Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden Doç. Dr. Zeynep Gambetti'nin Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 35. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Huzurunuzda bulunmamın sebebi bir metne atılan imzadır. Bir imza atmaktan dolayı “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlanmaktayım. Bu suçlamanın kabul edilemez olduğu benden önce savunma yapan yüzlerce meslektaşım tarafından dile getirildi. İddianamenin niyet isnat etmek dışında maddi bir dayanağı olmadığı, anayasal olarak güvence altına alınan ifade özgürlüğünü ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin imzalamış olduğu uluslararası anlaşmaları hiçe saydığı defalarca anlatıldı. Ancak bugüne kadar iddianameye dair somut veriler ışığında ortaya çıkarılan hata ve eksiklikler hiç bir mahkeme heyeti tarafından dikkate alınmadı. Ben “kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması” ifadesini aynen alıntıladığım şekilde kullanan bir metne imza attım. Yani, şiddetin kalıcı bir biçimde son bulması çağrısını destekledim. Böylesi bir çağrının şiddet kullanmayı teşvik edecek şekilde propaganda yaptığı savının, bırakınız hukuk teamüllerini, en temel mantık kurallarına dahi aykırı olduğunu düşünüyorum.
18 yılı aşkın bir süredir Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. Bu zaman zarfında öğrendiğim, öğrettiğim ve ürettiğim bilgilerle çelişebilecek davranışlar içine girmemeyi prensip haline getirdim. Doğruluğuna ikna olduğum fikirler ile günlük konjonktürün dayattığı davranış şekilleri arasında her zaman ilkine sadık kalmaya çabaladım. Aksi takdirde kendimle yaşamam mümkün olmazdı. Çıkar veya iktidar ilişkilerinin cazibesi yüzünden yalpaladığım her günün sonunda aynada kendi gözlerimin içine dürüstçe bakabilmenin yegane yolu buydu benim açımdan.
Tam da bu yüzden 2015 yazından itibaren Güneydoğu’da yaşanılanlara duyarsız kalmam düşünülemezdi. Barış Akademisyenleri duruşmalarında mutat kez dile getirildiği üzere, devletin çok yoğun yaşam alanlarına ağır silahlar kullanarak düzenlediği operasyonlar sırasında oluşan hak ihlalleri ve sivil ölümleri görmezden gelmek demek, insanlığımdan feragat etmek anlamına gelecekti. Buzdolabında veya kaldırımda bekletilen cansız bedenler, günlerce temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakılan sivil halk, hastaneye ulaşımları engellenen hasta ve yaralılar hakkındaki haberleri büyük bir hayret ve dehşet içerisinde okudum, izledim. Bunlar öyle korkunç ve gerçeküstüydü ki, inanmakta dahi zorlandım. Benim açımdan dönüm noktası, 3 Ocak 2016’da Diyarbakır Suriçi’nde evinde yemek yerken duvarı delen top mermisi yüzünden can veren 3 çocuk annesi Melek Apaydın oldu. Oturma odasının ortasında yıkıntılar arasında kalmış sininin fotoğrafları bugün bile aklımdan çıkmıyor. Öylesine günlük ve olağan bir yemek vaktinin bedenin parçalandığı ana dönüşmüş olması iç ürpertici bir hisse kapılmama yol açtı. “Bu yemeğin başına oturan ben de olabilirdim” demekten kendimi alamadım.
Ancak benim nezdimde yaşanılanlar bir insanlık dramı olmanın ötesinde, kurumsal ve toplumsal anlamda birçok zafiyete işaret ediyordu. Yaşamın her an ölüme dönüşebileceği, ölüme karşı güvencemizin olmadığı, devletin de bunu sağlayamadığı tespitinden yola çıkarak, Barış Çağrısı’na siyaset bilimci kimliğimle imza atmamın sebebi budur.
Bu zafiyetlerden ilki, devletin nasıl bir kurum olduğu ile ilgilidir. Siyaset bilimi ve siyasal düşünceler tarihi derslerimizde öğrencilerimize şunu anlatırız: nihai şeklini modern çağda alan ve insan haklarına bağlı demokratik hukuk devleti adını verdiğimiz kurum ve güçler bütününü herhangi başka bir örgütlenme şeklinden ayıran en önemli özellik kendi koyduğu kural ve ilkelere bağlı kalma yükümlülüğüdür. Elinde tuttuğu güç potansiyelini kullanabilecek çeşitli başka örgütlenmeler de vardır en nihayetinde. Örneğin çete veya mafya adını verdiğimiz gruplar kendi çıkarları peşinde koşabilir ve iradelerini başkalarına zor yoluyla empoze edebilirler. Hukuk devleti ise tanımı gereği halk için ve halk adına vardır. Kendi çıkarları peşinde koşamaz, aksi takdirde meşru olamaz. Firavunluk veya sultanlık da bir devlet şeklidir, ancak bunlardan farklı olarak demokratik hukuk devleti yaptığı her düzenlemede şeffaf olmak ve kamuoyuna hesap vermekle yükümlüdür, zira egemenlik devletin değil, milletindir. Hukuk devleti elbet çelişki ve sorunlar da barındıran bir kavramdır. Ancak bir devlet kendini böyle tanımlıyorsa, esas olan vatandaştır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Devleti anayasasının başlangıç ve genel esaslarında “egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” belirtilmektedir. “Kısasa kısas” anlayışı, bir hukuk devletinin vatandaşlara karşı takınabileceği bir tavır olmamalı, devletin güvenliği vatandaşların güvenliğinin önüne geçmemelidir.
“Yaşam hakkı” adını verdiğimiz hak, demokratik hukuk düzeniyle yönetilen bir devletin vatandaşa bahşettiği bir lütuf olamaz. Böylesi bir düzenin altında yatan temel ilke, egemenliği kullanma hakkını devlete verenin vatandaşlar olduğudur. Öyleyse vatandaşın yaşam hakkından değil, devletin neye ne kadar hakkı olduğundan bahsetmemiz daha doğrudur. Bu açıdan baktığımızda, hukuk düzenine bağlı olduğunu iddia eden bir devletin vatandaşının yaşamına zarar vermemek ve onu saldırı ve tehditler karşısında korumak gibi hem negatif, hem pozitif yükümlülükleri olduğu açıktır.
Güneydoğu’da 2015 Ağustos’undan beri ilan edilen sokağa çıkma yasakları ve bölgede başlatılan ağır silahlı operasyonlar tam da bu yükümlülükler konusunda birçok zafiyet içermekteydi. Hedefi ve bu hedefe ulaşmakta karşılaştığı güçlükler ne olursa olsun, devlet sivil vatandaşın can ve mal güvenliğini mutlak surette sağlayacak önlemler almalıydı.
İki örnek vermek gerekirse, İsrail’in Filistin’de yoğun yerleşim yerlerini bombalaması, silahlı örgüt ve sivil halk arasında fark gözetmeksizin gerçek mermi kullanarak nişan alması gerek hukuksal, gerekse insani açıdan kınanması gereken bir tavırdır. Keza, Suriye’nin Afrin’e operasyon düzenleme niyeti gerek uluslararası kamuoyunda, gerekse Türkiye’de o bölgedeki sivil nüfus yoğunluğundan ötürü infial uyandırmıştır. “Suriyeli çocuklar ölmesin” diye haykırmak ne denli meşru ise, Türkiye’de çocukların ölmemesini istemek de o denli meşrudur. Ancak bildiğimiz üzere Türkiye’de maalesef “çocuklar ölmesin” feryadı bile suç sayılmıştır ve halen sayılabilmektedir.
Altını bir kez daha çizmek gerekirse, benim Barış Çağrısı’na imza atmamın sebebi vicdani olduğu kadar toplumsal yaşamın asgari temelleriyle ilgiliydi. Çağrının muhatabı Türkiye Cumhuriyeti Devleti idi, zira kendi anayasasında belirtilen hukuk düzenine uyma yükümlülüğü olan ve vatandaşlık bağı ile bağlı olduğum taraf devlettir. Ayrıca faili kim olursa olsun kendi sınırları içerisinde işlenen tüm suçların sorumlularını ortaya çıkarma ve yargı önüne getirmekle mükellef olan yegane kurum da devlettir. Devletin yükümlülüklerini yerine getirmediğine dair ciddi şüpheler var ise – ki bu şüpheler ne operasyonlar sürerken, ne de bugüne kadar, yani operasyonların üzerinden tam 3 yıl geçtiği halde ne yazık ki giderilmemiştir – bunu eleştirmenin ve çözüm önerilerinde bulunmanın, benim gibi bu ülkenin vatandaşı olan herkese karşı sorumluluğum olduğunu düşünüyorum.
Tam da bu noktada ikinci zafiyete değinmek istiyorum: Güneydoğu’da yürütülen operasyonlar esnasında ne yazık ki sivil halkın yanı sıra gerçekler de kurban edilmiştir. Akademisyen olarak yürüttüğüm çalışmalardan biliyorum ki gerçeklik adını verdiğimiz olgular, yapılar ve ilişkiler çok karmaşık bir bütün oluşturmaktadır. Herhangi bir olay söz konusu olduğunda gerçekleri kavrayabilmek için olayın tüm yönlerini ortaya çıkarmak, olası tüm perspektifleri göz önünde bulundurmak gerektiğini biliriz. Her perspektif birbirini tamamlar ve gerçekliğin farklı bir yönünü aydınlatır. Ahlaki veya normatif olarak neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tartışabiliriz, ancak gerçeklik konusunda asgari ölçütlerimiz vardır. Eğer neyin gerçek, neyin gerçek dışı olduğunu belirleyemiyorsak, bu konuda bir mutabakata varamıyorsak, işte esas o zaman birbirimize değemez oluruz. Doğrularımız uyuşmayabilir, ama birimiz “böylesi bir olay oldu”, diğerimiz ise “olmadı” diyorsa, aynı dünyada yaşıyor olduğumuzdan bile şüphe etmeye başlarız. Bırakın başkalarına, kendimize daha güvenemez oluruz.
Açıktır ki bu davadaki iddia makamı da gerçekleri önemsemektedir. İddianamenin büyük kısmı, Barış Çağrı’sında devlete isnat edilen ihmal ve ihlallerin “temelsiz ve mesnetsiz” (s. 16) olduğu üzerine kurulmuştur. Örneğin, iddianamenin 7. sayfasında “betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı olduğu”, 8. sayfasında ise bildirinin “yaşanan hadiseleri manipüle etmeyi, bilgi kirliliği ve dezenformasyon yoluyla yanlış veya doğruluğu bulunmayan, kasıtlı bilgileri yaymayı” amaçladığı yazmaktadır. İddianameye göre çağrı, “kasıtlı çarpıtma” (s. 8) yoluyla “ters algı operasyonları yapmak” (s. 16) istemektedir.
İddianameyi okurken beklentim, gerçeklerin çağrıda belirtilenlerden farklı olduğunu kanıtlayan bilgi ve belgelere yer verilmesiydi. Ancak iddia metninde böylesi bir kanıt bulunmadığı gibi, çarpıtıldığı iddia edilen gerçeklere dair hiç bir rapora gönderme de yoktu. Kanımca, bunun nedeni böylesi bir raporun ne siyasi erk, ne kolluk kuvvetleri, ne de yargı tarafından bugüne dek henüz üretilmemiş olmasıdır.
Oysa çağrı yayınlanmadan çok önce, yani Ağustos 2015’ten beri Mazlum-Der, Türk Tabipler Birliği, Türkiye İnsan Hakları Kurumu, Diyarbakır Barosu, Türkiye İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (THİV) gibi kuruluşlar yerinde incelemeler yapmak suretiyle birçok rapor yayınladılar. Bunların linklerini beyanımın ekinde bulabilirsiniz. Raporların istisnasız hepsinde kolluk kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen, bir çoğu da kasıtlı olan hak ihlallerine dair kanıt ve görgü tanığı ifadeleri bulunmaktadır. Bu raporlar o dönemde basın-yayın organlarında çıkan bazı haberleri de doğrular niteliktedir.
Örneğin TİHV, TTB, Diyarbakır Tabip Odası, Pratisyen Hekimlik Derneği, ve İHD temsilcilerinden oluşan bir heyetin yayınladığı 15 Eylül 2015 tarihli Cizre Raporu’nda “çatışmalar sırasında güvenlik güçleri tarafından çevreye rastgele, kimi zaman ise sivil yurttaşlara yönelik hedef gözeterek ağır silah ve savaş̧ araçları ile ateş̧ açıldığı, çok sayıda ölüm ve yaralanmanın olduğu, ev ve iş yerlerinin tahrip edildiği” yazıyor (s. 2). Sivil halktan olan bazı kişilerin polis panzerinin içinde veya kaldırımda yatar pozisyondayken yakın mesafeden vurularak öldürüldüğüne dair görgü tanıklıkları var. Yaşlıların ve çocukların keskin nişancılar tarafından nasıl katledildiğini detaylarıyla anlatan bu raporda, polislerin hastanelerdeki doktorları tehdit ettiğine dair çok ciddi suçlamalar da yer alıyor.
Yine İHD, TİHV ve Diyarbakır Tabip Odası temsilcilerinden oluşan bir heyetin hazırladığı 20 Kasım 2015 tarihli Silvan Raporu’na göre “Operasyon sırasında yasak ilan edilen ve yaklaşık 14 bin civarında sivil yurttaşın yaşadığı mahallelere yönelik operasyon kapsamında önleyici hiçbir tedbir alınmadığı, yurttaşların temel ihtiyaçlarının (açlık, susuzluk ve enerji/elektrik ihtiyacı) karşılanmadığı tespit edilmiştir” (s. 9). Aynı raporda “Mahalle duvarlarında çok sayıda ve Türkiye bayrağı simgelerinin yoğun kullanıldığı milliyetçi, ırkçı ve cinsiyetçi tehdit içeren yazılamalar olduğu görülmüştür” deniyor (s. 4). Bu tarz hınç dolu yazılamalar o dönemde basına ve sosyal medyaya da yansımıştı. Boşaltılan evlerin yatak odalarına girilip kadınların iç çamaşırlarının dağıtıldığı, Özel Tim’in tehdit içerikli yazılar eşliğinde pozlar verdiği sosyal medyada çokça paylaşıldı.
Ulusal raporlardaki iddialar Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri, Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu), İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları alanındaki en yetkin uluslararası kuruluşların raporlarınca da desteklenmiştir. Kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullandığı, operasyonlar esnasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin negatif veya pozitif yükümlüklerini yerine getirmediği belirtilmektedir. Bunların linklerini de beyanımın ekinde bulabilirsiniz. Örneğin Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin yayınladığı memorandumda “terörün kendisinin temel bir insan hakkı ihlali olduğunun, bununla birlikte, devletin terörle mücadelesinin insan haklarına saygılı olmak ve hukuk devleti sınırları içinde kalmak zorunda olduğunun” altı çizilmiştir (s. 2). Uluslararası Af Örgütü Raporu ayrıca çatışmalar ve sokağa çıkma yasakları yüzünden yerinden edilen bölge nüfusunun yaşam haklarının ihmal edildiğine de değinmektedir (s. 5). Doğal bir afet yaşandığında yerinden yurdundan edilenler için devlet nasıl geçici barınma imkanları sağlamakla yükümlü ise, operasyonlar yüzünden göçmek zorunda kalan halkın nasıl barınacağına dair de çözüm üretmekle yükümlüydü. Oysa Güneydoğu’daki operasyonlar sırasında bölgeden ayrılmak zorunda bırakılan halk kendi kaderine terkedilmiştir. Tüm bunlar, operasyonların bölgedeki sivil halkı cezalandırmaya doğru evirildiği şüphesini ciddi biçimde kuvvetlendirmekteydi.
Sivil ölümlerin sebebi elbette ki sadece devletin kolluk güçleri değildir. Ancak bu konuda şeffaf davranmamak ve yıkılan mahalleri alelacele yeniden inşa etmek suretiyle olası kanıtları yok etmiş olmakla, devletimiz ne yazık ki kendi haklılığını kanıtlamaktan dahi kendini mahrum bırakmıştır. Bunun yerine kamu gücünü kullananların asla hukuka aykırı davranmayacağı, kasıtlı öldürme ve yıldırma gibi faaliyetlerde bulunmayacağı, hata ve ihmal olasılığının olmadığı varsayılmaktadır. Bunun aksini düşünenlerin ise doğrudan suç işlediği, teröristlerle birlikte devleti yıkma niyetinde oldukları iddia edilmiştir.
Ben demokratik bir hukuk devletinin onurunun ancak gerçeklerle yüzleşmek suretiyle korunacağına inanıyorum. Demokratik hukuk devleti eleştirilebilir, denetlenebilir ve hesap verebilir olduğu sürece onurludur. TC Devleti’nin onurunu karalayan şey Barış Çağrısı mıdır yoksa Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin 1 Şubat 2017 tarihli raporunda belirtildiği üzere Güneydoğu’daki hak ihlalleri konusunda “anayasaya ve uluslararası yükümlülüklere aykırı olarak tek bir soruşturmanın başlatılmamış” olması mı? Benim kanımca ikincisidir.
Son noktam da sadakatle ilgilidir. Birkaç yıldan bu yana kamu hizmeti veren veya kamuyu doğrudan etkileyen mesleklerde sadakatimizin öncelikle devlet kurumuna ve bunu yöneten hükümete olması beklenmektedir. Oysa ben mesleki görevimin doğrulanabilir bilgi üretmek ve bu bilgiyi korumak olduğunu, demokratik hukuk devleti düzenine mesleki açıdan yapacağım katkının bu olduğunu düşünüyorum. Üniversitenin özerk, olması ilkesini ben böyle anlıyorum. Gerçekleri görmekten ve bilmekten mahrum olmanın bizi muhakeme yeteneğinden yoksun bıraktığına inanıyorum. Muhakeme yeteneği, yaşanmış olanın açtığı toplumsal yaraları görmek ve bunları onarabilmek için elzemdir. Aksi takdirde, inkar edilse dahi toplumsal hafızada var olmaya devam edecek olan acılara karşı vicdanımızı köreltir, tutunacak ortak bir gerçekliğimiz olmadığı için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu da belirleyemez, ve haksızın yanında yer almaya başlarız. Daha da kötüsü, içinde yaşadığımız toplumdaki güven ortamına zarar verir, gelecek kuşakların barış içinde birlikte yaşama umudunu da zedelemiş oluruz.
Barış Çağrısı’nı işte bu sebeplerden dolayı imzaladım. Bu yüzden bana isnat edilen suçları kabul etmem mümkün değildir. (ZG/BK)