1983 Mayıs'ında 'zorunlu devlet hizmeti' için kura çekmeye gittiğimde cezaevlerinde psikiyatri uzmanı çalıştırıldığını bilmiyordum. Bu nedenle torbadan "Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü Gaziantep Özel Tip Cezaevi" çıkınca çok şaşırdım.
Bu işin dönüşü olur düşüncesi ile Sağlık Bakanlığı'nın koridorlarında birkaç gün dolaştıktan sonra öğrendim ki bu bir 'devlet politikası'ymış ve gitmekten başka yol yokmuş. Önce Adalet Bakanlığı'na uğradım, dönemin Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü beni hemen kabul etti ve 'devlet politikasını' ayrıntılı bir şekilde anlattı. Karar dönemin ihtilal yönetimi tarafından alınmış, amaç siyasi mahpusların ıslah edilip topluma kazandırılmasıymış.
Siyasi mahpuslar yeni yeni yapılmakta olan özel tip cezaevlerine nakledilecek ve burada özel programlar uygulanacakmış. Bu amaçla bu cezaevlerinin kadrolarına psikiyatri uzmanlarının yanı sıra psikologlar, öğretmenler ve ilahiyatçılar dâhil edilmiş.
Haziran 1983'te çaresiz Gaziantep'in yolunu tuttum. Özel Tip Cezaevi henüz inşaat halindeydi, Cumhuriyet Savcısı Adalet Bankalığı ile yaptığı görüşmeden sonra beni E Tipi Cezaevi'ne yolladı. Orada birkaç ay hiçbir iş yapmadan oyalandım. Cezaevi savcısı ve müdürün psikiyatri uzmanının ne yapacağına dair herhangi bilgileri yoktu.
İşin ilginç tarafı kadrolu bir psikiyatri uzmanını olmasına rağmen psikiyatrik rahatsızlığı olan mahkûmları Adana Ruh Sağlığı Hastanesine sevk ediyorlardı. Daha ilginç olan Gaziantep ve çevre iller Adıyaman, Kahramanmaraş ve Urfa'da Devlet ve SSK hastanelerinde tek bir psikiyatri uzmanı yoktu ama ben E Tipi Cezaevi'nin çardağında gün boyu oturup gazete ve kitap okuyordum.
Yer değiştirmek için yaptığım tüm girişimler boşa çıkınca ve Adalet Bakanlığı'na görevimle ilgili yazdığım yazılar cevapsız kalınca askere gitmeye karar verdim. "Kader" demek gerekir herhalde, yedek subaylık kurasında Hava Harp Okulunu çektim ve o zaman İstanbul'daki tek asker psikiyatri uzmanı olan Nusret Kaya bir yıllığına ABD'ye gidince beni Metris Askeri Cezaevi'nde görevlendirdiler.
Benim Metris'te görevlendirildiğim dönemde seçimler yapılmış Özal başbakan olmuştu. Cezaevlerinde sert uygulamalar devam ediyordu ama hükümet de Avrupa kaynaklı eleştirilerle karşı karşıyaydı. Özal, Türkiye'yi dışarıya açmak için askeri yönetim uygulamalarının hafiflediğini ispatlamaya çalışıyordu ve bunun için Avrupa'dan gelen heyetlerin cezaevlerinde inceleme yapmalarına izin vermeye başlamıştı.
İşte benim apar topar Metris'te görevlendirilmemin esas nedeni de buydu. Metristeki tektip elbiseye direnme eylemleri açlık grevine dönüşmüştü, tektip elbiseyi giymeyi reddeden mahpuslar mahkemelere don ve fanila ile gidiyorlar, bu durum da 'istenmeyen manzaralar' oluşturuyordu.
Komutanların benden istedikleri, uzmanlığımı kullanarak mahpusların direncini kırmamdı. Ben görevli subaylara "komünizmin tedavi edilecek bir hastalık" olmadığını anlatıyordum ama bir başka psikiyatri uzmanı Turan İtil'in başkanlığında yapılan araştırmada siyasi tutuklu ve hükümlülerin çoğunun sosyopat olduğunun anlaşıldığı iddia edilmiş ve bir büyük gazete bunu manşetine taşımıştı.
12 Eylülcüler için çok şey söylenmiştir, bunların gerici, faşist ve diktatör oldukları ortak kabuldür. Ancak bunların pozitivist, sosyal Darvinci, Aydınlanmacı, modernist oldukları hep gözden kaçırılmıştır. 12 Eylül'ün mantığında, modernleşme yolundan sapmış olan siyasal düzenin onarılması ve toplumun yola getirilmesi vardır. 'Atatürk milliyetçiliği' ideolojisine sıkı sıkıya bağlı olan 12 Eylülcüler için de "en hakiki mürşit ilimdir"; toplum ilim ışığında yeniden düzenlenecektir.
Önce en zararlı olanlar yargısız infazlarla ortadan kaldırılmış, bu arada hiçbir il, ilçe ve hatta köy ihmal edilmeyerek çok sayıda insan gözetim altına alınmış, bunlara akıl almaz işkenceler uygulanarak, gücün ve otoritenin ne olduğu gösterilmiştir. Ayrıca "bir soldan bir sağdan" seçilerek insanlar ibret olsun diye idam edilmiştir.
12 Eylülün ilk yıllarında 'siyasi suçlular' için işletilen mantık, bilinen/klasik suç ve ceza mantığıydı. Buna göre muhalifler normal insanlar' değildir. Toplumun bu normal olmayan insanlardan koruması gerekmektedir, onun için çok sayıda insan cezaevlerine konulmuş, kapatılmıştır.
Her ne kadar Evren "Asmayalım da besleyelim mi?" demişse de bu kadar çok sayıda insanı asmak mümkün olmamıştır. İşte burada bir Gladio projesi olan İtalya ve Almaya'da Kızıl Tugaylar ve Kızıl Ordu Fraksiyonu üyeleri için yapılan uygulamalar imdada yetişir.
"Demokrasiden saptığı için" Türkiye'nin Avrupa Konseyi üyeliği askıya alınmıştır ama Gladio'nun araya girmesi ile ihtilalcıların İtalya ve Almanya'ya gönderdiği heyetin -bu heyetin içinde acaba psikolog ya da psikiyatri uzmanı var mıydı?- bu uygulamaları incelemesine izin verilir. Bundan sonra Diyarbakır Cezaevi başta olmak üzere birçok cezaevinde daha bilimsel bir şekilde yargısız infazlar ve işkenceler başlamıştır; tektip elbise uygulaması da bu döneme rastlar.
Bütün bu işlerin TSK bünyesindeki Özel Harp Dairesi tarafından yürütüldüğünü biliyoruz. Kurulduğunda adı Seferlik Tetkik Kurulu olan Özel Harp Dairesi başlangıçtan beri ABD'li subaylar tarafından yönlendirilmiştir. Türk Gladiosu'nun kalbi olan Özel Harp Dairesi nin yürüttüğü gayri nizami harbin esas unsurunu psikolojik savaş oluşturmaktadır. 12 Eylülden günümüze cezaevleri bu çalışmaların en önemli alanını olmuştur. Cezaevleri üzerinden bütün bir toplumun terbiye edilmesi ve dönüştürülmesi söz konusudur.
F tipi cezaevlerinin prototipi olan özel tip cezaevleri 12 Eylül'ün ilk yıllarındaki kıyımlardan kurtulabilenlerin toplanacağı kurumlar olarak tasarlanmıştı. Sadece siyasi mahkûmların konulduğu özel tip cezaevleri tek ve dört kişilik hücrelerden oluşmaktaydı. Eğitim ve ıslah işini cezaevi kadrosuna dâhil edilen psikolog, psikiyatri uzmanı, değişik dallardan öğretmenler ve ilahiyatçılar üstlenecekti.
Ayrıca her hücreye televizyon konulmuş, cezaevlerinin kapalı devre televizyon düzenekleri kurulmuştu. Seçilmiş/zararlı olmayan kitaplardan oluşmuş 'zengin' kütüphaneler vardı. Özel Tip Cezaevlerinde iki tip görevli vardı; birincisi, cezaevi infaz görevlileri ve dış güvenlikten sorumlu askerlerdi, bunlar, klasik zindancı kafası ile bildikleri yöntemleri uyguluyorlardı.
Disiplin, sayım, arama, işkence, hücre cezası ile yıldırmaya, bıktırmaya ve teslim almaya çalışıyorlar, "devlete baş kaldıran bu anarşistleri adam ediyorlardı", yani bunlar kötü polislerdi. İkinci tip görevliler bizlerdik, öğretmenler ve ilahiyatçılar öteden beri cezaevlerine geliyor, isteyen mahkûmlara eğitim veriyorlardı, ama psikolog ve psikiyatri uzmanları yeniydi. Aralık 1984'te tekrar Gaziantep'e dönünce cezaevi yönetimlerince hiç de iyi karşılanmamıştım, özellikle mahkûmlarla yalnız görüşme isteğimden rahatsız oluyorlardı.
Bir keresinde cezaevi yönetimi ile sorun yaşayınca konu Savcıya aksetti. Savcı işin içinden çıkamayınca Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürünü aradı. Oradan "Doktor, mahkûmlarla istediği gibi görüşsün, işine karışmayın, hatta cezaevi personeli uygulamalarında mutlaka psikiyatri uzmanına danışsın" cevabı gelince, savcı, bizi toplayarak, "Herhalde yine Avrupa'nın işi, hele böyle gitsin bakalım, nasıl olsa bu hevesleri geçer" diyerek ortamı yatıştırmaya çalıştı.
Nedense Bakanlıkta söylenenler hiçbir zaman bir program haline dönüştürülmedi, defalarca yazışma ve yüz yüze görüşmelere rağmen, bu yeni ekibin ne yapacağı, nasıl çalışacağı hiçbir zaman kurallara bağlanamadı. Ben şahsen Gaziantep Özel Tip Cezaevi'nde kendime göre çalışmaya başladım.
Sorunları nedeniyle başvuran mahkûmlara kişisel psikiyatrik yardım veriyordum. Bu arada cezaevindeki 'zindancı uygulamalar' dolayısıyla yöneticilerle sık sık karşı karşıya geliyorduk. Koruyucu ruh sağlığı hizmetleri adı altında uygulamalara karışmaya başlayınca infaz görevlileri ve jandarma ile aramızda sıkıntılar çıkmaya başladı.
başka bir konu dolayısıyla açılan soruşturmaya beni de dâhil ettiler ve Sıkı Yönetim Komutanı cezaevinde güvenliği aksattığım için gönderilmemi isteyince zorunlu hizmetimin kalan bölümünü tamamlamak üzere Gaziantep Devlet hastanesine tayin edildim.
Benzer süreçler diğer özel tip cezaevlerinde de yaşandı. Yani savcı haklı çıkmıştı, 'heves' çabuk geçmiş, kimsenin ne olduğunu tam olarak anlayamadığı siyasi mahkûmları ıslah ederek topluma kazandırma projesi başlamadan bitmişti. Bundan sonra cezaevlerindeki 12 Eylül uygulamaları bazı yumuşamalarla birlikte devam edip gitti.
"Devlet politikası olduğu belirtilen proje niçin uygulanamadı?" sorusuna cevap ararken iki neden öne çıkıyor. Bunlardan bir tanesi 12 Eylül yönetiminde karikatürleşen devlet erkânının eski kafası, çok karmaşık olan insanların değiştirilip sisteme dâhil edilmesi projesini kavrayıp uygulamaya yetmedi. Onların 19. yüzyıl pozitivizminden mülhem bir bilimsellik ve modernleşme anlayışına sahiptiler, o nedenle bizlere "komünizmi tedavi edin" diyorlardı, yani bilim bu 'hastaları/sapmışları' düzeltsin istiyorlardı.
Asker kafası da bunun emirle olacağına inanıyordu. Aslında bu, Türk modern- leştirici elitinin kafasıdır; kendini hiç gözden geçirmeden tekrar kaba güçle toplumu istediği kalıba sokmaya, adam etmeye çalışıyordu. Bunu yapamadı; zaten bu kafanın bir şey yapma gücü de kalmamıştı.
Bu anlayış ve uygulamaların ancak yıkma gücü vardı; Türkiye'de 1950'lerden başlayarak toplumun kendini yeniden kurma arzusu ve yönelişleri 12 Eylül'de kaba güçle durdurulmuş, insanlar korkutulmuş, sindirilmiş ve bir şeyler yapabileceklerine dair güvenleri yok edilmişti. İnancım odur ki bu 12 Eylülcülerin asker kanadının görevi de burada sona eriyordu.
12 Eylülcülerin eski düzeni onarıp yola devam etmeyi amaçladıkları çok açık ama 12 Eylül hiçbir şekilde Kenan Evren ve arkadaşlarından ibaret değildi, bu müdahalenin bir de uluslar arası ayağı vardı.
Eylül'ün uluslar arası destekçilerinin amacı Türkiye'yi neo-liberal dönüşüme eklemlemekti, yani dünyada kurulmakta olan 'yeni düzene' Türkiye'yi hazırlamak. O nedenle 12 Eylül'ü 24 Ocak (1980) karalarından bağımsız düşünerek anlamak mümkün değil. Bu bakımdan 12 Eylül ün asıl aktörü Kenan Evren değil, Turgut Özal'dır. Daha doğrusu, Kenan Evren yıkmıştı, dağıtmıştı, yıldırmış ve sindirmişti, yeniden kurma görevi ise Özal'ındı.
Esasen Türkiye halkı 12 Eylül öncesinde yaşanan çatışmalarla çoktan 'yılana sarılmaya' razı edilmişti; nitekim 13 Eylül sabahı insanların büyük çoğunluğu derin bir oh çekmişti. Ne var ki 12 Eylül'ün baskıcı uygulamaları insanları kısa sürede yağmurdan kaçıp doluya yakalanma durumuna düşürmüştü. Bu sefer de doludan kaçmak için 1982 Anayasası'nın dar kalıplarına girmeyi kabul etmek zorunda kalındı.
24 Ocak kararları alınırken başbakanlık müsteşarı olan Turgut Özal aynı zamanda DPT'nin de başındaydı. Özal, 12 Eylül Hükümetinin de ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısıydı. 1983 yılında Türkiye 'demokrasiye' geçerken başbakan olarak yine bu Özal'ı seçmişti; yani 24 Ocak kararları açısından tam bir süreklilik vardı.
"Teşebbüs, inanç ve fikir hürriyeti" sloganı ile iktidara gelen Özal ilk yıllarında sıkı bir ekonomik, sosyal ve siyasal liberalizasyon programı uyguladı, Türkiye toplumu o zamana kadar hiç alışık olmadığı bir biçimde özgürleşiyor' ve bunun tadını çıkarıyordu.
Bu arada dünyada da özgürlük rüzgârları esiyordu; Sovyetler Birliği dağılmış, 'tarihin sonu' ilan edilmişti. Bir taraftan da dünya ve Türkiye 'terörle tanışıyordu. Bu anlamda ABD'nin değişik ülkelerdeki üslerine yapılan saldırılar ve PKK'nin 1984'deki Eruh baskını önemli olaylardır.
Bu olaylar ile birlikte kurulu düzenin düşman ve düşmanla mücadele konseptleri değişmiştir. İlginçtir, Türkiye bu sürece bir adım önde girmiştir, dünyanın 11 Eylül saldırı ile birlikte yaptıklarım Türkiye 1990 yılların başlarında yapmıştır.
Özal tam da bu sırada 12 Eylül'ün yaralarını sarma iddiası ile, aynı zamanda çok sayıda siyasi tutuklu ve hükümlü için af anlamına gelen, TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerini kaldıran 12.04.1991 tarih ve 3713 saydı Terörle Mücadele Kanunu'nu (TMK) çıkarır. O günleri çok iyi hatırlıyorum; çoğumuz bu yapılanları ayakta alkışlamıştık.
Oysa bu Türkiye toplumu için bir dönüm noktasıydı. Daha sonra yapılan müdahalelerle tahkim edilerek daha da sofistike hale getirilen TMY ile yeni bir yargılama usulü ve infaz rejimi geldi, 'muhalif', 'siyasi suç' ve 'siyasi mahkûm' kavramları yerini 'terör suçu' ve 'terör nitelikli hükümlü' kavramlarına bıraktı.
TMK ile Türk Ceza Kanununda tanımlanan birçok suç (125, 131, 145,146, 147, 148, 149, 150, 151, 152, 153, 154, 155, 157, 169, 384 ...) 'terör suçu' kapsamına alınıyordu. Ayrıca Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 9 uncu maddesinin (b), (c), (e) bentlerinde yazılı suçlar da 'terör suçu' olmuştu. Ancak TMK'nun esas esprisi bunlar değildi,
TCK'nin 141, 142 ve 163. maddeleri yürürlükten kaldırılarak görünüşte düşünce suç olmaktan çıkarılıyordu ama Özal'ca bir kurnazlıkla kanunun 7. ve 8. maddeleri ile "Terör örgütü mensuplarına yardım edenlere ve örgütle ilgili propaganda yapanlar ile Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı ve sözlü propaganda ile toplantı, gösteri ve yürüyüş yapanlara, fiilleri başka bir suç oluştursa bile ayrıca bir yıldan beş yıla kadar hapis «^«"getiriliyordu. Bundan sonra bu ülkede başbakan dâhil pek çok insan, düşüncelerinden dolayı hüküm giymeye devam etti.
Bu arada, Türkiye mahpushanelerinin prestijli mahpusları olan 'siyasiler' de tarihe karıştı. Artık 'terör suçluları' vardı ve TMK'nın 16. Maddesine göre bu kanun kapsamına giren suçlardan mahkûm olanların cezaları, tek kişilik veya üç kişilik oda sistemine göre inşa edilen özel infaz kurumlarında infaz edilecektir. Burada 'hücre' yerine 'oda' kelimesinin kullanılmasında politik psikoloji merkezi çalışanlarının katkısının olup olmadığını bilemiyoruz.
Öngörülen yüksek güvenlikli tek ve üç kişilik hücrelerden oluşan cezaevleri ancak 10 yılda hazır hale getirilebildi, Özal bu cezaevlerinin hazırlanmasını göremedi. 'Terör nitelikli' tutuklu ve hükümlülerin bu cezaevlerine nakilleri Türkiye'de ciddi krize neden oldu. Tuhaftır, anlamlı bir rastlantı olarak, ekonomik krizle cezaevleri krizi eşzamanlı gelmişti.
Ne ilgisi var diye düşünenler olacak ama 'çözümler' de eşzamanlı ve benzer şekilde oldu. TBMM, Kemal Derviş yasaları ile Hikmet Sami Türk yasalarını aynı tarihlerde çıkardı. Derviş yasaları malum, hani o "15 günde çıkmazsa Türkiye batar" diye dayatılan 15 yasa, Türkiye'yi neo liberal dünya sistemine eklemleyen 'yapısal' düzenlemeler.
Derviş yasaları ile nasıl "bozuk, hantal, çağdışı ve işlemez" hale ge(tiri)len Türkiye ekonomisi 'onarılarak' dünya sistemine eklemlendiyse, Hikmet Sami Türk yasaları ile de, "artık yönetilemeyen, ıslah etmesi şöyle dursun, suçlu/terörist üreten", Türkiye infaz sistemi küresel güvenlik konseptine uyduruldu. İşte Hikmet Sami Türk yasaları ile TMK'nun 16. Maddesine ilave edilen hükümler:
"Bu kurumlarda hükümlüler, işledikleri suçlara, kurumdaki davranışlarına, ilgi ve yeteneklerine göre gruplandırılarak, güvenlik bakımından tehlike yaratmadığı ölçüde, kendileri için hazırlanmış 'iyileştirme ve eğitim programları' çerçevesinde eğitim ve spor, meslek kazandırma ve işyurdu çalışmaları ile diğer sosyal ve kültürel faaliyetlere katılırlar. Programların süresi ve katılacak hükümlülerin sayısı, her programın özelliği, güvenlik koşulları ve kurumun olanakları dikkate alınarak belirlenir, iyileştirme ve eğitim programlarının amaca aykırı sonuçlar verdiği tespit edilen hükümlüler yönünden bu uygulamaya son verilebilir veya gerekli değişiklikler yapılabilir. Haklarında kınama dışında disiplin cezası uygulanan hükümlülere bu ceza kaldırılıncaya kadar açık görüş yaptırılmaz. Bu kurumlarda cezalarının en az üçte birini iyi halle geçiren veya 25.3.1988 tarihli ve 3419 sayılı Bazı suç Failleri Hakkında Uygulanacak Hükümlere Dair Kanun ve değişikliklerinden yararlanan hükümlüler, diğer infaz kurumlarına nakledilebilirler. Bu kanun kapsamına giren suçlardan tutuklananlar da birinci fıkrada gösterilen şekilde inşa edilmiş tutukevlerinde muhafaza edilirler. İkinci fikra hükümleri tutuklular hakkında da uygulanır."
Buna göre F tipi cezaevlerinden başlayarak Türkiye cezaevlerindeki mahkûmlar tek ve üç kişilik odalarda tutulacaklar, spor alanları, kütüphane ve iş yurtlarından oluşan ortak kullanım alanlarına ancak 'treatment/iyileştirme' programlarını almayı kabul ettikleri takdirde çıkarılacaklardı.
'Siyasiler/muhalifler' için 'treament/iyileştirme/ıslah'ın anlamının, muhalif olmaktan vazgeçme, yola gelme, otoritenin dayattığı gibi düşünme ve davranma olduğu açık. Özel tip cezaevlerinde psikiyatri uzmanları ve psikologlardan istenen buydu.
Ne var ki bu uygulanabilir bir proje değildi; bunu yapacak uzmanlar bulunsa bile sonuç almak o kadar kolay değildi. Nitekim sonuç alınamadı ve proje akim kaldı. F tiplerinde bu ameliye kişilere bağlı olmaktan çıkartılarak bir sistem haline getirildi. Hiç kuşku yok ki bu sistemin oluşturulmasında politik psikoloji uzmanları'ndan destek alınmıştır.
Hücreye kapatılarak tecrit edilme elbette ciddi bir durumdur, ama burada asıl üzerinde durulması gereken, hücreden çıkarılmanın maliyetidir. Hücreden çıkmaya karar verdiğiniz an, sadece anormal, sorunlu, hasta, sakat, terörist' olmayı değil, bunlardan dolayı 'ıslah/tedavi' edilmeyi de kabul etmiş oluyorsunuz.
Hücrede iken özgürlükleriniz elinizden alınır, insanlarla temasınız yok, kimseyle konuşamıyorsunuz, dahası korkuyorsunuz, başınıza bir şey ge(tiri)lse sesinizi hiç kimseye duyuramayacaksınız. İşte tam da bu durumdayken 'itiraf edin, teslim olun ve ortak kullanım alanlarına çıkın' diyorlar.
F tipi cezaevleri, odaları/hücreleri ile bilinir ama buralarda esas olan ortak kullanım alanlarıdır. Mekân ve işleyiş olarak bütünüyle sizin normalleşmeniz ve yararlı bir mahkûm/ yurttaş olmanız için düzenlenmiş olan ortak kullanım alanlarına çıktığınızda başka ve daha etkili/yıkıcı bir tecridin içine giriyorsunuz.
Doğru, diğer insanlarla bir aradasınız, ne var ki, serbest değilsiniz, onlarla temasınız, yönetimin koyduğu kurallar çerçevesindedir, bu çerçeveden çıkarsanız derhal hücreye konulma tehdidi ile karşı karşıyasınız. Bu bir çıkmazdır, insanın insan olma halinden "izole" edilmesi, nesneleştirilmesidir.
Bu şekilde nesneleştirilen mahkûmlar, sadece sistem için tehlike olmaktan çıkmıyor, aynı zamanda ucuz işgücü haline de geliyorlar. Cezaevlerinde spor alanları, okuma odaları gibi ortak alanlar da mevcut ama esas olan iş yurtlarıdır. Binlerce metrekarelik alanlar ayrılan iş yurtlarının zaman içinde özelleştirilerek çokuluslu şirketlere devredileceği ve buralarda atölye ve fabrikaların kurulacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Biraz hayal gücü ile tüm dünyanın yavaş yavaş F tipine dönüştürüldüğünü iddia edebiliriz. Bu anlamda F tipi, sadece mahpuslar için değil derece derece tüm insanlar için öngörülen bir sessizleştirme ve dâhil etme projesinin pilot uygulamasıdır.
Küresel F tipi ise şöyle kuruluyor: Tarihin sonuna gelindi, insanoğlu için en doğru ve iyi olan bulundu. 'Liberal demokrasi'nin en doğru ve en iyi olduğu, tek değerlendirici olan 'kutsal bilim' tarafından ifade ediliyor. Liberal demokrasilerde, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi değerler de var ama tayin edici olan 'serbest piyasadır.
Demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri istemek yeterli değildir, bunları, yanlarına toplum bilimci, ruh bilimci, siyaset bilimci, ... adı ile bir sürü uzman toplayan egemenlerin anladığı gibi anlamalısınız. Bu da yetmez, en birinci uzmanlar olan iktisatçıların, düzenlediği piyasalara inanmalısınız. Serbest piyasa "Allah birdir" hükmündedir, serbest piyasa ile ilgili en küçük bir falsonuz sizin uğursuz şeytan ilan edilmeniz için yeterlidir.
Artık her an, her yerde kurulmuş olan F tipi cezaevlerine alınabilir, hücreye konulabilirsiniz. Evet, F tipleri her yere kuruldu; üniversitede, bürokraside, medyada, siyasi partilerde, sivil toplum örgütlerinde,... hatta evinizde bile F tipleri vardır. En önemlisi, F tipleri insanların kafalarında kuruldu. Eğer tekfir edilmiş bir muhalifseniz tecrit edilmekten kurtulamazsınız; size bütün kapılar kapatılır, üzerinize kilit üstüne kilit vurulur.
Tecritten çıkmanın tek yolu var, tövbe etmek, ancak o zaman ortak kullanım alanlarına girebilir, üniversiteye, bürokrasiye, medyaya, sivil topluma, hipermarkete, ... dönebilirsiniz. Döndüğünüz anda da nesneleştirme süreci başlıyor, piyasanın dişlilerinden biri oluyorsunuz, artık sistemin yanlışlığını sorgulayacak sizin olan bir aklınız yoktur.
Zararsız hale getirilmiş- sinizdir ama bu yeterli değil, işleyen sisteme yararlı birer yurttaş olmalısınız. Bunun için de piyasa ile bir bağlantı kurmanız gerekir, size sunulan nimetleri(!) tatmaksınız. Örneğin, bankalara gidip 20 yıl vadeli konut ya da araç kredisi almalısınız. Bu şekilde neo-liberal mekanizmaya kalıcı bir şekilde demir atmış/dâhil edilmiş oluyorsunuz.
Artık isteseniz de muhalif olamazsınız, çünkü muhalefet kriz demektir, kriz ise batmanız anlamına geliyor. Bundan sonra ömrünüzü neo-liberal mekanizmanın sağlığı ve selameti için dua etmekle geçireceksiniz. İşte kafanızın içine kurulan F tipi budur.
İçeride ya da dışarıda olun F tipi mantığı değişmez; yönetimin/iktidarın/egemenlerin doğru bildiğini reddedenler 'sorunlu/hasta' mahkûmlar/yurttaşlardır, bunların 'iyileştirilmeleri/ıslah edilmeleri' gerekir. Modern zamanlardan kalma olan sürekli kapatılma ve tecritte mantık, 'normallerin korunmasıydı, şimdiki post-modern mantık 'sorunlu' olanların iyileştirilip dâhil edilmeleridir, o nedenle 'kapatılma ve tecrit', sadece 'treatment/iyileştirme'yi kabul ettirmenin aracıdır. (MB/EÜ)
_________________________________________________________________________
* Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu'nun makalesini Türkiye Psikiyatri Derneği Bülteni'nden alıntıladık. Yılda üç kez yayınlanan bültenin son sayısının dosya konusu "30. Yılında 12 Eylül: Toplumsal Bir Travmanın Güncel Sonuçları". Bekaroğlu, İstanbul Ticaret Üniversitesi Psikoloji bölümü öğretim üyesi.