bir başka uygulamaya dönüştürülmesi yönünde olması gerektiği söylenebilir. Bu alternatiflerin neler olabileceği[13] veya hapishanelerin nasıl dönüştürülebileceği[14] tartışılabilir, tartışılmalıdır elbette. Bu yazının yazılmasına sebep olan çocuk mahpuslara tecavüz vakalarından yola çıkıldığında ise söylenebilecek daha spesifik tespitler ve öneriler söz konusudur:
1-Çocuklar hapsedilmemelidir. 15 Mayıs 2013 tarihi itibariyle Türkiye hapishanelerinde 12-17 yaş arası 1763 çocuk tutulmaktadır. Yazıya ek olarak iki kutucuk halinde, çocuk mahpusların 1930’lar ve 1940’lardaki durumuna dair iki anlatım yer almaktadır. Bu anlatımlarda da açıkça görülmektedir ki devlet hapishanelerde çocuk mahpusları korumamakta, koruyamamaktadır. Bu gerçek orta yerdeyken, çocuk mahpusların hapsedilmesi yerine alternatif yöntemlerin kullanılması gerekmektedir.
2-Hapishaneler bağımsız izleme kurulları, sivil toplum örgütleri tarafından izlemeye açılmalıdır. Devlet, kendi uzantısı olarak davranmayan sivil toplum örgütlerinin hapishanelerde izleme yapmasına olanak tanımalıdır. Hapishanelerde izleme faaliyetlerini düzenleyen 4681 Sayılı “Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulları Kanunu” ile kurulmuş olan Cezaevleri İzleme Kurulları mevcut haliyle izleme faaliyete yapmaktan çok, “gizleme” faaliyeti yapmaktadır. Ne Pozantı, ne Urfa, ne de Antalya’da yaşananlara ilişkin bugüne kadar Cezaevleri İzleme Kurulları’nın yapmış olduğu “izleme”ye ilişkin bir rapor kamuoyuna açıklanmıştır.
Bu kurulların ne yaptığı bir muammadır. Bu kurulların yapısı değiştirilmediği sürece bu “gizleme” tutumu “izleme”ye dönüşmeyecektir. Bu kurullara katılmanın şartları kanunla öylesine düzenlenmiştir ki, devlet, “devlet yanlısı” olmayan, devletin tüm eylemlerini onaylamayanların bu kurullara katılmasını adeta olanaksız hale getirmiş ve İzleme Kurulları’nı, “Cezaevleri Onaylama Kurulları”na çevirmiştir. 4681 sayılı kanunun 3, 4 ve 5. maddeleri İzleme Kurulları’na üye seçimini düzenlemektedir. Bu maddelere göre, üye seçilebilmek için 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda öngörülen genel şartlara uygun olmak gerekmektedir.
Bu acil ve yakıcı taleplerin karşılanması yerine Pozantı’da tecavüze uğrayan çocukların Antalya’ya gönderilmesi gibi geçici ve göstermelik tutumlar alındıkça bu saldırıların, bu devlet suçunun devam edeceği açıktır. Sivil toplum örgütleri bu durumu gündemlerine almalı, sosyal hizmet uzmanları, sosyolog, psikolog ve ilgili akademisyenlerin kendi alanlarından görüşlerinin de katkısıyla öne çıkarmalıdır. Bu herkesin, hepimizin sorumluluğudur.
[1] Taksim Gezi Parkı’nda yaşananlara “direniş” diyenler de oluyor. Bu yazıda “direniş” yerine “isyan” teriminin kullanılması tercih edilmiştir. Taksim Gezi Parkı’nda yaşananlar, bir saldırı karşısında direnerek değil, ağaçların kesilmesi, parkın avm’ye çevrilmesi girişimlerine tepki olarak, talepleri olan bir karşı koyuş şeklinde başlamış ve hükümetin fütürsuz tavrı karşısında Ahmet İnsel’in de dikkat çektiği biçimde bir “haysiyet ayaklanması” olarak devam etmiştir (Ahmet İnsel, Haysiyet Ayaklanması, Radikal, 4 Haziran 2013). Pasif değil, aktif bir tavır alış söz konusudur. Bu nedenle “direniş” yerine “isyan” veya “ayaklanma” terimlerinin kullanılması daha uygun görülmüştür.
[2] Antalya L Tipi Cezaevi İkinci Pozantı Mı?, Evrensel, 25 Mayıs 2013
[3] CHP’li Vekillerden Antalya Cezaeviyle İlgili Tüyler Ürperten İddia, Milliyet, 29 Mayıs 2013
[4] Bu iddialara dair birkaç haber için bakınız: Pozantı Cezaevi’nde Neler Oluyor?, 25 Şubat 2012 Radikal; Pozantı Cezaevi’ndeki İddialar El Yazısında, Milliyet, 29 Şubat 2012; ‘Duvar’ Filmi Değil Pozantı Cezaevi, Evrensel, 8 Mayıs 2013
[5] “Cezaevlerinde Cinsel Taciz, Tecavüz Vakalarına Ceza”, 7 Mayıs 2013, Ege Meclisi, http://www.egemeclisi.com/haber/5089/cezaevlerinde-cinsel-taciz-tecavuz-vakalarina-ceza.html
Adalet Bakanı Sadullah Ergin bu açıklamayı, BDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan’ın hapishanelerde gerçekleşen “cinsel taciz ve tecavüz” iddialarına ilişkin soru önergesini yanıtlarken yapmış. Bu soru önergesi sayesinde hapishanelerde gerçekleşen taciz ve tecavüz vakalarına ilişkin sayılardan haberdar olabiliyoruz.
[6] CHP’li Vekillerden Antalya Cezaeviyle İlgili Tüyler Ürperten İddia, Milliyet, 29 Mayıs 2013
[7] Antalya Cezaevinde Çocuklara Tecavüz İddiası, Radikal, 29 Mayıs 2013
Bu konudaki haberler için: Malatya Çocuk Yuvası’ndaki Skandal, 31 Ocak 2006, Haber 10, ; Malatya Çocuk Yuvası Davası Bitti, Radikal, 13 Kasım 2009; Yargıtay Malatya Çocuk Yuvası Davasını Bozdu, Bianet, 10 Ocak 2012,
[9] Bu görüntüler için bakınız: http://www.youtube.com/watch?v=vmEbBI8Moxo, http://www.youtube.com/watch?v=uYOTHEAgUBg
[10] Ruh Sağlığında İnsan Hakları (RUSİHAK) adlı sivil toplum örgütünün akıl hastanelerine yönelik önemli çalışmaları vardır. Aşağıdaki çalışma da bunlardan biridir: Volkan Yılmaz, Türkiye’de Ruh Sağlığı Politikaları: Tespitler ve Öneriler.
[11] Özel İhtiyaçlara Sahip Mahpuslar Üzerine El Kitabı, UNODC Ceza Adaleti El Kitapları Dizisi, CİSST, 2013, 4
[12] Melek Göregenli, Bianet, Cezaevleri ve Bilimsel Gerçekler, 06 Eylül 2003,
[13] Birleşmiş Milletler’in hapsetmeye alternatif yönetimler için Ceza Adaleti El Kitapları Dizisi içerisinde yayınladığı bir kitapçık vardır: Hapsetmenin Alternatifleri, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Maddeler ve Suç Ofisi, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği, 2013
[14] Burada “dönüştürmek”ten kasıt onu reforme etmek değil asıl olarak bir cezalandırma yöntemini olarak hapisliği bir bütün olarak, mevcut durumundan farklı bir şeye dönüştürmektir.
[15] Necip Fazıl Kısakürek, Cinnet Mustatili, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2010, 65-66
[16] Hasan İzzetin Dinamo, Musa’nın Mapusanesi, Tekin Yayınevi, İstanbul 2007, 67-70
Hasan İzzettin Dinamo 1930’lar hapishanesinin çocuk mahpuslarını anlatıyor: