Baştan peşin söyleyelim, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti daha önce atılmamış adımlar attı gerçekten dini azınlıklar konusunda - yani "Müslüman olmayan azınlıklar", Türkiye'nin Lozan Antlaşması'ndan "anladığına göre" tek dini azınlık grubu.
Gayri Müslim demek bile artık kolay değil. Hatta bir Hıristiyan din adamının eleştirisini dikkate alarak Devlet Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği'nin tüm yazışmalarında "Gayri Müslim" yerine "Farklı inanç grupları" kavramını kullanma kararı aldıklarını açıklamış geçen yaz medyada çıkan haberlere göre.
Tabii bu arada, bir yandan da Lozan Antlaşması'nı senelerce yanlış ve işine gelerek kısıtlayıcı yorumla azınlıklara karşı kullanmaya devam eden bir devlet çarkı işlemekte.
Ak Parti senelerce Yargıtay'ın 1974 yılında verdiği o meşum kararına dayanarak çeşitli vesile ve mazeretlerle taşınmaz mallarını ellerinden alan devlet politikasına ve Meclisteki tüm milliyetçi muhalefete (Cumhuriyet Halk Partisi+Milliyetçi Hareket Partisi) rağmen 2002'de Vakıflar Yasa'sını değiştirdi ve bir nebze de olsa bu eski uygulamanın ne menem bir şey olduğunu kabul etmiş oldu.
Tabii 1974 öncesi yapılanları buraya sığdırmak çok zor maalesef. 2002'den beri tam üç kez değişmiş olan Vakıflar Yasası azınlık mallarının bir kısmının iadesi ile ilgili kısmi bir ilerleme olmuşsa da yine de yıllarca yapılan haksızlıkları tam gidermekten çok uzak.
Yasada bazı taşınmaz mal kategorileri yasa kapsamında tutuldu, mazbutaya alınmış vakıfların mallarının büyük bir kısmı iade kapsamı dışında tutuldu, bu yasada yeri olmadığı söylenen üçüncü şahıslara "devredilmiş/satılmış" taşınmazlar için ise hiçbir yasal düzenleme yapılmadı hala.
Türkiye'nin en eski bilinen tarihinden beri bu konularda asla yerinden kıpırdamayan iktidarlarla karşılaştırıldığında, Avrupa Birliği (AB) uyum yasaları yönünde yine de bu iktidar azımsanmayacak adımlar attı. Bu konular açıkça tartışılmaya başlandı. Bunlar hep olumlu ve ufuk açan gelişmeler oldu.
Duraklama dönemi
Son üç dört yıldır ise (bu yıl sayısını isteğe göre genişletebilirsiniz) hükümet adeta duraklama dönemine girmiş durumda azınlık politikalarında. Geniş anlamda kapsayıcı ve kalıcı bir din ve inanç özgürlüğü ve azınlık hakları politikaları benimsemek yerine, belli azınlık konularında bazı "güzel jestler" yapıp durumu seneler içinde bu jestlerle idare etmek üzere yeni bir "idare-i maslahat" politikası icat etti hükümet.
Hal böyle olunca, uygulamada bir sürü keyfi durumlar ortaya çıktı, bazıları dava konusu oldu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) kadar gitti. Açık ve net özgürlükler getirmeyen mevzuatı, gerek çeşitli devlet kuruluşları, gerekse zaten bu konularda tarihi tavır ve uygulamaları hiç değişmemiş olan yargı istediği gibi kullanmaya devam etmekte.
Mesela, 2003'de İmar Yasasında yapılan ve reform denilen bir değişiklikle "cami" yerine "ibadet yeri" denmiş ve Avrupa Birliği ve uyum yasalarını takip eden topluluklar ve çevreler tarafından alkışlanmıştı.
Ancak aradan geçen yedi yılda bu yasanın uygulandığı pek görülmedi. Bir istisna dışında sadece de facto olarak varlığını sürdüren Protestan ve Yehova Şahitleri'nin ibadet yerlerine hiçbir belediye resmi olarak izin vermedi bunca yıl. Hiçbir belediyenin il ve ilçe sınırları içinde bu gruplar için onaylanmış yer bulunamadı!
Ve bu belirsizlikten ve siyasi kararlılık eksikliğinden faydalanan "yüksek" yargılar da bu ibadet yerlerini izinsiz bulduğu için kapatma kararlarını vermeye devam etmekte. Protestan toplumunun 2010 yılında din ve inanç özgürlüğü açısından yaşamış olduğu sorunları anlatan raporda pek çok benzer örnek bulabilirsiniz.
Yani kısacası son yıllarda hükümetin azınlık politikalarına "saldım yetersiz mevzuatı çayıra Mevla'm kayıra" tavrı hakim oldu ve gerek idarede gerek yargıda negatif uygulamalar devam etti.
Dolayısıyla ne azınlık hakları, ne de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) Türkiye'nin uymakla yükümlü olduğu, din, inanç ve vicdan özgürlüğü bağlamındaki 9. Maddesi tam anlamıyla hayata geçti.
AİHM kararlarını uygulamada endişe verici şekilde geciken dokuz ülkeden bir olduğunu daha yeni açıkladı Avrupa Konseyi.
Daha önce de belirttiğimiz gibi "güzel hareketler" kapsamında Van Akdamar Adasındaki Ermeni Surp Haç Kilisesi restore oldu, bazı azınlık mensubu din adamlarına çalışma izni ve yurt dışından gelenlere TC kimliği verildi. Trabzon Sümela Manastırındaki Rum Ortodoks ayini 80 küsur sene sonra ilk defa yapılabildi. Yıllarca el konan ve çürümeye bırakılan Büyükada'daki Rum yetimhanesi AİHM kararıyla geri verildi (gerçi AİHM kararı zaten uygulanmak zorundaydı!).
Mutlaka bunlar olumlu hareketler olmakla birlikte, Türkiye ne dini azınlıklarına ne de diğer din ve inanç gruplarına kalıcı ve kapsayıcı özgürlükler sağlanmadı.
Hükümet sadece doğru zamanlanmış noktasal jestler üzerine kurdu politikalarını. Ne bu toplulukların ruhban adamlarının yetiştirebilmeleri için hayati olan ruhban okullarının açılmasını sağlayacak adımlar attı, ne de mesela Ermeni cemaati durumunda oldu gibi kendi patrik seçimleriyle ilgili kararı kendilerine bıraktı; ne eğitimdeki ayrımcı uygulamaları ayıkladı; ne de nefret söylemi ve nefret suçlarının giderilmesinde gereken yasal ve diğer önlemleri aldı.
Derin yürek yarası haline gelen siyasi cinayetlerden, ailelerinin, sivil toplumun ve avukatların çabalarıyla canlı tutulabilen Hrant Dink'in cinayet davasında da, Malatya'da acımasızca katledilen üç Hıristiyan'ın cinayet davasında da dört yıldır eldeki tetikçilerden öteye sorumlu bulunamadı.
Hatta bu iki dava Türkiye'de şimdiye kadar olayların perde arkası hiçbir başka siyasi cinayette olmadığı kadar ayan beyan ortada olmasına rağmen.
Özellikle Hrant Dink'in öldürülmesiyle ilgili bu dört yıl içinde bir TBMM raporu ve bir de Başbakanlık Teftiş Kurulu raporu yazıldı ve bu iki rapor da cinayetin önceden herkesin istihbarat birimleri tarafından bilindiğini ve ortada ihmal olduğunu söyleyen raporlar.
Hükümetin bakanları, başbakanı ve hatta en son sabrı taşan cumhurbaşkanı bile gidişattan memnuniyetsizliğini ve mahcubiyetini dile getirdi. Ama böyle bizim gibi düşünmek onların sorumluluğunu ortadan asla kaldırmıyor.
Bakalım 14 Eylül 2010 AİHM kararı nasıl uygulanacak?
Bu örnekler sayılmakla bitmez. Ve ayrıca bu yazının kapsamı dini azınlıklarla da tutulmayıp Alevilerin, Caferilerin, Şafilerin, Bahailerin ve diğer tüm din ve inanç gruplarının ve azınlıkların ve çoğunlukların da sorunlarıyla daha da sayfalarca uzayıp gidebilirdi. Ama konumuz gereği bir de şu son örneğe bakalım şimdi.
Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırına neler oluyor?
Ancak bu yazının amacı ve başlığı, "dağınık" bırakılan azınlıklar konusuna dikkat çekmekti. Bir yandan attığı olumlu adımların sonucu aldığı alkışların keyfini yaşayan hükümet, aynı zamanda Midyat'ta tüm dünyadaki ve Türkiye'deki Süryanilerin en kutsal yeri olan Turabdin'deki 1600 yıllık Mor Gabriel Manastırının "kurtlar vadisine" bırakılmış haline ve orada olan bitenlere gözünü ve kulağını kapatmakta.
Oysa hükümet 2008'de bölgede başlayan kadastro çalışmaları sonrası bu tarihi ve kutsal manastırı oradaki korucu köy aşiret reislerinin insafına bıraktığını gayet iyi biliyor.
Ki bu korucu aşiretin bir ferdi olan Süleyman Çelebi, TBMM'de AK Parti milletvekili olarak oturmakta. Tabii aslında sadece Manastırın değil, o bölgedeki diğer Süryani Ortodoks, Yezidi veya - haydi biz de Baş Müzakerecimizin dediği gibi "farklı inanç grupları" diyelim bari - diğerlerinin mallarına mülklerine göz ve el konulmasına da seyirci kalmakta hükümet.
Yoksa burada yargıyı suçlayarak "bağımsız yargı" böyle buyurdu denmesini kabul mu edelim nihai olarak? Şu anda Manastırın ruhsal ve maddi varlığını kıskaç altına almış pek çok dava hala devam etmekte; Yargıtay aşamalarında davalar.
Haydi diyelim yargı olumsuz kararlar verdi veya verecek belki de, ve korucu başı aşiretlerin şerrinden korkan kadastro memurlarının dediklerini onaylayacak, ama peki ya Hazine'nin ve Orman İdaresinin de bu vesile ve mazeretle 1600 yıllık manastırın topraklarına dava açmasına ne demeli?
Bildiğimiz kadarıyla Hazine yargıya değil devlete ve hükümetin tasarruflarına bağlı.
Hadi diyelim ki bütün dünyadaki Süryanilerin, Avrupa Birliği üye ülkelerinin, diğer ülkelerin, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD), Türkiye'nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi'nin ve bütün bu ülkelerdeki parlamenterlerinin son üç yıldır bu mahkemelerin kapısını aşındırdığını duymayan kalmadı ama denebilir mi ki hükümetin bütün bakanlarının ve bölge milletvekillerinin bu olanlardan haberi yoktu? Hazine davalarını hazine avukatları kimseye çaktırmadan gizlice mi açtılar - diğer davalar yanında? Sadece son üç yılın AB ilerleme raporlarında da ısrarla üzerinde durulan bir konu bu ayrıca. Bu konuda kapsamlı bir çalışma yapan Dr. Otmar Oehring'in yazısına bakmakta fayda var.
Aslında son yıllarda Süryaniler üzerine, Mardin üzerine renkli yazılar, gezi turları, hafta sonu eklerinde manastır resimleri basmak yaygınlaştı, bir yandan da iyi oldu insanlar kendi memleketlerindeki kültürleri tanır hale geldi. Yoksa o fotoğraflar resimler sadece pet azınlık kapsamında "geçmişten gelen renk" tadında kaldı ve birkaç ilgili yazarçizer dışında Süryanilerin can damarlarının kesilmeye çalışılmasına topluca göz mü yumuldu?
İşte bu yüzden bu yazının başlığını böyle yazdık! Yasaların don lastiği gibi oraya buraya çekilebildiği, yargının istediği kararı vermesine açık bırakıldığı yetmezmiş gibi üstüne bir de idarenin geri kalan manastır topraklarına da dava açmasını başka nasıl açıklayabiliriz. Bunları "güzel hareketler" yanında açıklanması çok zor gerçekler olarak takdirlerinize bırakalım... (EP/EÜ)