Nymphomaniac, daha izlenmeden bir soru sordurmayı başarmıştı: Nemfomanyak bir kadının seks bağımlılığını nitelemek için kullanılıyorsa, erkeklerin seks bağımlılığına ne diyoruz? Neyse ki literatürde bunun bir karşılığı var, fakat nemfomanyağın daha popüler bir kelime olduğunu fark etmek bile filme hangi eksende bakabileceğimiz üzerine bir ihtimal sunuyor.
Dışımızda olan bitene, neye kızacağını, neye sataşacağını bilemeyen bir tavırla yaklaşıp düşmanı hep olduğu yerden daha başka yerlerde aramaya yatkın bir tavrı var çoğumuzun. Kapitalizm, ataerkillik, artık bize hayal gibi gelen hak, adalet umurumuzda değil; ama bir kadın çocuğunu terk ettiyse, kocasını aldattıysa kolaylıkla gündemimiz olabiliyor.
Kapitalist sistemin hepimizi bir başkasıyla yeri doldurulabilir hale getirmesi, yeri doldurulabilir olmamızınsa harcanabilir olduğumuzu ima etmesi bizi rahatsız etmiyor. Daha ötesi insanlara kapitalizmin bize baktığı gözle bakmaya başlayıp ilişkilerimizi de karşımızdaki insanın yerine bir başkasını koyabilecek olmanın rahatlığıyla pek zora gelmeden idame ettirebiliyoruz. Harcanan emeklerin boyutu, harcanabilir olmaya hiçbir engel teşkil etmiyor. Ama ilişkinin cinsel bir düzleme kaydığı noktada “değiştirilebilirliğin” kolaylığı, harcayabilirliğin acımasızlığı bir hastalık olarak gözükmeye başlıyor. Gerçi haksızlık etmeyelim harcayan erkekse yine sorun değil, bu nedenle herhalde en büyük sıkıntımız kadının cinsel hayatı.
Kavramlar arasından kadını bu kadar kolayca çekip alabilmek sorun’un başladığı yer olsa gerek. Kadın derken bir özne ya da nesne olarak kadından değil, dilsel anlamda kadının bize çağrıştıklarından bahsediyorum. Buradaki eleştiri, Derrida’nın sözün hakikat olduğunu benimseyen Batı düşüncesine karşı eleştirisiyle aynı tabandan besleniyor. Bu düşünce sistemi, kavramları karşıtlarıyla beraber sunarken karşıtların bir terimini “hakiki olan” olarak diğeriniyse olumsuzlamalar bütünü olarak kodluyor (1).Örneğin, aynı gerçeklikte yaşayan insanların, kendi geçmişlerine bağlı olarak farklı doğrular üretmesi söz konusuyken bile, söz-merkezcilik doğrunun karşısına yalanı rahatlıkla konabilir duruma getiriyor. Erkek karşıtlığı üzerine kurulan kadın da gerçeğin karşısında duran yalan, iyinin karşısında duran kötü kadar bulanık bir ayrım olmasına karşın belli kabullenmelerle, çoğunlukla bilinçsizce gerçekleşen razı ediş ve edilişlerle sahte bir netliğe kavuşuyor. Bu netliğin bir tarafındakilerin, seviştikleri ölçüde kimlikleriyle olan bağları güçlenirken diğer tarafta sevişirken kimliğine yabancılaşanlar var.
Lars von Trier’in hikayesindeki Joe, sadece aforoz edilmeye çalışılan değil aynı zamanda toplumu aforoz eden bir karakter olarak karşıtlıklara meydan okuyor. Çünkü yola iki taraftan da çıktığımızda sadece “normal” olmayan değil, aynı zamanda toplum tarafından “normal”in dış çeperlerine doğru itilen bir kadın görmek mümkün ve bu itilmenin edilgenliği erkek/kadın karşıtlığında olumsuzlanan taraf olmaktan başlayarak kök salıyor. Bu kökün kılcallarına doğru çıktığımız yolculukta ise dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Hikaye bilinçli bir kurgu olmaktan ziyade odadaki nesnelerde ya da Seligman’ın yorumlarında geçmişin fotoğraflarını gören Joe’nun o an hafızasından geçenlerle şekil buluyor. Bu yüzden Joe’nun iç dünyasında dışarı çıkmak için baskı yapan kısımların gücünü bir yana bırakırsak dış dünyanın raslantısallığından (o an içinde bulunduğu evin Seligman’ın evi olmasının, onu dinleyen kişinin Seligman olmasının raslantısallığından) bahsedebiliriz. Bu da bizi o an Joe’nun anlatısında kendine yer bulamayan başka hikayeleri düşünmeye götürür.
Pek çok yönüyle uzun bir psikanaliz seansı gibi ilerleyen hikaye, Joe’nun bilinçaltının şekillendiği zamanları merak ettirse de Joe’nun hikayesindeki boşlukları yazmak bize kalıyor. Bu boşlukların biz doldurdukça aldığı şekilden mutlaka bizim tarihimiz de sorumlu olacak; tarihimizin sadece ulaşabildiğimiz değil ulaşamadığımız noktaları da üstelik. Çünkü aslında Trier, Joe’nun hikayesini Joe’nun kendi ağzından anlattırırken ve kurguyu Joe’ya bırakmış izlenimi yaratırken biz izleyicilere de izlediğimiz her sahnenin, ekranda beliren her görüntünün bizim geçmişimizle farklı farklı hikayelere evrileceğini hatırlatmış oluyor. Bu yüzden, bu filmi izleyip sadece bir “porno” görebilmek mümkün. Porno kültürümüzün gelişmişlik seviyesinin de bu yargıyla bir alıp veremediği olmayacaktır. Ama ben bu filmi kadının bir nesne olarak sunulduğu porno filmlerden ziyade kendi vücudunun nesne olarak sunulmasına karşı çıkan bir kadının edilgenlikten etkinliğe geçme ve bedenin özgürlüğüne ulaşma çabası olarak okuyorum.
Bildiğimiz tanıdığımız kadın imajından taşan Joe, mücadelesiyle Lacan’ın “kadın yoktur” önermesine de göz kırpıyor. Kadının kendini tanımlayamadığı, sadece erkek bakışının dile dökülmesiyle tanımını bulup onun içine yedirildiği bir düzende elbette kadın yok. Kadın, yegane varlık sebebi doğurmak ve çocuk büyütmek olan, bu kutsal amaçlara halel getirecek her türlü davranıştan uzak durması gereken bir varlık olarak yaratıldı. Güç, farklılıkları hiyerarşik bir düzleme kaydırıyorken kadının farklılığı erkeğin hakimiyetine meşru bir kılıf olarak sunulmaya çalışıldı ve bu kılıfı örmeye kadın bedeninin patolojikliğinden dem vurarak pozitif bilim insanları bile katkıda bulundular. Bu sebeple, bu kılıfı yırtıp atan farklılığını kendisinden beklenenden farklı bir şekilde kullanarak güce boyun eğmeyenler toplum tarafından (toplumun katkılarını da hiçe sayarak) hasta ya da anormal olarak görülüyorlar.
“Öteki” tarafından yönetilen oyunun parçası olan öznenin bu oyuna etkin katılımı, başka özneleri kendi yönettiği oyunun bir parçası yapabilmesini gerektirir (2). Joe’nun erkeklerle ilişkisi de biraz böyledir. Beraber olduğu erkeklerin her birine ilk orgazmını yaşadığını söyler ve akabinde bu erkeklerin kendileriyle nasıl gurur duyduklarını görürüz. Erkeğin kendini tam da “erkek” olarak güçlü hissettiği nokta bir yalandan, oyundan ibarettir.
Joe kimliğini nemfomanyaklık üzerinden kurduğunda bir kadın olarak yarattığı farklılık, kendisini erkeklerle kurduğu ilişkide dominant taraf haline getirmiştir. Tabii bu “aşkın hakim olduğu toplumla mücadele etmeye adanmışlık” ile de ilintili bir durumdur. Çünkü aşka teslim olmak kadın için davasını ardında bırakma riskini barındırır.
Bunun güncel bir örneğini Sally Potter “dava”sını bir erkeğe aşık olunca bırakan ve savaştığı şeye dönüşen Rosa karakteriyle ‘Ginger and Rosa’da vermişti. Joe da hep reddettiği yakın ilişkiyi Jerome ile yaşıyor. Jerome, Joe’nun karşısına hep tesadüflerle çıkması bakımından hikâyenin inandırıcılıktan uzak bir yerinde duruyor. Bununla birlikte ilk cinsel ilişkiyi Jerome ile yaşamış olması ve bu cinsel ilişkideki eksiklik, tamamlanma arzusunun nesnesi olmayı en uzun süre başaran kişinin Jerome olmasını manidar kılıyor. Zira birden fazla kere duyduğumuz “tüm deliklerimi doldur” yakarışı bu tamamlanma arzusunun söze dökülmüş hali gibi. Bu bakımdan Joe’yu dinleyen Seligman’ın Joe ve orgazmı arasındaki ilişkiyi Zeno’nun ünlü paradoksunun kahramanları olan Aşil ve kurbağaya benzetmesi akla Lacan’ın paradoks hakkındaki düşüncelerini getiriyor.
Paradoks, Aşil’in kurbağayı ne kadar hızlı koşarsa koşsun yakalayamayacağını, onu yakalamak için sonsuz zamana ihtiyaç duyacağını söyler. Lacan’a göre Aşil’in durumu iki sonuç doğurabilir; ya kurbağanın hep gerisinde kalacaktır ya da kurbağa çoktan geride kalmıştır. Sadeci hareket (Sadeian movement) olarak bilinen ilk seçenek her seferinde biraz daha yaklaşsak bile mesafenin hiç kapanmayacağı, önümüzde hep bir çaba daha olacağı anlamına gelir. Don Juancı hareket (Don Juanian movement) ise aceleci bir kovalamayı çağrıştırır, burada kurbağa geride kalmışçasına vazgeçip baştan başlanan yarışlar söz konusudur (3). Bu yüzden paradoks “her cinsel tatminde daha fazlasını isteğini” ifade eden Joe’nun durumunu iki tür yorumla da açıklıyor. Jerome ve Jerome dışındakiler diye bir ayrım yaptığımızda tam da Sadeci ve Don Juancı hareket ayrımında durmuş oluyoruz. Joe seks yaşantısını Jerome’a indirgediğinde kısım kısım gerçekleşen bir tanıma süreci başlar ama bu kısımlar birbirleriyle birleşip bir bütün oluşturamazlar. Joe ısrarla bir bütünlük görmeyi ve onunla özdeşleşerek (identification) eksiklik duygusundan kurtulmayı ister. “Tüm deliklerimi doldur” yakarışı yine bu isteğin dışavurumudur. Bir süre sonra Jerome ile seks yaparken bir şey hissetmemeye başlaması ise dümdüz yolda ilerlemenin işe yaramadığını, bütünlemediğini kabullenmekle ilgili olabilir. Zira yeniden daireler çizilir; Joe, Jerome’un da desteğiyle başka erkekleri görmeye başlar. Jerome, buna izin verse de en çok sevilen olduğunu bilmeye ihtiyaç duyar. Joe’nun hayatındaki erkekler Jerome ve diğerleri olarak ikiye ayrıldığında diğer bütün erkeklerin toplamından daha büyük olduğunu bilmenin hazzını yaşamak ister gibidir biraz da.
Bu imkansız hazzı kovalama durumu Lacan’ın jouissance kavramıyla açıklanabilir. İngilizceye “enjoyment” (zevk) olarak çevrilse de jouissance ulaşılamayan tatmin edilemeyen bir zevktir ve aşırı şiddet yoluyla da kendisine ulaşılabileceği vaadini taşır. Nitekim Joe da sonunda sadist K’in kapısını çalar ve şiddet seanslarına başlar. Yeni nesnesini bulan arzunun şiddeti “annelik duygusu”ndan üstün gelir ve bakıcı olmasa da Joe çocuğunu evde yalnız bırakarak K’e gitmeyi sürdürür. Jerome’u çıldırtan bu durum çocuk sevgisi midir yoksa çocuğunu evde bıraktıracak bir hazza koşan Joe’nun hayatındaki üstünlüğünün sarsılmasından doğan narsistik bir öfke patlamasıdır bilinmez; ama sonunda iş Joe evden çıkmasın diye çocuğu kullanmaya kadar varır. Joe, Jerome’un tehditlerine rağmen K’e gider ve orada fallik nesne olmadan acının da teşvikiyle koltuğa sürtünerek tatmine ulaşır.
Bir kadının nemfomanyak olma sınırı zaten muğlakken bir de işin içine kadının kadın olma sınırının muğlaklığı girdiğinde elimize sadece boş yere yakınsamaya çalıştığımız bir terim kalıyor aslında. Peki insanlar üzerine yapıştırılan, kötü anlam çağrıştıran etiketlerden nasıl kurtulur ya da kurtulmalı mıdır?
Zenci ifadesini rahatlıkla kullanan Joe’nun gözünden bakarsak kelimelerden sakınmak demokrasinin geri sayması anlamına gelir, dilden bazı sözcükleri çıkarmaya çalışmak iktidar zayıflığı göstergesidir. Rehabilite edilmesini lüzum gören toplum tarafından grup terapisine başlatılan Joe’nun, kendisini seks bağımlısı yerine ısrarla “nymphomaniac” olarak nitelemesi, aslında biraz da bu sıfatı rehabilite etme çabası gibi okunabilir. Dilin düşüncelerimize egemen olmasına meydan okumak, kelimeleri tersyüz ederek kendi dilimizi oluşturmaya çalışmak bu rehabilitasyon sürecinin başarıya ulaşması anlamına gelecektir. Bunun güzel bir örneği yakın bir zamanda Haziran Direnişi’nde de verildi. Hakaret amaçlı kullanılan çapulcu kelimesini onurla sahiplenen insanlar ‘çapulcu’yu olumsuz anlamlarından azade edip kendi kimliklerinin bir parçası haline getirdiler. Joe’yu zenci kelimesini kullanmaya iten anlatı da zaten yine bir dil sorunu üzerinde şekilleniyordu. Dilin müdahale etmediği bir alan yaratma arzusuyla dilini bilmediği “zenci”lerle sevişmek isteyen Joe, dışarıdan olanı mümkün olduğunca itelemek istiyordu. Filmin bu noktalara temas etmesi Kristeva gibi, Irıgaray gibi post-feministlerin kadının özgürleşmesinde dili ön plana çıkardıkları da düşünüldüğünde baktığımız kadın mücadelesi eksenini destekliyor.
Kendi’nin reddiyle gerçekleşmeye tabi olan ısmarlama bir bütünlük, özgürlük duygusunu (kendi olabilmenin özgürlüğü), toplum tarafından kabul görmeye yeğ tutan biri için ne kadar tercih edilesi olabilir veya Joe bir diğer yolu seçseydi, çocuğuyla kalsaydı daha mı iyi olurdu?
Filmin sonu bu haliyle de “iyi” bitmiyor; ama pek gerçek bitiyor, gerçekliğimizin mutsuzluğuna benzeyerek bitiyor. “O kadar kişiyle yattın, benle de yatarsın” rahatlığıyla Joe’ya tecavüz etmeye kalkışan Seligman’a şaşırıyor muyuz? Şaşırmamalıyız; çünkü kadının karşılaştığı gerçeklik tam da bu. Kendini ne kadar ifade ederse etsin asıl arzuladığı tanımaya (recognition) ulaşamamak, erkek bakışının kalıplarından kurtulamamak (bu erkek entelektüel seviyesi epey yüksek olan biri olsa bile).
Laura Mulvey’in tezine göre zaten çoğu film bu erkek bakışı (male gaze) üzerine kodlanıyor. Baktığını egemenlik altına alıp onu tanımlama yetkisine sahip olan bu bakış, kadını nesneleştirmekle kalmıyor, zamanla kadının içselleştirdiği ve kendine mal ettiği bir şey haline geliyor. Yani aslında tek başına “erkek bakışı” bakan erkeği özne bakılan kadını nesne durumuna sokarak güç ilişkisinin dominant tarafını belirlemiş oluyor. İktidarı her seferinde yeniden üreten bu bakışa meydan okumanın yolu ise başka türlü bakabilmekten geçiyor: hep düz bakmaktan vazgeçip yamuk bakarak kısırdöngüyü kırmaktan.
Zizek’in “Yamuk Bakmak” adlı kitabında irdelediği bu bakış filmde de yerini buluyor. Odadan aldığı ilhamın tükendiğine inandığı ve hikayesine devam edemediği noktada, Seligman’ın bakış şeklini değiştirmesi önerisiyle karşılaşan Joe, duvardaki çay lekesine yamuk baktığında bir silah görüyor ve hikaye devam ediyor. Kısırdöngüyü kırma alternatifi olarak sunulan bakışın nesnesi olan silah, filmin sonunda patladığında bakışı değiştirmese de yok etmiş oluyor. Filmin sonunda patlayan o silah aslında daha önce de patlamıştı, Jerome çocuğunu Joe’ya karşı silah olarak kullanmaya kalkıp başarılı olamayınca da patlamıştı ki hatırlarsanız çocuğunu pek düşünen Jerome annesi onları terk ettikten sonra çocuğu başka bir aileye veriyordu.
Trier bir röportajında filmlerin ayakkabının içine kaçan taş misali rahatsız edici olması gerektiğini söylüyordu. Ayakkabının içindeki taş küçük olsa bile her adımda hissettirir kendini. Hatta bazen onu çıkarttığınızda o kadar küçük olmasına şaşırırsınız. Nymphomaniac da ayakkabının içindeki taş misali rahatsız ediyor. Ama filmdeki gerilim “açık” sahnelerden değil, sosyal yaşantının insandan talep ettikleri ve insanın zevk arayışı arasındaki gerilimden besleniyor. Bu nedenle belki de filmin yasaklanma sebebi o sahnelerden ziyade “başka bir kadın”ın mümkün olduğunu izleyicilere hatırlatıyor olması; Trier’in bir anlatma aracı olarak kullandığı seksi, “muktedir”ler de dikte ettikleri toplumun zorlama dengesini muhafaza etmek adına araçsallaştırıyorlar. (AA/ÇT)
[1] COGITO – Derrida : Yaşamı Yeniden Düşünürken
[2] Yücedoğan, G., & Çoban, B. Kadife Karanlık-21. Yüzyıl İletişim Çağını Aydınlatan Kuramcılar.
[3] Zupančič, A. (2000). Ethics of the real: Kant, Lacan. Verso.