“Bırakacağım bu işleri, sonum babam gibi mi olsun yani? Bak, ne kazanmış bu hayatta böyle olmaktan? Hiç. Anca kaybetmiş. Bize de kaybettirdi. Bak hele şu yoksulluğa. Bir çay daha içeyim en iyisi. Bu Osman Abi'nin çayı da acı, olsun. Ucuz çay işte. Neyse. Yok abi, olmuyor. Devrim mevrim... Kimin kazandığı görülmüş? Siz yapın devrimcilik. Benim umudum kalmadı.”
Dünyamın merkezinde acıdan, kederden ve solculuktan başka bir şey olmadığı zamanlarda –ha bir de şiir–, hele babayı da kaybedeli bir sene olmamışken, yaşım da daha yeni 18 iken düşmüştüm bu yorgunluğa. Ben yeterince şey biliyordum. Olmuyordu bu işler. Yürümüyordu. Deneniyordu; ama nereye kadardı? Sayılı müdavimlerinden olduğum Öğretmenevi Çay Bahçesi'nde böyle şeyler düşünüyordum. 14-15 yaşından beri varlığımı adamıştım bu işlere. Yani üç-dört senedir bu devrimcilik sektöründeyiz. Hızlıyız. Heyecanlıyız. Polis molis yokluyor arada ya, görmezden geliyoruz kerataları. Yorulmuşum artık.
Çay bahçesinin benimle yaşıt devrimci müdavimler beni ikna etmeye çalışıyor. Tartışıyorlar. Ben de tartışsınlar, ikna etmeye çalışsınlar istiyorum tabi. Hoşuma gidiyor. Ama umudum da yok gibi yani, olmayacak bu işler… Aylardan temmuz. Hafif bir esinti var; ama sıcak. Çay bahçesinden birileri hızlı hızlı bir yerlere gidiyor. Kimisi tanıdık yüzler. Görmüşüm ama konuşmamışım. Bir-iki arkadaş hızlı adımlarla yine aynı yöne gidiyor. Yüzler gergin… Bir şeyler oluyor. Kötü bir şeyler. Bakıyorum başkaları da yolun ortasında yatan bir adama bakmaya gider gibi bir yöne gidiyor. Ben de meraklanıp gidiyorum arkalarından. Gidenler HDP binasına gidiyor. Kesin bir patlama oldu. Ya da vurdular birilerini…
Ölü sayısı kaç?
Binaya girdim. Asansörle çıktım yukarı. Partinin bürosu ağzına kadar dolu. Girilmiyor içeri. Kafamı uzatıp bakıyorum içeri. Herkes TV’ye bakıyor. TV’de bir haber: “Suruç’ta patlama!”
Televizyonda dehşetin bulanık yüzü… Ölü sayısı kaç? Yaralı sayısı kaç? Ambulans? Polis?
Bu gençler, o zamanın abileri ablaları, yoldaşları, kardeşleri, ne üniversite sınavlarında aldıkları puanlar, ne yaptıkları işle anılmayı beklerlerdi. Devrimcilerdi. Ve geleceği inşa etmek için sırtlanmışlardı yüklerini.
Öğrendik ki cenazeler Antep’e gelecek. Tanıdık bir-iki yüz arıyorum ki sorayım, ne yapacağız? Kapıya yaslanmış bir kadının gözünden yaş damlıyor usulca. Eliyle dudaklarına hafif bir perde çekmiş. Pür dikkat izliyor TV’yi. Partidekilerin konuşmalarına kulak misafiri olmaya çalışıyorum ki ne yapılacağını öğreneyim. Tanıdık yüzler görünmüyor şimdilik. Mezarlığa gidilecek. Cenazeler alınacak. Cenazeleri devletin kirli ellerine bırakmayacağız. Biz selamlayacağız yoldaşlarımızı…
Gittik bir hışımla. Yüreğimiz sel olup yutsun istiyoruz tüm kötülüğü. Kimse duramasın karşımızda... Herkes gelmeye başladı. Adli Tıp’ın etrafını ele geçirdik adeta. Her yerdeyiz. Bir de paranoyaklık aldı başımızı: “Aman etrafa dikkat edin. Burada da saldırmasınlar. Aman şuradan uzak durun. Buraya çok yaklaşmayın…” Bir kadın ağlıyor kenarda, biri kadının omzuna elini atmış… Bir şeyler söylüyor. Sesi yok ama, dudakları oynuyor sanki sadece. Meğer bizim Öncü’nün annesiymiş. Öncü’ye ulaşılamıyor. Herkes bir şeyler fısıldıyor birbirine. Sanki gözümüzün önünde düştüler yere. Hele bir fotoğraf var Sait’e benziyor. Sait de yok ortalıkta. Beni İbo’ya ikna edecek diye telefonu 500 metre öteye götürür öyle sohbete başlardı da iyice paranoyak ederdi beni. Bir hayvan olsa, sinek kuşu olurdu Sait. Öyle hızlı, öyle dinamikti. Ya şimdi aldılarsa onları bizden? Yüzlercesini aldılar ya bizden. Ama herkes yine de sanıyor ki hep başkasının yakınları ölecek. Bizim yakınlarımız da ölüyordu. Belki de en çok bizim yakınlarımız…
“Akııınn var akııınn!”
Gençler mezarlığa adeta çağlıyor. Şöyle bir bakıyorum etrafıma. “Ne çoğuz biz böyle?” diyorum. Bizim sırtımız yere gelmez biz böyleysek. Kim durabilir karşımızda?
Zaman durmuş gibi. Öfkemizde, gücümüzde en ufak bir azalma yok. Hepimiz orada, olmamız gereken yerde, birbirimize bir güvenle bakıyoruz. Birbirini tanıyan eden herkes, “Böyle bir günü de göğüsleriz yoldaş,” der gibi bakıyor. Hele can dostlarım da geldi ya, hele şimdi gelsinler karşımıza diyorum. Bir şiir dönüp dolanıyor kafamın içinde. Bir sancı gibi… Ama bulamıyorum…
Duyuyoruz ki gelecek yoldaşlarımız. Ama tabutta… Bir sel gibi akıyor gençler. Hızlı adımlar. Öfkeli adımlar. Sanki devletin pişkin suratı karşımızda duracak cesareti gösterecekmiş de, şöyle sağlam bir yumruk sallamaya gidiyormuş gibiyiz.
Derken biri kendisiyle konuşur gibi söylüyor: “Ölenler, dövüşerek öldüler”
Öteki bağırıyor hemen yanında: “Güneşe gömüldüler”
Biri daha arkadan: “Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!”
Derken önde yürüyen biri şöyle elini bir savuruyor arkasına, “Akııınn var akııınn!
Ve bütün bir kalabalık akın ediyor: “Güneşe akın! Güneşi zapt edeceğiz! Güneşin zaptı yakın!”
Ufak bir tebessüm herkeste. Herkes bakıyor birbirine. “Zapt ederiz biz bu güneşi” diyoruz birbirimize gözlerimizle… Ve ben kafamın içinde sancıyla dönüp dolanan şiiri buluyorum.
Öncü yaşıyordu, hatlar kesildiği için ulaşamamıştı annesi. Sait de patlama alanında değildi.
Onlar yaşıyordu. Hiç tanımadığım 33 yoldaşım ise ölmüştü. Ben yaşıyordum. Ve bir daha aklımla hiçbir sohbetimde “Bu işler böyle olmaz” demedim. (MFÖ/TY)



