Benim Duygu'm, bana mesleğimi öğrettiği, beni cesaretlendirdiği, hayata bakışıma bir başka renk kattığı, yaşadıklarımı paylaştığı, yaşadıklarını paylaştığı, sırdaşım olduğu, 12 Eylül sonrasının karanlığından sonra tanımadığım bir dünyaya beni buyur ettiği, düşündüğü gibi yaşadığı, içten, samimi, yalansız dolansız ve adaletli olduğu, benim kişisel tarihinde özel bir yeri olduğu için benim olan Duygu.
Ben ikisini de ama ikincisini daha çok sevdim.
İlk karşılaşma
Kafamda, benden daha deneyimli gazeteci arkadaşlarımın verdiği, "Gazetecilikte birkaç yıl sürünmeyi, hatta bir süre bedava çalışmayı göze al" ve "yayın yönetmeni yazını beğenmezse buruşturup kafana atar" bilgisiyle ama bir yandan da deli gibi bir gazetecilik yapma hevesiyle onunla ilk karşılaştığım gün, arkadaşlarımın verdiği bilgiler aklımdan gitti, gazetecilik hevesim ise daha da arttı.
Sosyalistler dışında hemen hemen kimseyle sosyallik yaşamamış benim gibi birini, Duygu Asena ve onun dünyası sorgusuz sualsiz, yadırgamadan ve güler yüzle buyur etmişti.
Gazeteciliği kafama hiç kağıt filan fırlatmadan, tersine parlak bulduğu en küçük bir yazımı bile överek öğretti bana.
İşe başladığım gün, bir ay deneme süresi olduğunu, bir ay sonra ise kadrolu olacağımı söylemişti.
Duygu Asena'yla birlikte çalışırken kadrolu olmak, 212'den kadrolu olmak, üç ayda bir ikramiye almak, zamanı gelince sarı basın kartı almak gibi bugün neredeyse tedavülden kalkan avantajlara sahip olmak demekti.
Bir ay sonra yanına çağırdı ve "Senin için deneme süresi bitti. Seninle çalışacağım ama seninle birlikte işe başlayan kimi arkadaşlarınla ilgili süreye ihtiyacım var. Senin hakkın, istersen hemen kadrolu yaparım ama dersen ki, 'arkadaşlarım bu durumdan incinebilir, onları bekleyeyim,' o zaman iki ay daha beklersin."
Aslında tercihi bana bırakırken ne yapmam gerektiğini de öneriyordu. Dünyaya, soyut bir hak, hukuk içeren adalet gözlüğüyle değil bambaşka bir adalet penceresinden baktığını ilk o gün fark ettim ve onu ilk o gün çok sevdim.
Sonraları
Sonra daha da çok sevdim. O benim, bizim yöneticimizdi. Ama aynı zamanda da her sabah, ayrı geçirdiğimiz akşam saatlerinde ne yediğimizi, ne içtiğimizi, ne yaptığımızı, ne rüya gördüğümüzü paylaşacak kadar yakın arkadaşımızdı.
Bizim dergi toplantılarımız adeta bir "bilinç yükseltme grubu" gibiydi. Önerdiğimiz konuyla bağlantılı konuşmaya bir başlar, laf lafı bir açar, bazen yarım günlük bir toplantı üç gün sürerdi.
Hazırladığımız bir yazıyı odasında okuyup dışarıya çıktığında o yakın arkadaşımız, bizim için birden kız lisesi müdürüne ya da bir yarışma jürisi başkanına dönüşüverir, ağzından çıkacak "güzel olmuş" sözcüğünü heyecanla beklerdik.
Gündüzleri çalıştık, konuştuk, geceleri gezdik... Birlikte heyecanlarımızı, üzüntülerimizi paylaştık. Çoğunlukla o, bazen de biz birbirimize akıllar verdik. Bizi üzenleri birlikte çekiştirdik.
Sonra biz de büyüdük
O düşündüğü gibi yaşardı, biz düşündüğümüz gibi yaşamayı öğrenmeye çalışırdık. Sonra biz de büyüdük.
Büyüyünce onu daha çok takdir ettim. Belki daha az görüşebildim ama daha çok sevdim. "Kadın dayanışması", "özel olan politiktir", "bedenimiz bizimdir" gibi feminist slogan ve yaklaşımları diline dolamadan ama yaşayarak gerçekleştirdiğini daha iyi fark ettiğim için, Işık Yurtçu'yla dayanıştığı için, Pınar Selek'in duruşma salonunda karşılaştığım için, basın camiasında dimdik durduğu ve meslektaş dayanışmasını gerçekleştirdiği için, bir araya geldiğimizde sanki yine her gün birlikteymişiz gibi aynı yakınlıkla sarılabildiğimiz konuşabildiğimiz için, çok sevdim.
Onunla tanışmamız, aslında tanışmamız sözcüğü yetersiz, onun hayatıma girmesi tam yirmi yıl oldu. Önce kesintisiz sekiz - dokuz yıl yan yana, aslında yan yana da eksik kaldı, iç içe bir çalışma, sonra seyrelen görüşmeler ama hiç bitmeyen bir sevgi, hiç bitmeyen bir yakınlık ve yirmi yıllık bir arkadaşlık...
Sadece çok sevdiğim bir arkadaşım olduğun için değil, bir kadın olarak kendimi tanımama, hayatımı sorgulamama, mücadele etmeme katkıda bulunduğun için, bütün kadınlar adına güle güle Duygu Asena... (FK/BA)