Hülya Uçansu, 1983'te Sinema Günleri adıyla başlayıp İstanbul Film Festivali'ne dönüşen sinema şölenin 25 yıl boyunca yöneticiliğini yaptı. Ben dahil binlerce sinemasevere bu şölende çok özel anlar yaşattı; bunun için ona müteşekkiriz.
Hülya Uçansu Doğan Kitap yayınlarından geçtiğimiz aylarda piyasaya çıkan "Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları / Sinema Günleri'nden İstanbul Film Festivali'ne" adlı bir kitaba imza attı. Türkiye sinema kültür ve tarihi için önemli işlere imza atan Uçansu ile 25 yıllık festival macerasını anlattığı kitabı ve sansür hakkında konuştuk.
Kitabınızda bahsettiğiniz gibi, Festival'in kökleri Onat Kutlar'ın yardımcısı olarak çalıştığınız Sinematek Derneğinde yatıyor. Bize bu derneğin çalışmaları sırasında karşınıza çıkan politik engeller, kapatılma sürecinde yaşadığınız sorunlar ve otoritenin mazeretleri hakkında bilgi verir misiniz?
Kitapta da ayrıntılı bir şekilde anlattığım gibi ben Sinematek'in son yıllarında kısa bir süre çalışmıştım. Sinematek'te film gösterileri sırasında en sık karşılaşılan engellemeler daima Sansür Kurulu'ndan gelirdi. O yıllarda Soğuk Savaş son hızıyla devam ediyordu. Her taşın altında, her filmin öyküsünde komünizm propagandası aranırdı. Sonraki yıllarda Sinema Günleri çalışmaları başladığı zaman da sansürün politik bakısından çok sıkıntı çektik.
Türkiye'ye hem içerik hem de sanatsal ağırlık sebebiyle gelmesi düşünülemeyecek filmleri getirterek, kısıtlı bir zümreye de olsa sinema salonundan bir kahraman hissiyatıyla çıkma şansı tanıdınız. Aklınıza sansür problemleri yaşadığınız hangi filmler geliyor?
Temel olarak sansürün çok hassas olduğu ve yasakladığı iki mesele vardı: Komünizm ve seks. 1983'ten 1988'e kadar yaklaşık 600-700 film göstermiş olsak ve bunların en azından yüzde 20'sinde sorunla karşılaşmış olduğumuzu düşünürsek; gerisini siz hesaplayın.
Film Festivali sansürle Konak Sineması'nda yapılan ilk film haftasında karşılaşmıştı. Sansür heyetinin varlığı, kırmızı bayraklar ve duvarlarda Kiril alfabesiyle yazılar olduğu için Macar yönetmen Zoltan Huszarik'in filmi "Csontvary"yi yasaklamakla hayatımıza girmişti.
Leos Carax'in filmi "Oğlan Kıza Rastlar" (Boy Meets Girl) filminde seks yapan iki kişinin konuşmasını kapının arkasından dinlemek (sahnede seks görüntüsü olmamasına rağmen) heyetteki görevli hanımın hoşuna gitmemişti. Filmi yasakladılar.
Bir defasında heyetteki görevli asker üye beni kendisiyle birlikte Antonioni'nin "Bir Kadının Tanımlanması" filmindeki seks sahnesini birlikte izlemeye zorlamıştı. Şimdi düşünüyorum da düpedüz cinsel tacize maruz kalmışım.
Bir başka yıl, Alman yönetmen Helma Sanders Brahms'ı Altın Lale yarışmasına jüri başkanı olarak davet etmiş "Şirin'in Düğünü" adındaki filmini de programa almıştık. Heyet, filmde kocasını ararken Almanya'da kötü yola düşen Şirin'in hikayesinde Türk kadınını aşağılama unsuru bulduğu için filmi yasaklama kararı almıştı. Danışma Kurulu üyesi Şakir Eczacıbaşı son dakikada müdahale etmiş, filmi izin belgesi olmadan göstertmişti de bir festival skandalına teğet geçmiştik.
Festival uluslararası alanda tanınmaya ve Türkiye'nin imajı konusunda bir reklam olmaya başladıktan sonra bile, özellikle fanatik kesimlerin şimşeklerini üzerinize çekip ölüm tehditleri aldığınız oldu diye biliyorum. Gerginlikler sırasında yerli veya yabancı konuklarınızın başına gelen olaylar oldu mu?
Programımıza aldığımız Martin Scorsese'nin "Günaha Son Çağrı" ve Atom Egoyan'ın "Ararat" filmleri nedeniyle radikal dinciler ve aşırı milliyetçiler tarafından tehdit almıştık.
Scorsese'nin filminde İsa Peygamber insani zaafları olan bir ölümlü olarak anlatılıyordu. Kökten dinciler "Bütün peygamberler masumdur" diye sloganlar atarak Emek Sineması sokağını istila edip bomba koymakla tehdit ettiler. O gün terörün korkusunu ensemizde hissetmiştik. Ama yine de filmi göstermekten geri kalmadık.
Kanadalı yönetmen Atom Egoyan ise Ararat'ta 1915 Ermeni tehcirini tek taraflı bir açıdan anlatıyordu. Filmi ithal ettiğini söyleyen Belge Film, filmin galasını festivalde yapmamızı istiyordu. O dönemde de fanatik milliyetçiler tehditleriyle korku salmışlardı. Sonunda biz filmi göstermeme kararı aldık; tehditlerden çekinen ithalci şirket de filmi satın almaktan vazgeçti.
Pier Paolo Pasolini'nin filmlerini topluca gösterdiğiniz ilk festival benim için fazlasıyla aydınlatıcı olmuştu. Yetmişli yıllardan itibaren İtalya'nın içine düştüğü kültürel erozyonu fark edip sinemasına konu edinen kâhin sinemacı ve şair Pasolini haklı çıktı. İtalya'yla sürdüğünü tahmin ettiğim bağlarınızdan yola çıkarak günümüz İtalyan sinemasını değerlendirir misiniz?
1950'lerde ve 60'larda Yeni Gerçekçilik dönemine damgasını vuran Rosselini, Pasolini, Vittorio de Sica ve Visconti gibi yönetmenler İtalyan sinemasının altın çağına damgalarını vurmuşlar, Avrupa sinemasının bayrağını taşımışlardı. Bertolucci, Antonioni, Fellini gibi yönetmenler kendilerinden önce gelen kuşaktan devraldıkları bayrağı daha da ileri götürdüler.
Ancak eleştirmenler ve sinema tarihçileri, günümüz genç İtalya sinemasının o parlak yılları artık geride bıraktığı kanaatini taşıyor.
İtalyan sineması dünya festivallerinde adından giderek daha az söz ettiriyor. Yine de Nanni Moretti, Giuseppe Tornatore, Paolo Sorrentino gibi görece olarak genç yönetmenlerin sinemalarını dünya festivaller arenasında başarıyla temsil ettiklerini söyleyebiliriz. (MT/HK)