Yasanın 8. Maddesine göre, soruşturma sonucunda suçlu bulunanlar "suçları daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde Türk Ceza Kanununun 526. Maddesi uyarınca cezalandırılır". Bu maddeye göre de: "(...) eylem ayrı bir suç oluşturmadığı takdirde, 3 aydan 6 aya kadar hafif hapis ve hafif para cezasıyla cezalandırılır."
"Hukuk devleti" Mersin'de 20 Mart'ta Newroz kutlamaları sırasında görüntülenen "bayrak yırtan üç çocuk" olayını böyle çerçeveliyor.
Haberlere bakılırsa, olayın kovuşturulması bağlamında düzenin olağan işleyişinin aksadığını gösterecek bir durum yok. Silahlı bir polis memuru, gösteri dağılırken çocukların elinden yırttıkları bayrağı almış; çocuklar kaçmış ama "görüntülerden tespit edilen 14 yaşındaki V.S. ile 12 yaşındaki C.S." bugün (Çarşamba) gözaltına alınmış.
Peki, yasal karşılığı "hafif hapis ve hafif para cezası" ve çocuklarca işlendiği belli olan bu fiil neden üç gündür "orantısız" sözünün bile ifade edemeyeceği ölçüde bir tepki silsilesi, mübalağalı jestler; çocuğun elinden bayrak alan polise 2 yıllık maaşı tutarında ikramiyeler, yeri göğü inleten açıklamalar, medyatik telin kampanyaları, kurt başlı nümayişler doğuruyor.
Sonuçta, olay anında bayrağın yırtılması önlenmiş: Ortada bir "görev zaafı" yok. Çocuklar henüz "zanlı", ama "suçlu" olduklarını kabul de etsek, gözaltına alınmışlar: Ortada bir "güvenlik" boşluğu yok. Mitingleri düzenleyenler, "o bayrak bizim yırttırmayız," diyorlar: Ortada bir kışkırtma, bir meydan okuma yok.
Peki bunca kıyamet neden? Neden, yasa, hukuk, akıl ve sağduyu çerçevesinde "çocuk mahkemesi"ne intikal etmesi gereken bir durum böylesine büyütülüyor? Neden, bu olayı istismar ederek bir toplumsal kargaşanın çanlarını çalanları uyarma ve her şeyi olağan akışına iade etmekle görevli olması gerekenler apansız bir milliyetçi kıyamet havası estirmenin başını çekiyor. Neden, her biri ayrı ayrı "durumdan vazife çıkaran" devlet kurumları, ordu, cumhurbaşkanı, parlamento, hükümet, politik partiler üç-dört çocukla "çocuk oluyor".
Vahim değilse de çok ciddi...
Derin eşitsizlikler, haksızlıklar, adaletsizliklerle bölünmüş bir toplumda bir milyonu aşkın insanın Türkiye'nin bir çok yerinde üç gün boyunca hiçbir kayda değer şiddet gösterisine yol açmaksızın, kendilerini ve kültürlerini ifade etmelerinden geriye, "olay" diye, kala kala, üç çocuğun "hafif cezalık" fiili kalıyorsa yöneticiler hala yönetilebilir bir toplumun başında olduklarına bakarak derin bir nefes almalı değil miydi aslında?
Türkiye'yi yönetenler bilmiyorlar mı, Newroz gösterilerine katılan yüz binleri çekip çevirenlerin eğer daha önce değilse, 1999'dan bu yana, politikalarını ve davranışlarını Türkiye'nin "toprak bütünlüğünün korunması"na dayandırdıklarını, bunun "herhangi bir tercih" değil "stratejik bir mecburiyet" halinde benimsendiğini? Bütün bunlar "haftalık görüşmeler" sürecinde izlenip öğrenilmiyor ve sahiciliği "sahada" gözlemlenmiyor mu?
Şu halde asıl büyük tehlike, bunun propagandasını yapan herkes biliyor, ama bilmezden geliyor ki, "vatanın bölünmesi", Kürtler tarafından bölünmesi, tehlikesi değil.
Asıl "büyük tehlike" Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten; silahlı gücü, toplumsal-siyasal ve ekonomik kontrol mekanizmalarını ellerinde tutanların gerçeklik ve nesnellikten böylesine kopmuş oluşları; ya da, gerçeklik ve nesnelliğe dayalı bir politikayı, ultra-milliyetçi, faşist rakip ve astları karşısında savunacak siyasi kararlılıktan ve bir gelecek tasavvurundan yoksun oluşları.
Eğer böyle olmasa, Genelkurmay başkanlığı, yani 1 milyona yakın silahlı gücü yöneten, Abdullah Öcalan'ı elinde tutan, yaprak kımıldasa "istihbar eden", Türkiye'nin en gelişmiş devlet gücünün başında duranlar üç çocukla bir olup "ülke ve bayrağı koruma ve kollama, bunun için gerekirse kanının son damlasını akıtma" yemini eder miydi.
Böyle olmasa, Genelkurmay başkanlığı Türkiye nüfusunun altıda birini ilzam edecek şekilde bildiri yayınlayıp onlardan "sözde vatandaş" diye söz eder miydi?
Bu tabir, "sözde vatandaş"ın; yaşama hakkının da, konuşma hakkının da, yasa karşısındaki eşitliğinin de "sözde" olduğunu, eğer gözümüze sokmuyorsa, kuvvetle ima etmiyor mu?
Genelkurmay başkanlığının bu bildirisi, bu vatandaşların hak ve eşitliklerini tehdit etmekte şimdiye kadar" tereddüt edenlere bundan böyle "ordu arkanızda" güvencesini vermiş olmuyor mu?
Doğrusu, şimdiye değin halk arasında hala gözle görülür bir saldırganlık eğilimi doğmamışsa bunu sıradan yurttaşların sağduyusuna borçluyuz. Ancak, örneğin bu tür bir kampanyanın bir yıl daha aynı tonda ve aynı doğrultuda aşağıdan ve yukarıdan sürdürülmesi halinde durumun aynı kalacağına kimse garanti veremez...
Durum yurttaşlar arası ilişkiler düzeyinde henüz vahim değil, ama yöneticilerin toplumla ilişkisi düzeyinde artık çok ciddi. Yurttaşlarının bir bölümünü "artık yurttaş değil" olarak algıladığını topluma ilan eden ve bunu yaptığı için medyadan onay gören askeri gücün, bu tavrıyla bir dizi reaksiyonu nasıl tetikleyeceğini "bilmiyor olması" da, bunu bilerek yapıyor olması da aynı yere varıyor sonuçta: Toplum olarak çok ciddi bir kamplaşmanın eşiğine devlet eliyle itekleniyoruz.
Bugünün en önemli meselesi durumun ciddiyetini herkesten önce toplumsal ve siyasal sorumluluk sahiplerinin algılaması ve adımlarını buna göre atması. Oysa şu üç gündür Cumhurbaşkanından, parlamento dışı muhalefete kadar bütün politik güç sahiplerinin aşırı zaaf ve kırılganlık gösterdiklerini, hepsinin kendi sağındakinden geri kalmama refleksiyle davranmakta olduklarını gözlüyoruz. Böylece yöneticilerin algı ve davranışlarına bir anda "ülkücü" standartlar egemen oluveriyor.
İktidarı ve güç sahiplerini denetleme, eleştirme ve uyarma işlevini toplum adına yüklenmesi gereken medyanın durumun ciddiyetini değerlendirip herkesi aydınlatacak yayınlar yapmak yerine genel olarak "yangına körükle gidişi"yse durumun ciddiyetini iyice artırıyor.
ABD'yi dövemeyen Kürtleri dövüyor
Eğri oturalım doğru konuşalım: Bugün kim Türkiye Kürtleri'ne karşı nefret, düşmanlık, kin, husumet teşvik ediyorsa, onun, karnesindeki dış başarısızlığının faturasını "iç düşman"a havale etmeye çalıştığından emin olabilirsiniz.
* Sovyetler Birliği'nin yıkılması sonrasında ekonomik ve kültürel yoksulluğuna bakmaksızın "bölgesel güç olma" palavralarına dayalı hükümetler üstü dış politika çizgisinin topyekun iflasının sorumlusu Kürtler mi yoksa, ABD'den sağladıkları askeri güçle ABD çıkarlarına meydan okunabileceği hayallerine kapılanlar mı?
* 30 yıldır uluslararası hukukun hiçe sayılabileceği varsayımına dayalı "Anadolu coğrafyasına sıkışamayız" iddiasını sürdürdükten sonra Kıbrıs'ta kapana kısılınmasının sorumlusu Kürtler mi yoksa bu adayı kendi mülkü sananlar mı?
* Ulusal onuru inciten Avrupa Birliği üyeliğine aday ve onların bütün standartlarını karşılamaya ve sözleşmelerini benimsemeye talip olan ama Brüksel ittirmedikçe hiçbir şey yapamayanlar mı yoksa Kürtler mi?
* 300 milyar dolar iç ve dış borçla, bölgede nüfuz ve fütuhat siyaseti izlenebileceği hayalinin karaya oturmasının sorumlusu Kürtler mi yoksa başka ülkelerin sınırları içinde "kırmızı çizgiler" çizen, devlet siyaseti mi?
Türkiye'nin egemenleri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin (SSCB) çöküşü sonrasında Soğuk Savaş statükosunun yerine boş laf dışında ne koyacaklarını bilememenin bedelini, ABD'nin doğrudan bölgeye el koymasıyla ödemeye başladılar.
Eskiden Washington'un dolaylı-dolaysız onayını kazanan sınır ötesi iddialar ve bunlara dayalı bölgesel egemenlik pratiklerinin sonuna gelindi.
Türkiye'nin egemenleri SSCB var olduğu sürece meşru sayılan "otoriter demokrasi"nin yerine, çok kültürlü ve çok sınıflı bir toplumun dengelerini taşıyacak bir yeni demokratik açılım gerçekleştirememiş olmanın da bedelini ödüyorlar.
Küresel güç dizilişinde desteğine muhtaç ve borçlu oldukları uluslararası güç ve kurumlardan, Washington ve Brüksel'den her şaplak yediklerinde dönüp Kürtlere, yoksullara, kadınlara bir tekme atmak, Türkiye'nin egemenlerine basiretsizlik ve politikasızlıkları yüzünden yitirdikleri bölgesel konumları asla iade etmeyecek.
Ama, son on yılda toplumsal ve politik dengelerin yoksullar, ezilenler, ihmal edilenler ve dışlananlardan yana bir nebze olsun kıpırdamasından infiale kapılanların milliyetçiliğin "meşrulaştırıcı" söylemiyle intikam saldırılarına girişmelerine cesaret verecek.
Bu olasılığın gerçeğe dönüşmesini önlemek, toplumsal sorumluluk sahibi herkesin karşısındaki en önemli iştir artık, eğer Kavgam okurlarının karşısında dilsiz kalmaya razı olmayacaklarsa! (EK)