Harıl harıl didiniyorlar; koşacaklar ve terleyecekler ve yukarılarda bir yere tüneyecekler. Duvarlar örüyorlar, ki bu hususta oldukça hünerliler, çatılar çatıyorlar; bizi bir yerlere hapsetmek üzere: Ev içlerine ve güdüleme odalarına ve kıvrımlarında gezinmemizi istedikleri sığ zihinlerinin içlerine ve sandık kabinlerine. Bir çıkmazın içinde debeleniyor, önümüzde beliren kapılar ve duvarlar ardında sıradanlığın boğucu havasında bir bilinmezi bekliyoruz. Bunca kördüğüm olmuş bir ip yorgun titrek aksak adımlara dolanıp bir açmazda salınan bedenleri sımsıkı sarıyor.
Çözümü ve çıkışı güç bir muammanın içindeyiz. Bir yanda despotun geçmiş zamanların toplumsal sinsiyetini ilmik ilmik örerek büyüttüğü bir deli gömleğinin içinde zindanımsı bir yer; öte yanda, daha ilk işitildiğinde insana Kafka’yı anımsatacak bir çatının –ki oldukça metaforik, zoraki boyun eğişi çağrıştırmıyor mu?– altında zar zor nefes almaya devam edeceğiz.
Aşırı Kafkaeskleşmiş bir dünyanın içinde, daha da iç taraflarında bir yerlerde yaşıyoruz. Bilindiği üzere Kafka metinlerinde en belirgin unsur Kafka’nın mekanı ve dili kullanım biçimidir. Deneyimlenerek algılanabilecek metinlere sahip olsa da, ki gücü buradan gelmektedir, Kafka’nın; dar geçitlerden, basık odalardan, alçak çatılardan ve tavan aralarından, eğri büğrü yollardan oluşan mekanları hep bir hapsolma duygusunu uyandırır.
Öyle ki, Kafka bunu bile isteye abartarak yapar; adeta bizde bir kaçış duygusu uyandırmak ister gibi karakterlerini olabildiğince daraltılmış mekanlarda gezdirir. Biz bu mekanlarda gezerken, sürekli tablolarla karşılaşır, bir yere çarpmamak için kafamızı eğmek zorunda kalır, dar merdivenlerde yürümeye çalışırız. Neyle ve kim tarafından suçlandığımızı bilmeden labirenti andıran; bazen adliye koridorlarında, odalarında, bir köy evinde bazen de adını sanını bilmediğimiz yollarda kaybolur, önümüze dikilen kapılarda bekler durur buluruz kendimizi ya da hayvan hikayelerinde olduğu gibi bir hayvana dönüşmüş olarak.
Kafka, nasıl ki mekanı olanca daraltıyorsa, dili de belli bir daraltmayla kullanır. Burada ilginç olan, Prag’ta kullanılan kısır bir Almancayı tercih edişiyle Kafka sanki kişisel hapsolmuşluğu içinde bir çıkış bulmuş gibidir. Basık ve daracık mekanların tekrar edilen siluetlerinin yoğunlaştırılmış atmosferi aynı döngü içinde tekrarlanan, zincirleme olarak kullanılan ve aynı anlama gelen sözcüklerin yanyana dizilimiyle oluşturulan sanki yapaymış gibi duran bir dille iç içe girer.
Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından olan Kafka’da belirgin unsur özgürlük değil, kaçış istemidir; hayvanoluşta da, mekan ve dil kullanımında da verili olandan kaçış: iktidardan, babadan, kendinden, gerçeklikten, yurttan, dünyadan kaçış. Tüm romanlarını neredeyse tamamlanmamış bir yapıt olarak serimleyen bir yazarın dünya ile uyumlu olduğu da zaten düşünülemez.
Bir baba figürü olarak heyula gibi zihnimizde gezinen, memleketi bir aile gibi yönetmek isteyen Erdoğan, rejimini taçlandırıp tahtına çıkarak belki de sadece kişisel egosunu tatmin etmek istiyordur. Öyle ya, kazansa da kaybetse de rejimi iyice kökleşirken kendisi açısından değişen bir şey olmayacaktır. Muhafazakarlaşma her yanı kaplayacak, başkaldırma ve isyan ayıplı sözler kitabında yerlerini alırken gündem belirleme düşkünü despotun sözleri kulaklarımızda çınlamaya devam edecek; yoksullaştırılıp tabii kılma oyunu sürecek, bankalar ve medyalar aracılığıyla rıza üretme mekanizmaları işleyecek. Yine yollar, köprüler yapılacak, karakollar, kalekolar örülecek ve katliamlar, polis şiddeti devam edecek. Ve elbette afişleri, resimleri içinde bulunduğumuz çıkmazda gözlerimizden girerek bir kaçma duygusu iliklerimize dek işleyecek.
Hepimiz acımasız bir labirentin, korkunç bir gerçekliğin içinde gibiyiz. Belki bir an gözlerimizi yumup, sonra da el yordamıyla bir kaçışı, kurtuluşu kendi ellerimizle yaratmalıyız. Pagan zanaatkar Daedalus ve İkarus’un hikayesinde olduğu gibi. Kral Minos’un kendisinden yapmasını istediği labirente oğlu İkarus ile birlikte kapatılan Daedalus kaçmak için tüylerden ve balmumundan kanatlar yapar. Oğlu İkarus’a çok alçaktan uçarsa denize çakılacağını; çok yüksekten uçarsa da güneşin kanatlarını yakacağını söyler. Kaçış başlar; Daedalus güvenli bir şekilde Sicilya’ya varırken, İkarus’un kanatları yüksekten uçtuğu için erir ve denize düşer. Birçok edebi yapıta ilham kaynağı olan bu hikaye, mekan ve dil üzerinden birçok yazarın metinlerinde kendini gösterir.
James Joyce’un Sanatçının Genç Bir adam Olarak Portresi ve Ulysses adlı kitaplarında Stephen Dedalus olarak çıkar karşımıza örneğin Daedalus. İçine tıkıldığı labirentten çıkmayı başarabilen Daedalus’un sırrı James Joyce’un metinlerinde kendini açık eder. Gramatik yapıyı yerle yeksan ederek dili paramparça eden Joyce bir kaçış yolu bulmuş gibidir. Dili paramparça edip klasik söz dizimini bozarak bir uzam açar. Zamanı ve mekanı terk eden dilin yersizyurtsuzluğu üzerinden beden uzamda istediği gibi salınır.
Burada Kafka’nın aksine Joyce zembereği kopmuş bir saat olarak kullanır dili. Kimi kez eğip büker, tarumar eder ve yeniden oluşturur; kimi kez noktalama işaretlerini kaldırır ve hiçbir anlamı olmayan yan yana rastgele getirilmiş harflerden sözcükler türetir. Belki de her daim gerilimli, gelgitli olduğu ülkesi İrlanda’nın yıllarca İngiliz boyunduruğu altında yaşadığı o hapsolmuşluk hissinden bu şekilde kaçmak istemiştir. Birçok İrlandalı yazarda benzer özelliklere rastlanır. Örneğin Beckett, Laurence Sterne, Virginia Woolf.
Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli ve Robert Walser’ın Benjamenta Enstitüsü’nde geçen Jacob von Gunten adlı yapıtları farklı zaman dilimlerinden aynı mekan sorunsalını işlerler. Bir taşrada konumlanan Anayurt Oteli’nde Zebercet, tekdüze yaşantısında gelip gidenlerin kaydını tutarken gecikmeli Ankara treniyle gelen bir kadının oteli terk edişinden sonra içinde belli belirsiz uyanan yaşama arzusu da söner, doğduğundan beri içinde yaşadığı bir mekanda hapsolmuştur; öyle ya “dayanılacak gibi değildi bu özgürlük.”
Robert Walser’ın karakteri ise Benjamenta Enstitüsü’nde sıkı bir uşak yetiştirme okulunda müdürün cezalandırması sonucu günlük tutar. Adını tanrıyla güreşe tutuşan Yakup’tan alan Jacop von Gunten, enstitünün müdüresinin ölümünün ardından sürekli kavga ettiği müdür ile yolculuğa çıkar.
Yusuf Atılgan yazmayı bırakarak bir köye yerleşirken, Walser ise kapatıldığı akıl hastanelerinde yazdığı romanlarında microscript (minik yazı) tekniğini geliştirerek eline geçen her kağıt parçasının bir köşesine yazacaktır romanlarını. Mekana, gerçekliğe ve dile karşı iki farklı direniş biçimi.
“Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir” der, Ludwig Wittgenstein. (1) Dil felsefecisi olan Wittgenstein’e göre dil, düşünceyi örter ve böylece anlamın dile getirilmesi eksik kalır. Dil, bedenin ta kendisidir; içinde her türden iktidar ilişkisinin barındığı bir yapı olarak dil bedenin iktidar tarafından kuşatıldığı bir mekanda hapsolmuştur. Tractatus adlı eserinde “Toplam gerçeklik, dünyadır” (2) derken, Wittgenstein aslında dilin sınır bölgelerinde girdiği açmazı ifade ederken gerçeklik duvarının dilin içinde örüldüğünü söylemek ister gibidir.
Geçenlerde yirmi bir yılı ardında bırakan Sivas katliamını düşündükçe insan sormadan edemiyor. Onca yazar, çizer, müzisyen, sanatçı, düşünür bir otelde memleketin orta yerinde güpegündüz nasıl ve niçin katledildi? Belki de iktidar, kendi dilini bozan her türden sesi yok etmek üzere kurulu olduğunu bize bir kez daha fısıldamıştır.
Evet, zor yerler buralar; ancak dünyanın pek de matah bir yer olduğunu söylemek de mümkün değil. Şimdilerde yine despotun kıskacında bir labirentte geziniyoruz. Ancak, her şeye rağmen iktidarın kapısını parçalayıp dilini bozuma uğratarak ezgilerimizi kuralsızca haykıracağımız; bedeni, dili ve kendimizi yersizyurtsuzlaştıracağımız bir kaçışta direngen olmaktan başka bir çıkış yolu görünmüyor.
Dipnotlar
1) Ludwig Wittgenstein, Yan Değiniler, Çev. Oruç Aruoba, Altıkırkbeş Yayınları, sf.37
2) Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico, Çev. Oruç Aruoba, Metis Yayınları, sf.23