Derinlik kayboldu, gitti. Hem öyle çaktırmadan, sinsice gitti. Bir ufuk çizgisini de yüksekliği de kaybettik. Geçmiş olsun, acımız büyük ama elden ne gelir. Artık boşuna didinmek, kazımak derinlik için; hangi gözle, hangi merdivenle bakınabiliriz, ulaşabiliriz bir yüksekliğe. Hayat karşısında verilen amansız bir meydan okuyuşla yaşamın sert darbelerinden sakınmak için kendi eksenimiz etrafında dönüp duruyoruz, ortalık toz duman, göz gözü görmüyor. Cılız bir hamle yapıyoruz görebilmek için yerin yedi kat dibinde ya da bir gökdelenin yere çakılan asansöründe yutulan insanlara doğru. Sadece o kadar.
Artık esaslı bir derinliğin içine, hayatın pergeli ölümlerle, savaşlarla, katliamlarla, depremlerle ya da herkesin kendi küçük dünyasında karşılaşabileceği türden sarsalayıcı olayların acımasız çizgileri uyarınca girebiliyoruz. Bir an için irkiliyoruz ilkin, ancak imdadımıza aşırı haber akışlarının dur durak bilmez evreninde sonsuzca büyüyen kara deliklere benzeyen sosyal ağların çınlayan ama içe işlemeyen ve hemen buhar olup uçup giden “desinler’ci usangaç ağlak” duyarlılığı yetişiyor. Bu sarmal böyle sürüp gidiyor.
Tekdüze bir dünyada geometrik bir ortalamaya mahkum olmuş gibiyiz. Soma’da, Karaman’da yeraltından çıkarılan kömürlerle yaşamı kararan, gökdelenlerin asansörleriyle yitip giden insanların acıları dahi bu simetriyi kıramıyor, hayata bakışımıza yeni boyutlar katamıyor; sadece birer görselden, sayıdan ibaret kalıyorlar. Artık kimse küçük meselelerle ilgilenmiyor, derinleşmiyor, kafasını kaldırıp bakmıyor, durup düşünmüyor, sanki ortağı olduğumuz bir sorumluluktan herkes kendi payına düşeni kusuyormuş gibi büyük laflar ediyor; ancak kimse kimseyi duymuyor, görmüyor. Belli bir yoğunluğa ulaştıktan sonra duyargaları kemiren ve sonra içi boşalan göstergeler anlamın kaybını dayatıyor. Gözün bakışımsız kalışı, derinliğini kaybedişi, körleşmesi bu olsa gerek.
Ancak, gösteri hep bu ortalamanın üzerine kurularak devam ediyor. Bu ortalamanın üzerinde kuruluyor inşaat iskeleleri ve bu ortalamanın altı oyularak çıkarılıyor o çok değerli yeraltı kaynakları. Ölen, sakat kalan bedenler doğal bir takas nesnesine dönüşerek kötücül bir ekonomiye adak olarak sunuluyor; başka bedenler alışveriş merkezlerinin vitrinlerinde ya da televizyon camından yansıyan reklamlarda birer tüketiciye dönüşsünler diye.
Sinsiyetin boyutları
Evet, artık kimse küçük meselelerle ilgilenmiyor. Yanındaki, yöresindeki insanların basit, gündelik kaygılarından çok daha önemli işlerle meşguller, fena halde bir ciddiyetle dünya işlerini takip ediyorlar.
Örneğin, Ezidiler’in perişan bedenlerinin dağlarda sürüklenişini izliyorlar ya da her gün gerçekleşen kadın cinayetlerinden birini, belki de bir mezarlığa dikilen heykelle birlikte delik deşik edilen bedenleri. Ya da ikiyüzlü Batı’nın kolonyalizminin geride bıraktığı ve hala evrensel değerler illüzyonuyla çıkarlarını pekiştirmeye çalıştığı sömürgeciliğinin kol gezdiği diyarlarda el yordamıyla direnmeye çalışan Kobane’nin bu döngüsel yıkıntılardaki çırpınışlarına yüz çevirerek egemenlerinin aynasından çarpık bir bakış fırlatıyorlar.
Gelgelelim, ortada yanıtlanması gereken sefil bir soru var: Nasıl oluyor da bu yürekleri parçalanan insanlar bir anda iktidarın dilini kullanmaya başlayarak beyni yıkanmış bir vatanpervere dönüşüyorlar ya da ekranda beliren bir reklamla birlikte rahatça arabalar üzerine konuşabiliyorlar? Belki de kendi bedenlerinde açılan yaralara, oyuklara dokunmaktan, bakmaktan kaçınmak içindir.
Neoliberal bir ekonominin gereğince borçlandırılmış insanlar olarak bir yerlerde aldandığımız, aldatıldığımız kesin ve neresinde bulunursak bulunalım tiksindiren bir evrede kapitalist bir makinenin dişlilerine katılarak bitimsiz tekrarlar dizgesinin çarklarında dönüp duruyoruz.
Üstüne üstlük düşüncenin, özellikle eleştirel düşüncenin, öğütüldüğü bu kapitalist makine herkesi proletere dönüştürüyor. Jean Baudrillard “Hızla çoğalan, aşırı şişen; ama bir türlü doğuramayan bir dünyanın bulantısı bu” demişti, Kötülüğün Şeffaflığı’nda.(1) Tıpkı sonsuzca üreyen, çoğalan ve oğullarından başka hiçbir şeye sahip olmayan Proles gibi üretim adı altında her türden anlamı yutan devasa bir imgeler evreni kurarak; bilinçten ve hafızadan yoksun birer nesneden, sayısal verilerden ibaret kaldık.
Üstüne üstlük, gitgide kabaran bilgiler, imgeler, haberler denizinde istiflenmiş yüklerimizle birlikte ne yapacağımızı bilmeden bir bulantıya tutularak bata çıka savrulup durmakta, kaybolmaktayız. Dahası; ekonomik göstergelerde, haberlerde hiçbir şey ifade etmeyen bu sayısallık, kendisini artık ayan beyan dökülen bir temsil düzeneğiyle dayatan iktidar için hala bir anlam taşıyor. Onun için hiçbir boşluk bırakmamacasına uzamı kaplıyor; HES’leriyle, muazzam boyutlara varan ve her yeri moloz yığınına çeviren inşaatlarıyla, deniz altlarına yerleştirilen tüp geçitleriyle ya da tüm dünyayı saran uydu düzenekleriyle ve her köşe başını tutan mobese kameralarıyla.
Peki, biz oradan nasıl mı görünüyoruz? Belki de bunu anlamak için T.S. Eliot’un “Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği” adlı romanının karakteri Mistah Kurtz’ü ve İngiltere Parlamentosu’nu havaya uçuracakken dehlizlerde yakalanan Guy Fawkes’ı andığı o şiirin ilk dizelerine kulak kesilebiliriz:
“We are the hollow men, we are the stuffed men.”(2)
Şiiri iki biçimde okuyabiliriz: Haybeye adamlarız, aldatılmış adamlarız. Ya da oyuk adamlarız, içi doldurulmuş. İstediğimiz anlamı çıkarabiliriz, düş gücümüze kalmış. Zaten bir tek o kaldı geride.
Düş gücü ve gösteri toplumu
Şimdi tıpkı Peter Pan gibi Neverland’e gidiyorum, dedi Suphi Nejat Ağırnaslı; bana ayrılan sürenin sonuna geldim, dedi Mehmet Pişkin; gömülmek istemiyorum, dedi Mehmet Pişkin; büyümemek üzere, dedi Suphi Nejat Ağırnaslı.
Evet, Suphi Nejat Ağırnaslı ve Mehmet Pişkin çok farklı itkilerle de olsa her ikisi de öldüler. Son sözcüklerinin, söylemek, anlatmak istediklerinin üzerine bir şeyler söylemek ardısıra bıraktıkları derin anlamların üzerlerini örtmeye yarayacaktır ama yine de düş gücünü kışkırtabiliriz.
Bugün dal budak salmış ve her birimizin bir şekilde üreticisi olduğu bir göstergeler dünyasına mahkum olmuş durumdayız. Guy Debord’un Gösteri Toplumu analizinde değindiği edilgenleştirme yöntemleriyle “bütünleşmiş gösteri” tesis edilir ki, insan bu gösterinin hem bir seyircisi hem de oyuncusu haline gelir. Böylelikle Deleuze ve Guattari’nin de üzerinde önemle durdukları medyatize edilerek bellek yitimine uğratılan medyalaşan insan ortaya çıkar.
Bu aynı zamanda, içinde yaşadığımız süreçlerin yabancılaşma değil proleterleşme olduğuna da işaret etmekte. Proleterleşme işçi sınıfına dair bir saptama değildir. Daha çok, her türden metanın yerini alan göstergeler tarafından ele geçirilen, belleksiz ve düşünceden yoksun bırakılmış edilgenliği imler. Bu edilgenliğin tek amacı düş gücünün yerine ikame edilecek olan bir arzu düzeneği içinde pazarın mutlak hakimiyetini sağlamak. Debord’un “otokratik pazar” olarak adlandırdığı bu hakimiyet ise televizyon ekranlarında yer alan sürekli sondajlayan, yoklayan ve yer yer sığ muhalif ahlakçılık taslayan haber, tartışma programlarından tutun da insanın şiire, drama, düşünceye olan o derinlerdeki ihtiyacını sömüren dizilere kadar hepsi bu otokratik pazarın kaldırım taşları olarak döşenir.
McLuhan’ın “The medium is the message” kehaneti böylece gerçekleşir ve hiçbir anlamı olmayan, hiçbir şey söylemeyen bir medya aracılığıyla gönderilen mesajlar bombardımanı altında ezilen insan öznelliğini yitirerek sadece birer tüketiciden, izleyiciden ibaret kılınacak şekilde biçimlendirilir.
Ortadoğu’yu Disneyland gibi bir savaş diyarı olarak tasarlayıp IŞİD üzerinden yeni ürettiği teknolojilerini, silahlarını deneyen egemenler için her şey bir izlence unsuru haline getirilerek anlamsızlaştırılırken aynı zamanda izleyiciler için özel olarak tasarlanmış bu kaotik dekorda iliklerine dek hissedebilecekleri bir acziyet duygusu aşılanır. Irak işgali sırasında ortaya çıkan, emperyalistlerin tanklarından yayın, haber yapan iliştirilmiş gazeteciliğe bugün ihtiyaç duyulmuyorsa eğer bu sadece teknolojik gelişmelerin sayesindedir. Yoksa ortada değişen bir şey yoktur.
İşte, böylesi bir dünyada, düşlerinde yaşattığı o var olmayan diyarların peşi sıra gitti Suphi Nejat Ağırnaslı. Seyirci kalmamak için, çocuk kalmak için, yaşanmaya değer bir yaşamı o var olmayan diyarlarda gördüğü için, düş gücünü diri tutmak için.
Böylesi anlamsızlıklar yumağının bir uyumsuzu olarak, bir örnek sürüp giden bu keşmekeşte bir medya figürüne bürünerek, ironinin en kıvrak biçimini sergileyerek, dalga geçercesine gitti Mehmet Pişkin.
Her ikisi de derin sorular düşürdüler düş gücümüze. Onları anlamlandırıp anlamlandırmamak ise düş gücümüze kalmış. (UA/YY)
Dipnotlar
1) Kötülüğün Şeffaflığı, Jean Baudrillard, Ayrıntı yayınları, Çev. Emel Abora – Işık Ergüden.
2)T. S. Eliot, The Hollow Men.