Fotoğraf: Fatih Kurt - AA
Cezaevlerinde her sabah 08:00'de, her akşam da 20:00'de "sayım" oluyor. Koca demir kapı açılıyor, görevli infaz koruma memurları içerideki mevcudu "sayıyor." Haliyle sabah 08:00'den önce uyanmış, gözümüzü açmış, ortak alana çıkmış oluyoruz.
Normalde o anda, hemen yaptığımız bir şey değil ama 6 Şubat sabahı, daha sayım olmamışken elim televizyonun kumandasına gitti, ekran açıldı, ilk anda algılayamadım, birkaç saniye sonra "Ne oluyor ya?" diyerek Mine ve Mücellâ'ya haber verdim, o sırada sayım...
Ne olup bittiğini anlamaya, şehirleri idrak etmeye çalışırken, aynı size olduğu gibi dünya başımıza yıkıldı. Ufak bir farkla, telefonumuz, internetimiz yok, anaakım televizyon ve haber kanallarından ibaret haber kaynaklarımız da henüz depremin dördüncü saatinde pek toparlanabilmiş değiller.
Mücella kız kardeşini arıyor, herkesin iyi olduğunu öğreniyoruz ama tabii sadece aileler mânâsında. Bu bilgi çok önemli o anda çünkü Mücellâ'nın kardeşi Müberra Adana'da yaşıyor.
İlk anlarda sadece şehir isimlerini algılamaya gayret ettiğimi anımsıyorum. Eksiksiz hepsini gördüğüm, anılarım ve "an"larım olan 11 şehir.
Kapalıyız, çaresiziz, öfkeliyiz
Ekranda Diyarbakır var, Diyar Galeria enkazı. Anadolu Kültür'ün 2002 yılında Diyarbakır'da açtığı Diyarbakır Sanat Merkezi'nin ve daha sonra açılan Avrupa Sineması'nın ev sahibi olan Diyar Galeria... Osman Bey'in, Mine'nin, Ahmet'in, Elif'in, Melike'nin her bir köşesine emek verdikleri, elleriyle, kollarıyla kurdukları DSM.
Diyarbakır'ın ilk alışveriş merkezi. Televizyondan anlamaya çalışıyoruz, alışveriş merkezinin üzerindeki apartmanlarda oturan tanıdıklarımızın hâlâ orada oturup oturmadıklarını anımsamaya çalışıyoruz. Bilmiyoruz ki. Arayıp soramıyoruz, kapalıyız, çaresiziz, öfkeli ve üzgünüz.
Görüntü değişiyor birbiri ardına. Maraş, Adıyaman, Malatya. Bildiğim, gördüğüm, vakit geçirdiğim yerler, yok, olmuyor, hiçbir görüntüyü hiçbir yere benzetemiyorum. Sanki ben o şehirleri hiç görmemişim, o kentlere hiç gitmemişim. Oysa gittim, hepsine gittim, hatta bazılarına onlarca kez gittim.
Her kanalda Hatay deniyor, Antakya deniyor, İskenderun deniyor ama ilk saatler, hatta ilk gün Hatay'dan o kadar az görüntü var ki, "eh merkez de Maraş herhalde" diye düşünüyorum, "çok bir şey olmadı."
Tamamen yanıldığımı, Antakya'nın yerle bir olduğunu anlamam için saatler geçecek, Antakya'da, Samandağ'da, İskenderun'da gerçekten ne yaşandığını kavramam için avukatlarımızın gelmesi gerekecek. Sevdiklerimin enkaz altında olduğunu, sevdiklerimin sevdiklerini enkaz başında beklediklerini, kıyametin dünyaya indiğini anlamama vakit var henüz.
Mücella dizlerini döverken anladım
Anladım. Başımıza ne geldiğini anladım. Yanımda ömrünü kent hakkına adamış Mücellâ dizlerini döverken, anladım. Olmamız gereken yer Maraş'ken, Diyarbakır'ken, Samandağ'ken burada olduğumuz için öfkesini, üzüntüsünü gözünden okuduğum Mine'ye bakarken anladım. Anladım da, çaresizlik baki. Bomboş duvarlara bakıyoruz, o kadar...
Antakya'dan, İskenderun'dan görüntüler gelmeye başladığında herhalde artık güneş batmak üzereydi. Gördükçe, izledikçe sesim kısıldı, içime kaçtı.
On bir şehirden, Diyarbakır'la birlikte en çok gittiğim, en çok gördüğüm yer Antakya. Bugün depremin 11. günü, ben on binlerce can kaybının yanı sıra bir de Antakya'nın, bir kentin yasını tutuyorum.
2005 ya da 2006 olmalı. Anadolu Kültür'de "Şehir Temelli Kültür Politikaları" diye bir program yürütüyoruz. Adından belli, kültür politikaları merkeziyetçi olmasın, kentte yaşayanlar kendi kültür politikalarını oluştursunlar diye bir grup insan kafa yoruyoruz.
Bu program kapsamında tanıştığım Dr. Aslı Çarkoğlu ile Antakya senin, Mersin benim, Kayseri, Kars, Edirne, Çanakkale dolanıp duruyoruz. Antakya'ya da ilk kez birlikte gidiyoruz. Antakya'ya bir kez bile gitmiş olan herkesin hemen anlayacağı üzere, kentle vazgeçilemez bir bağ kuruyoruz. Birbirimize "yaşanır ya bu kentte, mis gibi yaşanır" dediğimizi dün gibi hatırlıyorum.
Antakya'nın yasını tutuyorum
Antakya'nın yasını tutuyorum dedim ya. Benim lafım değil o. Antakya'nın da sebep olduğu tanışmamız sonucu, on sekiz yıldır hayatımın en büyük parçalarından biri olan Aslı'nın lafı. Dr. Aslı Çarkoğlu, benim Bakırköy Cezaevi'ndeki "üç arkadaş" kontenjanından görüşçülerimden biri. Psikolog. 2008'lerden beri sanırım, memlekette yaşanan her faciadan sonra alana inen psikologlardan. Van'dan Soma'ya, Elazığ'dan İzmir'e... Geçen pazartesiden beri durmaksızın çalışanlardan.
Depremden iki gün sonra, elimizde bir telefon, kalın camlar arkasında buluştuğumuzda, ağlamamaya çalışarak ama pek de başaramayarak bana baktı ve "sadece insanların değil, kentlerin de yasını tutmalıyız bence" dedi ve ekledi: "Ben Antakya'nın yasını tutuyorum."
O günden beri bunu düşünüyorum. Bir kentin yasını tutmayı... On binlerce insanımızı kaybettik; anılarını, hayatlarını, evlerini, en ufağına kadar sahip oldukları her şeyi kaybetti insanlar, bir de üstüne kentlerini kaybettiler. Kasabalarını, köylerini kaybettiler. Yasını tutacakları, yasını tutacağımız ne çok insan, ne çok şehir, ne çok mekân var...
Canım Hatice ve Mithat Can
Ben Antakya'nın yasını tutuyorum on bir gündür. Dört gün boyunca her saniye iyi haberlerini beklediğim, "kötü haber tez duyulur" diye kendimi avuttuğum dört günün sonunda tez duyulan kötü haberle, topraktan alıp toprağa verdiğimiz canım Hatice ve Mithat Can'la birlikte, aynı apartmanın toprağından giden canım Ceyda'nın teyzesinin ve ailesinin yasıyla birlikte, tanıdığım, tanımadığım onlarca, yüzlerce, binlerce insanın yasıyla birlikte Antakya'nın yasını tutuyorum.
Depremin ilk günlerinde, İsmail Saymaz Antakya'dan Halk TV yayınına bağlandığında "Antakya'yı bugüne kadar görenler çok şanslı" dedi. O kadar haklı ki. Hem çok şanslıyız hem de çok üzgün, çok öfkeli. Antakya benim için bir bayram ve yemek cenneti oldu hep. Her gün bir sebeple, bir mezheple bayram kutlanan, bayram bahane, sofra şahane bir şehir oldu hep. O neşeli, karman çorman, her telden sofraların kurulmasının hep güzel bahanelerine denk geldim. Yıllarca Antakyalı arkadaşlarımla dalga geçtim "size eğlenmek için bayram bahane" diye.
Vakıflıköy'de kırk sekiz saat kaynatılan harisalara da denk geldim, yedi saatten kısa süren akşam yemeği sofralarının ayıplandığına da... Bir dönerciden "randevu" alındığına ilk kez Antakya'da şahit oldum.
"Dönerci Tacettin saat 13:27'ye randevu verdi" cümlesinin şaşkınlık yaratmadığını Antakya'da gördüm ben. Uzun bir gecenin ardından taksiye bindiğimizde Antakyalı arkadaşımın taksiciye soyadını söyleyip "bizim evi biliyor musunuz" diye sorunca, taksicinin eve kadar götürmesini yaşadım ben o küçücük kentte.
Henüz Antakya'da pek tanıdığım yokken, iki İstanbullu kadın, gecenin bir yarısı, o daracık sokaklarda yalnız başımıza yürürken hiç ama hiç tedirginlik yaşamadan yürümenin mümkün olduğunu gördüm ben.
Bu enkazdan hep birlikte çıkacağız
Velhasıl, Antakya'nın yasını tutuyorum burada, çaresizlikle. Kars'ta anlatmışlardı yıllar önce, "yas kaldırmak" diye bir adet varmış orada. Kaybın ardından, kırk gün sonra, ailenin bir dostu, bir komşusu bir tepsi tatlıyla gelir, yası kaldırırmış. Yasımızı tutalım, mezhebimizce, meşrebimizce, kimsenin tatlı yiyecek hali yok biliyorum ama zamanı gelince, yasımızı kaldıralım ve hem sorularımızı, hesaplarımızı soralım hem de yaslarını tuttuğumuz şehirlerin, kasabaların, köylerin layığınca yeniden yapılması için başlarında nöbet tutalım, süreçlere dahil olalım, kentlerimizi bildiğimiz, alıştığımız gibi ayağa kaldıralım.
Başka kentlere gitmek zorunda kalanları kadim kentlerine geri getirmek için ne gerekiyorsa yapalım! Harisa kazanlarının da aşure kazanlarının da yeniden kaynayacağının garantisi olalım hep birlikte. Başka çaremiz yok, bu enkazdan hep birlikte çıkacağız. Yasımızı usulünce tutacağız ve bu enkazdan hep birlikte çıkacağız.
(ÇM/Mİ/AÖ)