Uzun süredir büyük bir kaybın yasındayım.
Bir yandan acının büyüklüğünü henüz kavrayamıyorum; coğrafyasını çıkarıyorum hala.
Öte yandan suçluluğun ciğerimden yakalaması… Hatalarım, köşeliliğim, kendimi anlatmak / nasıl algılandığımı anlamak / başkasını anlamaktaki beceriksizliklerim…
Bir yandan, pişmanlıklar, keşkeler…
Öte yandan insanların şaşırtıcı anlayışsızlığı, acımasızlığı, kötülüğü.
Hele ki taziye kültürümüzün berbatlığı, hele şu “bu da sizin sınavınızmış” sözü…
Zaten, kalmışım o sınavdan ben?
Herkeste kafasını çıkarmaya hazır “Bitse de gitsek” yılanı, verili süreyi kullanmak arzusunu kibirli görmeye dönüşüyor.
Evvelden dokunan türkü şimdi bağrımı deliyor: “Ah evladım, yaram indi derine…”
***
Yine de bir şeyler yapmaya çalışıyorum işte.
Bir sarmalın dibine düşmemek için terapi, kimyasallar, okumalar, eşimle, arka-daş’larımla konuşmalar…
Çocukluktan beri gömüp unuttuklarımı hatırlamak, büyüdükçe neyi neden yaptığımı anlamaya çalışmak işe yararmış; onların peşinde savruluyorum, ipi elimden kaçan uçurtmamın arkasında koşar gibi.
Bir taraftan anlamak için hırpalarken kendimi, diğer taraftan parçaları sonra nasıl toplayacağım kaygısındayım.
Kelebek filminde Steve McQueen rüyasında bir çölde ilerler, ölmek üzereyken bir mahkeme kürsüsü bulur karşısında. Sorar: “Suçum ne?” Yargıçlar yanıtlar: “Harcanmış bir hayat!”
Bu kadar kötü değil elbet; ama dünyaya ve hayata dair anlamları epey bir elden geçirmem gerek.
İlk terapist bana “senin yolun uzun” demişti. Galiba başlardayım; bir ilerlemeden söz edilebilirse…
***
Hayır Ardam; kavganın kıymeti azalmadı. Hayır diyebilenlere, gözünü kırpmadan bedel ödeyenlere, insanlık onurunu söndürmeden taşıyanlara hürmetim de öyle.
Ama senden sonra olup bitenler bir acı perdesinin ardında hep…
Dünyayla sahici temasım az.
Denebilir ki, uyuşukluğu çözen hemen hemen tek şey, babaları anımsamak.
Gezi’de, Roboski’de, 10 Ekim’de, Suruç’ta katledilen insanların babalarını. Öldürülen kadınların, sokakta vurulan, çatışma yüzünden gömülemeyip üç gün evdeki soğutucuya koyulan kızın, kirli savaşlarda harcanan fidanların, Ceylan’ın… Ceylan’ın o gözleri…
Babaların acısı benimkinden büyük. Analarını anlamaya kalkışamıyorum.
Bu bir ferahlık değil ama silkinme sağlıyor.
Benimki isyansız; içimde adaletsizlik koru yanmıyor; derdim sadece kendimle.
Onlarınki… Yaşadıkça, dünyanın özüyle beslenip kaynayan birer ateş topu olacak içlerinde.
Bilgisini sadece onların tattığı bir dünyanın halkı onlar.
Türküyü onlar devam ettiriyor:
“Hele bakın zalımın eserine,
Seni yakan eller kırılsın oğul”
-----
Kendi hakikatim böyle iken, izlediğim bir görüntü beni allak bullak etti bugün.
Kendisini çembere alıp hakaret eden, linç eden insanlara, “Kimsin sen!” diyenlere “BEN BİR İNSANIM” diye bağırıyordu Suriyeli genç…
*Videonun tamamını buradan izleyebilirsiniz.
Bir gün öğrencilere sormuştum: ABD'de ırkçılık var diyorsunuz, güzel; de, mesela bir sabah uyandığınızda sokakların siyahlarla (Böyle demek de ötekileştirme değil mi? Hay benim beyazlığıma…) dolduğunu görseniz acaba nasıl tutum alırdınız? Bu düşünce deneyini yaşıyoruz şimdi.
İzledikten sonra alışkanlıkla sıradan faşizmin nasıl büyüdüğünü, gerçeğin muktedirlerce nasıl çarpıtıldığını, … Derken, olayı kendime böyle diller kurarak anlattığımı fark ettim. Sonra bıraktım bu soyutlayarak analiz etmeleri, nesnel, sosyolojik okuma çabasını.. Savunma mekanizması aslında biraz da bunlar. Duygulardan kaçmak için. O yüzden geçtim bıraktım, onlardan önce ne hissettiğimi anlamaya çalıştım: Hissettiğim öfkeydi. Yaralı bir hayvan gibi kalmıştı çemberin içinde, alçakça arsızca saldırırlarken.
Tepkilerini bir türlü doğru yere yöneltemeyen, nefretini sömürgenlerin ezip yok ettiği insanlara yöneltmek yerine ezenlere kusmayı beceremeyen, insanlıktan çıkıverdiklerinin farkına varmayan, hoyrat, nobran insanların ortasında kalmıştı. O insanlara müthiş bir öfke duyuyordum. Oraya ışınlanıvermek istedim, o çocukla linç oluncaya kadar dövüşmek istedim. Yerimizin onun yanı olduğunu bilmek iyi hissettirdi; hani, duygudaşlarımızla birlikte güneşe düşüp yok olunacaksa, olalım der gibi.
***
Ama sonra birden, duygularıma kapıldığımı fark ettim.
Boyumu ne kadar aşsa da, yapıp ettiklerimle ne kadar çelişse de, böyle büyük laflar söylemeye cesaret ettirecek duygular.
Ama asıl, kendimi kaybettiren, öfkelendiklerime dönüştüren duygular.
Hani benim “anlamak gerek” laflarım?
İnsanların hakikat-ötesi denen bu çağda sağduyularını nasıl kaybettikleri saptamalarını nasıl da beğenip hoşgörü vaaz ediyordum hani?
Nerede kaldı “Başka türlü bir dünya mümkün”?
İçimdeki şiddetten ürktüm.
Nietzsche’nin “uzun süre uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakmaya başlar” sözü…
Duyguların benliği nasıl boyayıverdiğini ayırt edemeyince, haklı’nın kendisi o eleştirdiği haksız’a zalim’e dönüşebiliyor her an. Kadim akla-uydurmalar cepte zaten.
***
Duygular elbet bizi insan yapan; sadece düşünceler değil. Ama dilimiz de var bizi insan yapan; hem duyguları hem de düşünceyi etkileyen. Doğru dili kurduğu için etkili olmadı mı Marcos? Ya da Ufuk Uras nasıl kavramıştı hem akılları hem yürekleri, ilk zamanlar? “Cem Uzan daha iyi kavramıştı, %8’e bakılırsa” ya da “R. Tayyip Erdoğan çok daha iyi” denebilir, ki doğru; en azından sayısal olarak. Ama sadece belagat mi ihtiyacımız olan? Gerçekliğin bilgisine sahip olanlar sadece bunu dillendirmekle mi yetinmeli, yoksa politik öznenin diliyle hakikatlere de mi değmeli?
Bir arkadaşım “insanları kırmamak için harcadığın çabayı onları anlamak için harcasan keşke”, dedi bana. Terapistime sordum: Anlamak ne demek? Hem karşındakinin nasıl biri olduğunu, hem de sana karşı duygularını, düşüncelerini, beklentilerini anlamak, diye yanıtladı.
Sahi ya… Neredeyse 18 olan kızımı anlıyor muydum, misal?
Hiç de beylik laflar olmadığı, Anlama’nın A’sından başlamam gerektiği…
***
Diğer yandan, toplumu anlama halimiz nasıl diye düşündüm.
Kimselere güvenemediği için kararsızlık yaşayıp aşı olmayı erteleyenleri, sağlık hizmeti alamayınca ya da sunulanı beğenmeyince şiddete başvuranları, alternatif tıbba yönelenleri, hırsızlık yapan göçmenleri sahiden anlıyor muyuz?
“Suriyeliler evlerine gitsin, şiddet uygulayanlara bir daha bakılmasın, aşı olmayanlar kapatılacakları yerde ne halleri varsa görsünler, …” Evet; insancıllık bir yana, pragmatik bile değil. Acınası aslında. Taraftar bulmuyor olsa, komik bile denebilir.
Ama acıyıp oturmak, “hepsi cahil, üçkağıtçı, hatta gerizekalı” deyip küçümsemek de hem kibirli, hem ötekileştirici.
Anlamayan.
Sorunlardan böyle kurtulacağını sanan çocuk akılları aşağılamanın ötesine geçebiliyor mu dilimiz?
Dünyanın lanetlileri aç sınıfın lanetini anlayabiliyor mu?
Anlamak için hep birliktelik ihtiyacı.
Birlikte anlama çabasının hepimizi dönüştürücü gücü.
Yeni bir dille kendi büyük anlatımızı kurabilmek böyle mümkün gibi.
O zaman Marcos olmasak da olur sanki.
***
Bir de şunu fark ettim: O görüntüleri izlediğimde bizi insan yapan cevher bir pırıltısıyla nasıl da kendi hakikatimden sıyırıp yukarıdakileri düşündürtüverdi bana?
Demek, dünyayla sağalmak mümkünatı olan bir şey olabilir?
Tabii önce (yoksa önce değil birlikte mi?);
şu meşhur ‘kendimizi tanımak, kendimizle barışmak, kendimizi sevmek, kendimizin en iyi arkadaşı olmak’ sözlerinin sabit bir kendilik cismini kasdetmediğini,
bunların bencillik değil önkoşul olduğunu,
bu işlere girişmeden ezber lafların, pratiğe dökülemeyen kuramın ötesine geçip başka bir dünyayı sahici savunmanın / kurmanın zor olduğunu, nihayet anlamaya başlamak, işe yarayabilir?
***
Sonra bilincine varmak:
Bir yandan ‘dünyayı diyalektik materyalizm açıklıyor’ derken kafanın içinde Kantçı olmak, hakikatlere pozitivizm duvarlarının üstüne çıkıp bakamamak, daha da kötüsü bunun farkında olmamak ne acı…
(Söylediklerimi duyunca içimdeki Kant kötü kötü baktı bana.
Evet: Hatalarım/keşkelerim kendimi inşa etmeye çalıştığım şeylerle, söylemlerimle örtüşmüyor.
Hatta belki de hata dediğim şeylerden mürekkebim esasen.
Fakat: Onca koşulsuz buyruğuyla kaskatı yahu adam!
Bir itekleyebilsem hınzırca…
Ya da en iyisi şöyle demek galiba: “Eyyy çocukluk yaralarımızın üstüne terbiye’yle oturtulmuş ve daha da kalkmamış Efendi! Bana ve de dünyaya akılla ve kuralla nizam intizam vermeye kalkıştığın yetmedi mi? Ahlakçılığından da, habire gözetlemenden de usandım! Sen böyle bakarken kötü dediğim bir şeyi bile hakkıyla yapamıyorum. Hatta çoğu şeye hakkını veremiyorum. Harcıyorum hepsini, avucumdan kayıp gidiyor. En başta kendi hayatım!
O yüzden, dinle beni şimdi: Bundan sonra iyi’yi sen değil ben/biz kuracağız!
Ha, bir de: ‘İyi’ öyle kafamıza kakıp durduğun kutup yıldızı gibi sabit bir şey değil; her gün yeniden kurulabilen bir şey! Felsefede seni aşalı çok oldu; içimizde de dünyada da aşacağız!)
***
Sonrası içinse korkmaya gerek yok: İnsanlığın cevheri her zaman orada; parlayıp dokunuvermeye hazır.
Halkların kardeşliğini, zalimin kim olduğunu hatırladıkça isyan doğru yerlere akacak.
Umut hep var!
Çünkü BİZ BİRER İNSANIZ!
(MC / HA)