Amerika 1861 yılında iç savaşa gitmeden önce, sahiplerinden kaçan kölelerin iade edilmesi zorunluluğunu getiren Kaçak Köleler Yasası (Fugitive Slave Act) çıkarılır. Buna karşın Kuzeyliler köleleri yakalama çalışmalarında rol almamanın da ötesinde onlara sahip çıkıp kaçmalarına yardımcı olurlar. İşte Amerika Birleşik Devletleri'nin Kuzey bölgesinin bu tavrıyla ortaya çıkan kölelik krizi, sivil itaatsizlik ile ilgili literatürün miladı olarak gösteriliyor.[1]
Demokrasinin bittiği yer, çoğunluğun haklarının azınlığı tehdit etme ihtimalinin başladığı yer ise, sivil itaatsizliğin başladığı nokta da şu an ülke olarak üzerinde durduğumuz noktadan farklı değil. Kölelik sahibinin emrine itaat etmeyi buyururken, yıllarca bizden beklenen de bizimle ilgili alınan her türlü karara sadece itaat etmemizdi. Parayla satılmış olmaktan farkımız ise, ancak satılmış olanın değersizleştirebildiği ölçüde değersiz bir sandığa atılan kâğıt parçaları tarafından üzerimizde egemenlik kurulabilmesiydi.
Kaçak Köleler Yasası çıkarıldıktan sonra bile Kuzeylilerin kölelere ettiği yardımların, ırkçılığa temel teşkil eden ve otobüste beyazların oturma önceliğini de kapsayan Jim Crow Yasaları’na yönelik ihlallerin, siyahların eşit vatandaşlık talebini içeren Yurttaş Hakları Hareketi’nin ya da Vietnam savaşını protesto etmek için yapılan oturma eylemlerinin filizlenmesine sebep olan tohumun haksızlığın ve adaletsizliğin konuşmaya mecbur bıraktığı vicdan duygusu olduğu pek çok sivil itaatsizlik kuramcısı tarafından kabul edilen bir iddia.
Hannah Arendt, Hitler döneminde Nazi ordusuna katılmayan Almanlar için “Bunların böyle davranmayı becerebilmelerinin nedeni, daha iyi bir değerler sistemine sahip olmaları ya da düşüncelerinde ve bilinçlerinde hala eski adalet ve adaletsizlik ölçülerinin köklü bir biçimde yer alması değildi. Bence olay, bu insanların vicdanlarının, deyim yerindeyse otomatiğe bağlanmamış olmasıydı.” diyor [2]. Arendt yazısının devamında ise kişinin kendisiyle yaşama zorunluluğundan yola çıkarak bu zorunluluğu yokuşa sürmemek adına vicdanının sesini dinlemek zorunda olan insanlar olarak tanımlıyor sivil itaatsizlik eylemcilerini. Bu teori ışığında, toplumsal bir olay için bizi susarak da olsa ses çıkarmaya, durarak da olsa yerimizde durmamaya iten şeyin, vicdanımızın dinlenmediği takdirde bizi kendimizle yaşamak konusunda sıkıntılara düşürebilecek olması ihtimali olduğu söylenebilir. Ve belki de bu yüzden evde rahat koltuklarımızda oturmak yerine bizi sokağa çıkmak zorunda bırakan da vicdanımızın oturduğumuz koltuğu bir işkence sandalyesine dönüştürebilme gücüdür.
Fakat ironik bir şekilde susmayan vicdanların protestosu, suskunluğu düstur edinen ve şiddete karşı çıkan sivil itaatsizlik eylemleri ile oluyor ve aslında bu kavram sadece kelime anlamıyla düşünüldüğünde akla gelebilecek olanların daha sınırlı bir kısmını kapsar nitelikte. Örneğin, vicdani ret mevzuu her ne kadar sivil bir itaat etmeme durumu olarak görülse de cemiyet anlayışından yoksunluğu ve bir grup dahilinde yapılmıyor olması gibi özellikleriyle bir sivil itaatsizlik eylemi olarak görülmüyor.
Vicdanları dürtülen insanlar
Türkiye açısından baktığımızda verilebilecek en bilinir örnek Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’nda sessizce oturup devlet tarafından kaybolan çocuklarının hesabını sormasıyken BDP’nin yaklaşımı soru işareti teşkil eden bir yerde konumlanıyor.
Bundan iki yıl kadar öncesinde BDP ve DTK sivil itaatsizlik eylemlerine başlayacaklarını açıklamış, halk Ahmet Türk tarafından meydanlara çağırılmıştı. Fakat Kürt mücadelesinin silahlı olarak yürütülen kısmının, sivil itaatsizliğin Kürtler tarafından benimsenebilme gücüyle ilgili karmaşalara sebep teşkil etmesi de oldukça muhtemeldi. Bu tür bir direnişe uygun bir yapılanma ve kültür yokken sivil itaatsizlik çağrısı da beklenen güçlü yanıtı bulamadı.
Bu bağlamda Gezi Parkı olaylarıyla başlayıp şimdi ülkenin pek çok yerine yayılan eylemlerin, vicdanları dürterken sorulan soruların arasına ülkemizdeki azınlıkların durumuyla ilgili olanları da eklemesi oldukça dikkate değer. Çünkü vicdanları dürtülen insanlar da azınlık olduklarını fark etti, azınlık psikolojisini kavradılar.
Azınlığa adını veren “az” kelimesinin nicel bir karşılık taşımaktan daha öte bir şey olduğu, çoğunluğun bu niteliği sayılardan öte güçten elde ettiği kabul edilirse, bağımsızlığını yitirmiş bir hukuk sisteminin, iktidarın avukatlığını üstlenmiş bir medyanın ya da halkı yerine devlete hizmeti şiar edinen polislerin, onları başımıza getiren bir yüzde 50 olmasaydı da direnişçilerden bir azınlık yaratabileceği de kabul edilebilir. Çünkü azınlıklar bir güç tarafından ezilmelerine rağmen kendi benliklerinden vazgeçmedikleri, kendilerinden ve aynı yolda yürüdüklerinden vazgeçmedikleri sürece varlar.
Sivil itaatsizlik ile devrim arasındaki ince çizgi
‘Güc’ü elinde bulunduranlar tarafından çıkarılan yasalar ve onlara itaat etme mecburiyetinde bırakılan bir azınlık söz konusu olduğunda, sivil itaatsizlik eyleminin işlevselliğinin ve eylem sonucunda elde edilebilecek kazanımların tartışılır olması anlaşılabilir oluyor. Zira pek çok sivil itaatsizlik kuramcısına göre sivil itaatsizlik eylemlerinin başarıya ulaşması, demokrasinin düzenli bir şekilde işlediği, eylemcilerin hukuk düzeninin genel meşruiyetini kabul ettiği toplumlarda ifa edilebilmesini gerektiriyor.
Şiddeti dışlama özelliğinden aldığı bu gerçeklik sivil itaatsizliği devrim olabilme ihtimalinden de sıyırmış oluyor. Bu noktada sivil itaatsizlik ve devrim arasındaki çizginin inceliğinin, muhatap olunan iktidarın otoritesini ne şekilde kullanmayı tercih ettiğine bağlı olarak değişebildiğini iddia etmek uygun olacaktır. Örneğin Arendt şiddeti irdelediği kitabında, tamamen şiddet karşıtı bir politika izlemesine karşın devrim niteliğinde kazanımlar elde edebilen Gandhi için söyle diyor: “Şiddet ve iktidar arasındaki kafa kafaya çarpışmada ortaya çıkacak sonuç pek kuşkuya açık değildir. Gandhi’nin muazzam bir iktidar içeren başarılı şiddetsiz direnişi, farklı bir düşmanla (İngiltere yerine Stalin Rusyası, Hitler Almanyası, hatta savaş öncesi Japonya) karşı karşıya olsaydı, sonuç sömürgeciliğin sona ermesi değil, katliam ve boyun eğiş olurdu.” [3] Bu örnek sivil itaatsizliğin diktatörlük gibi katı bir rejimde başarıya ulaşmasının zorluğunu öne sürerken şu an ülke olarak içinde bulunduğumuz zorluğu da açık ediyor.
Sivil itaatsizlik kavramının ülkemizde işleyebilme ihtimali sorgulamalara epey açık olsa bile, vicdanı olan ve vicdanının sesini dinleyen bireyler olarak kendimizle yaşayabilmenin gururunu şimdiden elde edilmiş bir kazanım olarak görebiliriz. Buna en çok başka şeyler kazanabilmek için asla yitirmememiz gereken bir umudumuz olduğu için ihtiyacımız var. Çoğunluğun şiddeti yüzünden kaybettiklerimiz içimizi acıtıyorsa da “vicdanlar yaralandığında dökülen de bir tür kan değil midir?” diye sorabiliriz, vicdanlar yaralandığında o yaradan “insanın gerçek insanlığının ve ölümsüzlüğünün aktığını ve insanın sürekli yinelenen bir ölüme gittiğini” unutmadan. [4] Biz bugün bu ülkede bu kanın aktığını görüyoruz; kimimiz evde, kimimiz sokakta, kimimiz cezaevinde. Ve aslında şunu da eklemek gerek ki “bir insanı haksız yere içeri tıkan bir yönetimde, onurlu her insanın olması gereken yer cezaevidir.” (AA/HK)
* Aybike Alkan, Koç Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Yüksek Lisans
[1] Dworkin, R. “Sivil İtaatsizliğin Etiği ve Pragmatiği”, Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik. İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001
[2] Arendt, H. “Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk ”, Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001.
[3] Arendt, H. Şiddet üzerine. İstanbul: İletişim Yayınları, 1997.
[4] Thoreau, H.D. “Devlete Karşı İtaatsizlik Görevi Üzerine ”, Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, İstanbul. Ayrıntı Yayınları, 2001.