2004 yılında Valentin Pustovoyt adlı bir gazeteci, Cengiz Aytmatov’la aşk üzerine öylesine bir söyleşi yapmış; Zerkalo Nedeli/Haftanın Aynası adlı dergide yayımlanan bu söyleşide, Aytmatov’un 1950’li yıllarda Bibisaray Beyşenaliyeva’yla yaşadığı aşkın küçük bir anılması da yer alıyor; sağda yer alan fotoğraf Hanış Kulmambetov’un, şaşırtıcı bir şekilde ünlenen bu aşk öyküsünden yola çıkarak sahnelediği oyunun, Mayıs 2008 tarihli bir sergilenişinden bir fotoğraf.
Bu adam artık 75 yaşına gelmiş. Yaşamı hep zengin olaylarla dolu olmuş. Yaşadıklarını ve hissettiklerini, ona çağdaş dünyanın en büyük yazarlarından biri unvanını getiren kitaplarında cisimlendirmiş: “Beyaz Gemi,” “Gün Olur Yüzyıl Olur,” “Deniz kıyısında Koşan Ala Köpek”… Adı Cengiz Torekuloviç Aytmatov. Yazarın kişisel ve sanatsal yaşamında aşk önemli bir rol oynamış…
İlk aşkınızı hatırlıyor musunuz? İlk kez ne zaman aşık oldunuz?
Ben Stalin’in baskı uyguladığı bir ailede büyüdüm. Babamı tutukladıkları zaman, okulda beni “halkın düşmanı” saymaya başladılar. Ama, bana yine de normal davranıyorlardı. Fakat bir gün bir komsomol lideri gelip o sınıfta okumaya hakkım olmadığını, gitmem gerektiğini söyledi… Issız okul bahçesine çıktım. Öğrenciler gelip geçiyordu. Bense tek başıma, duvara yaslanmış bir halde duruyordum ve ne yapacağımı bilmiyordum… Zil çaldı. Düşündüm: “Şimdi ben ne yapacağım?” Birden avluya bir kız koşup geldi – bizim sınıfta okuyordu. Başını sağa sola çeviriyor, bir şeyler aranıyordu.
Beni gördü, bana doğru koştu ve şöyle dedi: “Sınıfa gel, artık gelebilirsin.”
Adı neydi?
Hatırlamıyorum. Yıllar aklımdan isimleri alıp götürdü. Nasıl bir yüzü vardı, onu hatırlıyorum, ama ismini, ne yazık ki hatırlamıyorum. Yüzü o anda, bana doğru koştuğu anda muhteşemdi: nasıl telaşlandığı, bana bir şekilde yardım etmek istediği belli oluyordu… Bense onun elini tutup birlikte bir yerlere koşmak istedim… Bu çerçevede açık seçik hatırladığım ilk olay bu.
Ama sonra, Bişkek’te (o zamanlar Firunze’ydi adı) fakültede okuyordum. O yıllarda televizyon yoktu. Şehrin dışında oturuyordum. Sinemaya gitmek de büyük omlaydı. Demiryolunu geçmek, sonra Djerzinski caddesini geçmek ve “Alatoo” sinemasına gitmek gerekiyordu. İşte, bütün o yol boyunca hep o sinema salonuna Onun gireceğini, yanıma oturacağını ve birlikte film izleyeceğimizi hayal ederdim.
Bu O, belli biri miydi?
Evet, ama adını anmayacağım. Başka bir fakültede okuyordu. Sonra ailesi başka bir yere taşındı, bizim de yollarımız ayrıldı. Bu vakte dek hatırlıyorum bu heyecanı: sinemaya vaktinde varmak, beklemek, karşılaşmak ve birlikte film seyretmek…
Beni sizin (balerin) Bibisaray Beyşenaliyeva’yla yaşadığınız, “Avcının Uçurumun Başında Ağlaması” adlı kitabınızda anlattığımız o aşk hikayesi sarstı. Ne dersiniz, neden biz tereddütsüz, gözü kapalı bir aşkı hayatta sadece bir kez yaşarız?
Anlaşılan, ruhsal olgunlaşma, duygusal olgunlaşmanın vakti gelip çatıyor. Bu ruhun, kendi kendini kavramanın doruk noktası oluyor. Yaşamın ne demek olduğunu kavramanın. Evet, bu da benim yaşamımın büyük aşk hikayesi. Unutulmaz.
Ve tam bir doruk noktasıydı… Ama olan oldu…
Bu aşk yaşamınızda keskin bir altüst oluşa neden oldu mu?
Söylemek zor. Takdir edersiniz, aşk hallerinin sergilenmesi bir işe yaramaz, o rejim bu tür ruhsal sarsıntıları hoş karşılamazdı. Her şey partinin belirlediği katı sınırların içinde yaşanırdı. Sonuçta benim ergenliğim ve gençliğim Stalin ve Stalin sonrası dönemlerde geçti.
Size göre, ruhtaki sevme yeteneği, sanat ve edebiyatta yaratma yeteneğiyle ne kadar bağlantılı?
Kuşkusuz, bu çok önemli bir unsur. Gerçeklikte sevgi ilişkileri olamaz, ama fantezimizde, imgelemimizde sevgiyle karşılaşmak çok değerlidir. Bu anlamda yaratıcılık için de.
Yazar olarak aşk üzerinizde nasıl bir etki bıraktı? Eserlerinizden hangilerini büyük bir aşk halindeyken yazdınız?
Herhalde, “Elveda, Gülsarı!”… “Cemile,” tabii… Bütün bunları daha orada, Moskova Edebiyat Fakültesi’ndeyken yazdım.
Dünya edebiyatından hangi aşk hikayesini “aşk” sözcüğüyle aynı sınıfa koyarsınız?
Zor bir soru sordunuz. Sanırım, Tolstoy’un yazdığı her şeyi… “Diriliş.” Şolohov’dan “Sessiz Don”…
Bence, aşk daha çok bizim içimizde yaşanan ruhsal bir durum. Nesne ikincil kalıyor, büyük ölçüde o sadece bir “tetikleyici.” Siz ne dersiniz?
Nesne – bu bizim sevgimizin yöneldiği kişi mi?
Evet.
Ama bu büyük ölçüde bu kişinin nasıl biri olduğuna bağlı. Sonuçta bütün aşk heyecanını ona yönelmiş durumda: hayaller de, tutkular da… Var olan her şey, Güneş bile aşka katılır. Güneş de ışınlarını gönderir ve sonuçta bu bizim hareketlerimizi değiştirir, çünkü sonuçta gezegenimizdeki her şey Güneşin enerjisiyle oluyor. Müzik bile.
Bazen bir bisiklete binmiş giderken, bir ezgi duyarsınız ve bu ezgi sizi onu ilk kez duyduğunuz zamanki ruh haline sokar. Aşk, evrenin, o içinde her şeyin birbirine bağlı olduğu olgularından biri. İnsan şöyle düşünür: işte ben şöyle biriyim şöyle birini sevdim ve bu benim şahsi seçimim, sadece bana bağlı. Ama bütün bunlar önceden belirlenmiştir, Kozmosla bağlantılıdır. Doğanın verdiği her şey, yaşamın ortak kumaşında yer alır. Sevgimizde. Onda her şey yoğunlaşmış halde bulunur.
Mutsuz bir aşk yaşadınız mı? Birine aşık olduktan sonra korkuya kapıldınız mı?
Belki, bunu da yaşadım.
Peki sevmekten korkmuyor musunuz?
Şimdi mi? Her şeyin kendi yeri, kendi zamanı var.
Peki hiç daha önce, mutsuz bir aşktan sonra sevmekten korktuğunuz oldu mu?
Böyle şeylerden kaçmışımdır – hayır. Ne olmuşsa doğal bir şekilde olmuştur… Nereden buluyorsunuz bu soruları? Bu alanda bir uzmanlığınız falan mı var?
Hayır, öyle demek istemedim. Sadece bir çok kez aşık olmuşsunuz ve herhalde, sonunda bu konuda sadece sorular sormak daha ilginç gelmeye başlamıştır diye düşündüm… Neyse, size göre, mutsuz bir aşk neden uzun zaman hatırlanır?
Trajedi olduğundan, kişisel bir trajedi.
Peki neden onunla ilgili hatıralar insanın belleğine tatlı bir acı verir?
Çünkü hayal edilen, yani yakın hissedilen, yani kalpte yer edinen bir şey, birden yıkılıverir. Bu da insanın bilincinde özel bir iz bırakır. Gerçekleştirilememiş bir hayal…
Söylesenize, güzel kadınlardan korkar mısınız?
Artık pek değil…
Birazcık da olsa kaygılanmaz mısınız?
Şimdi kaygılanmıyorum.
Peki eskiden?
Tabii, eskiden… (gülüyor)
Yıllar geçtikçe kadın idealiniz değişti mi? Günümüzdeki “ideal kadın” kavramı için ne diyorsunuz?
Kadın idealinde ben hep zeka aradım. Ve entelektüellik, elbette. Genel olarak, ideal zamanla, uzun, çok sayıda gözlem sonucunda oluşturulur. Bu gözlemlerden ideal diye bir şey oluşturulur. Benim için bu, öncelikle, entelektüel bir şey.
Yaşlandıkça, yaşam boyunca aşk yüzünden kaybettiğiniz zaman ve ruhsal güçler nedeniyle üzüntü duydunuz mu? Aklınıza hiç bu olmasaydı çok daha fazla yazardım gibi düşünceler geldi mi?
Hayır, böyle bir üzüntüm yok. Düzen böyle, olması gereken olur. Ama keşke vaktinde başka bir konuda ekonomi yapmış olsaydım: bir yerlerde oturacağıma, daha çok gezseydim…
Ne dersiniz, aşk suçu haklı çıkarır mı?
Saçmalık. Bu ancak istisna olabilir.
Yeryüzünde birkaç milyar insan var, bu sırada içimizden büyük kısmı yalnız. Neden sizce?
Bu kişisel bir sorun, ruhsal bir sorun. Burada birçok etken, özellikle de toplumsal etken devreye giriyor…
Lord Byron şöyle yazmıştı: “Aşk! Sen kötü bir tanrıçasın. Dilim tutuluyor, sana şeytan demeye cesaret edemiyorum!” Siz aşkı neyin tanrıçası olarak adlandırırdınız?
Hayır, sadece o kadar değil. Aşk… geleceğin tanrıçasıdır! Aşk olmazsa insanın geleceği olmaz. Aşk yaşamın temelidir. Aşk olmazsa, onunla bağlantılı tutkular da olmaz. Ve insan yaşanı bomboş olur. Ve ayrıca, aşk olmazsa çocuklar da olmaz, bizi geleceğimize bağlayan nedenler. Doğanın verdiği her şeyi, yıldızları, kozmosu – aşk hepsini içerir. Aşk bir senfonidir, dünyanın senfonisi. (SG/EZÖ)
* Rusçadan çeviren: Sabri Gürses
Zerkalo Nedeli/Haftanın Aynası dergisinde yayınlanan söyleşiye ulaşmak için tıklayınız.