İstanbulluların Lüfer Bayramı’yla tanıdığı Fikir Sahibi Damaklar, kaybolan Marul Bayramı geleneğini yeniden canlandırmak için harekete geçti. Bu sene ilki yapılacak olan “Marul Bayramı”, bundan böyle her yıl Mayıs ayının ikinci cumartesisi, Yedikule Bostanları’nda kutlanacak.
Agos’un yemek kültürü yazarı Levon Bağış, “Slow Food” hareketinin İstanbul’daki topluluğu Fikir Sahibi Damaklar’ın kurucusu Defne Koryürek’le bir araya gelerek, Yedikule Bostanları’nı ve Marul Bayramı’nı konuştu.
Lüferin Bayramı’nı herkes biliyor artık, Agos okuru da Lüfer Bayramı’na oldukça aşina; şimdi bir de “Marul Bayramı” var. Bu bayramın hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?
Bir coğrafyanın üzerinde yaşıyoruz ve bu coğrafya her gün biraz daha işgal altında, giderek daha fazla şey yok oluyor. Tüm bu olan bitenin içinde aslında yok olan kendi bekâmız, kendi düzenimiz ve varlığımız. Coğrafyayla ilişkimizi de kaybediyoruz. Coğrafya sizi besleyendir. Coğrafya, sadece üzerine evini bina ettiğin değil, ekip biçtiğin, dolayısıyla kendini beslediğindir. Bu ilişkiyi kaybettiğin zaman, coğrafyanı tüketmeye ilişkin endişe de kayboluyor. Tüketmek kolaylaşıyor. Coğrafyayı başka bir şeye dönüştürme arzun artıyor. İsmini ne koyarsanız koyun, para, rant… Bunları coğrafyadan daha üste koyma şımarıklığı oluşuyor.
Dönüp baktığımızda, bu ister Kuzey Ormanları olsun, ister İstanbul Boğazı olsun, ister kaybettiğimiz tohumlar olsun, şarkılar-türküler olsun, coğrafyayla ilişkiyi kaybetmek bütün bunlarda bir çözülmeye neden oluyor. Biz de düşündük ve bunların her birine tek tek itiraz etmek yerine, adım adım ilerleyelim, kendimize semboller bulalım dedik.
Korumacılık bir anlamda uğraşların en güzeli, korumacılık elbette fanusa kapatmak değil, onu var etmeye kendini adamak… Onun varlığında kendi varlığını yansıtmak… Onun varlığını miras olarak bırakmak… Böyle bir çabaya girdiğin zaman, aslında çok yüksek bir gayretin içine giriyorsun. İnsanın çocuğuyla olan gayreti de çok farklı değil en nihayetinde.
Lüfer, yok olmanın eşiğinde bir balık, onu korumaya uğraştığında ne yapıyorsun? Ahmet Rasim’den, Boğaz’dan konuşmaya başlıyorsun, bu sana yelkovan kuşlarını hatırlatıyor. Eski dereleri, o derelerin üstünde olan su kaynaklarını, mahalle çeşmelerini, bir kültürü hatırlamaya başlıyorsun. Kaybettiklerini, koruman gerekenleri, dönüşmenin mecburiyetini hatırlayarak, durduğun yerdeki sığlığı, kuraklığı idrak edip yüzleşiyorsun. Biz, “Slow Food” olarak bu meselelere bütüncül bakmaya gayret ediyoruz; o zaman bir şehir, o şehrin bütün insanları, o şehre ait olma meselesi akla geliyor. İşe lüferle başladık ama lüferin tek olmadığını elbette biliyoruz; gün geldi, kültürümüzü bir başka taarruzun şiddetinden korumaya çalışırken Yedikule Bostanları’na geldik.
Marul Bayramı nasıl bir etkinlik? Bir kampanya mı?
Biz kutlayarak, dans ederek yapmak istiyoruz devrimimizi. 2013 Temmuzu’nda birden bire çok büyük bir hoyratlığa maruz kaldık. Bir taraftan kadınlar ekinlerini toplamaya çalışırken, diğer taraftan koca koca kepçeler bir başka inşaatın molozunu 1.500 yıllık tarım arazisinin üstüne, onun su akan kanallarının, kuyularının, toprağının üstüne boca etmekle meşguldü. Bir taraftan ayak diretiyorsun, karşı geliyorsun, ‘istemezükçü’ oluyorsun, burası bostan kalsın diyorsun… Ama bostancı, bostancı değil; tohum, tohum değil; orada üretileni kim tüketiyor, belli değil. O bostan kimin, kimin hakkını konuşuyorsun, o da belli değil. Bu olay karşısında çok çaresiz hissediyor insan. 1.500 yıllık tarım arazisi, bir kültür bitmek üzere. Benzer bir şeyi de şu an Kapalı Çarşı’da yaşıyoruz. Oranın asıl sahipleri, bugün işgalci konumuna düşürüldü ve polis zoruyla atıldı. Aynı mantık.
Ama biz ayak diretmemizi şenliklerle yapacağız. Orada bostanlarda, arkeologlarımız, mimarlarımız, tarihçilerimiz diyorlar ki, burada 1.500 yıllık bir tarih var. Burası bir açık hava müzesi, bir tarım teknolojisi müzesi. Burada iki tane tohum var, devletin kayıtlarına da geçmiş, şu anda ekilmiyor: Yedikule marulu. Biz bunu oraya ekeceğiz, bunu da orada kutlayacağız. Sonra oradan ta Çırpıcı Çayırı’na kadar, İstanbul’un bütün bahar şenliklerinin yapıldığı coğrafyayı hatırlayacağız, hatırlatacağız. Bizim yaşamımızı sağlayan coğrafyamıza sahip çıkmak istiyoruz. Çayırda çimende yeşil bir şeyi yiyerek orada sohbet etmek istiyoruz.
Marul Bayramı’nın bir de geçmişi var. Bundan da biraz bahsedebilir miyiz?
Bu bayramı biz bulmadık. Mimarlardan, sanat tarihçilerinden, tarihçilerden, arkeologlardan ve başka ilgililerden oluşan Yedikule Bostanları Koruma Girişimi’nin çalışmaları sonucunda çok güzel hikâyeler ortaya çıktı.
Bunlardan bir tanesi, 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinden bir haber. Bu haberde, Yedikule ahalisinin Marul Bayramı’nı nasıl yaşadığı anlatılıyor. Şahsen ben “Lüfer Bayramı” kavramına aşinayım, kimsenin etrafı bayraklarla donatıp Lüfer Bayramı kutladığı yok, ama eski İstanbul’un bir Lüfer Bayramı var, o da Cumhuriyet Bayramı…
Cumhuriyet Bayramı’nın kutlandığı tarihlerde, İstanbul Boğazı’ndan geçen lüferin haddi hesabı olmazmış. Marul Bayramı da böyle mi diye düşündük; ama hayır, bütün kadim kültürlerde olan baharı karşılama geleneği burada da diğer kültürlerle birleşerek başka bir gelenek yaratmış. Ermeniler, Surp Zadik’in 40. gününde Hampartsum’u kutlamak için Beykoz’dan, Beylerbeyi’nden, Sarıyer’den, İstanbul’un dört bir yanından çıkıp Yedikule’deki kiliseye gelirmiş. Bu neden diye bakarken, bir yandan bunun sadece Ermeni geleneği olup olmadığına baktık. Çünkü burası esasında ağırlıklı olarak Rumların da yaşadığı bir bölgeymiş. Bu bölgede iki toplumun da kilise ve hastaneleri bulunuyor. İki toplumun gelenekleri birleşerek, Hampartsum buradaki kilisenin gününe dönüşüyor. Burada yaşlısına, hastasına bakan, ibadet eden iki toplum, beraber baharı karşılamaya, marulların olduğu bostanlara gelirmiş. Marul güzelleri seçilir, marul yataklarında oturulur, beraber gidilip dua edilir, yemek yenirmiş.
Dedik ki, artık yapılmıyor mu? Çünkü en son haber 1938’den… Zamanla maalesef Hampartsum, kilisenin, hastanenin içine çekilmiş. Marulun peşine düşen zaten kalmamış. 60 gün gerekiyor marul için; kışın ekeceksin, sıcağı gördü mü tohuma kaçıyor. O 60 günde zaten bostancı üç kere pazı, maydanoz, lahana ekiyor, defa defa para kazanıyor. Marulu beklemeye takati yok. İstanbullu da kalmamış, marulla kapama yapan, sarmasını yapan yok.
Bizim evimizde maruldan salata yapılmazdı. Marul yıkanır, uzun uzun konulur, yemeğin sonunda yenirdi; o en kıymetli yeri cücük kısmı da çocuklara verilirdi. Yedikule marulu öyle küçücük uyduruk bir şey değil, 8 kilo gelirmiş yarışmaya soktukları zaman.
Marul Bayramı’na gelenler nelerle karşılaşacak?
Bütün bunları yeniden hatırlayalım istiyoruz. Şu anda Yedikule Bostanları’nda marul ekilmiyor. Bunun için önce bir giriş yapmak gerekiyordu. Bu girişi yapıyoruz ve gelecek sene de bir bölgeye marulu ekmiş olacağız.
Bölgenin tarihini, özelliklerini, rehberler aracılığıyla tanıyacağız. Yiyeceğiz, içeceğiz, şarkı söyleyeceğiz. Paralel etkinliklerimiz de var. Yedikule Bostanlarını Koruma Girişimi’nin paneliyle başlıyoruz. Bostanların tarihini öğreneceğiz. Farklı söyleşilerle Yedikule’yi, Çırpıcı Çayırı’nı konuşacağız.
Teneke Trampet grubu bizlere katılacak ve onların müziği eşliğinde ekim dikim alanına gideceğiz. Çoluk çocuk elimizi toprağa sokacağız.
Yedikule’nin meşhur yağlı marulundan tekrar yiyebilecek miyiz?
Yağlı marulu yaşatabilmek için öncelikle tarım alanlarının tarım alanı olarak kalması, tohumun yeniden ve yeniden ekiliyor olması gerekiyor ki, o bilgi kaybolmasın. Şimdi Yedikule’de iki sıra sur var malum, o surlar katman katman… Arada kot farkları var. Su geldiği zaman üstten sura çarpacak, su ise taşı eritir, zarar verir. Düşünün ki, bu bostanlar akan su sistemleriyle surların da ayakta kalmasını sağlıyor.
Bugün üstüne moloz dökülen tarım alanının su içinde olduğunu herkes gidip görebilir. 1.500 yıllık bilgiye ayak direnebileceğini sanan üç kuruşluk kafayla diyorlar ki, moloz döktüğümüz gibi iki gün sonra getirir tarım toprağı da dökeriz. Yok öyle bir şey. Hem burayı tarım alanı olarak tutup, hem de bölgenin ihtiyacı olan bir park yapmak mümkün olabilirdi. Ancak, yöneticilerimiz bu ihtimalleri dinlemek bile istemedi. Evet, belki buranın bostan olması artık kolay bir şey değil, ama şehirleri geliştirirken neden tarihimizden, geleneklerden vazgeçilsin?
Yedikule Bostanları biricik, bir Ortaçağ mimarisi olan surlar ve hemen dışında tarım alanları… Bunu gidip fotoğraflayabileceğin yegâne yer… Dünyada bunun örneği kalmamış. Önce lüfer dedik, şimdi marul diyoruz.
Program
10:00-11:00 Söyleşi
Nejdet Sakaoğlu ile Surp Pırgiç Hastanesi karşısındaki Erey Çay Bahçesi’nde, İstanbul'un bahar şenlikleri konuşulacak.
11:00-14:00 Tur
Faruk Pekin ve Hayri Fehmi Yılmaz rehberliğinde, Yedikule'nin tarihi ve İstanbul'un kültürüne bir yolculuk. Ahmet Öztürk Bostanı
12:00-14:00 Fide Ekimi
Atlas Çocuk ve Yeryüzü Derneği ile birlikte yürütülecek etkinlik, sadece 14 yaş altı çocuklara açık. Ahmet Öztürk bostanı
12:00-14:00 Tohum Takası
Yedikule (kışlık) marul tohumlarını takas edilecek. Ahmet Öztürk Bostanı
14:00-16:00 Şölen (EKN)
* Bu söyleşiyi Agos gazetesinin 8 Mayıs tarihli son sayısından aldık. Agos'un bu sayısında ayrıca Kamp Armen için yürütülen yıkım çalışmalarına karşı direnişin hikayesi, Cumhuriyet tarihinde Ermeni soykırımını inkar hamleleri üzerine kitap hazırlığında olan Güven Gürkan Öztan ve Ömer Turan'la söyleşi, Ermenistan-Kıbrıs ilişkilerine ilişkin son gelişmeler ve daha pek çok haber okuyabilirsiniz.