Bu tanım, tahmin edilebileceği gibi CSR kavramını dünya literatürüne ekleyen, aralarında BP, McDonalds, Shell, Nike, Toyota, Coca-Cola, Nestle, Unilever gibi "şöhret" yapmış şirketlerin de bulunduğu ulusötesi sermayeye ait. Şirketlerin Sosyal Sorumluluğu bir kavram olarak ortaya atılmadan önce ilk kez 2000 yılı Temmuz ayında kavramın uluslararası düzeyde kurumsallaşması için gerekli altyapı kurulmaya başlanmış, ulusötesi şirketlerin, Birleşmiş Milletler nezdinde Küresel İlkeler Sözleşmesi adlı (Global Compact Initiative) bir sözleşmeye angaje olmaları ve böylece, gönüllülük temelinde sosyal sorumluluk üstleneceklerini tüm dünyaya deklare etmeleri sağlanmıştı. Çok geçmeden pek çok ülkede sermaye örgütlerinin sponsorluğunda propaganda amaçlı tanıtım toplantıları düzenlenmeye başlanmıştı.
Kavramın yaygınlaşması
Kavramın, CSR adıyla ilk ortaya çıkışının, dünyanın Enron'la başlayan skandallar dizisinin tarihleriyle çakışması bazı yorumlara göre tesadüf değil.(Wilton, B. Temmuz 2005/Uluslar arası İşverenler Teşkilatı). Bu görüşe göre, ulusötesi şirketlerin zedelenen imajının acilen güçlendirilmesi gerektiği için CSR dünya gündemine yerleştirildi. İşveren örgütleri, herhangi iki şirketin aynı olmadığı; bu nedenle her şirketin CSR'yi kendi ihtiyaçlarına en uygun biçimde kullanma esnekliğine sahip olması gerektiği ve esas olarak da CSR'ın, işletmelerin hızla değişen piyasa koşullarına en süratli ve en doğru yanıtları verebilmek için dizayn edildiği görüşünde (IOE/2005).
CSR'a getirilen bir diğer yorum da dünyada ekonomik anlamda liberalizasyonun, özelleştirme ve kuralsızlaştırmanın, küreselleşme ve artan rekabetin sermayenin rolünü yeniden tanımladığı ve gücünü arttırdığı biçiminde (Paker, 2006).
Bir diğer görüşe göre ise temel hedef , 90'ların ortasından itibaren yükselmeye başlayan küreselleşme karşıtlığına yanıt olarak getirilen önerilerden "çalışma standartlarının dünya ticaret sistemine dahil edilmesi" talebinin önünü kesmek. Ülkemiz sermaye örgütlerinin konuya yaklaşımı bu ikinci görüşü destekler niteliktedir: Ekim 2002'de BM Kalkınma Programı (UNDP) ve Türkiye İş Verenler Sendikası'nın (TİSK) ortaklaşa düzenlediği tanıtım toplantısında altı çizilen bazı hususlar hem şirketlerin sosyal sorumluluğu hem de Küresel İlkeler Sözleşmesi kavramlarının ücretli emek için ne anlama geldiğinin ip uçlarını veriyor:
Toplantının açış konuşmasını yapan TİSK Başkanı Refik Baydur, Küresel İlkeler Sözleşmesinin gönüllülük esasına dayanmasının önemli bir avantaj olduğunu, gönüllülüğün -mantık ve akla dayanması dolayısıyla- başarı şansını arttırdığını belirtmiştir. Ama çok daha ilginç olan şey, aynı sunum sırasında Refik Baydur'un TİSK'e üye şirketlerin dokuz ilkeden oluşan Küresel İlkeler Sözleşmesine zaten tam olarak uyduklarını ve bu nedenle uyum için hiçbir çaba göstermeye gerek olmayacağı anlamına gelecek şekilde "Türkiye şirketlerinin ihracat avantajına sahip oldukları"nı belirtmesi. İşte tam da bu noktada, sosyal sorumluluk ile murat edilen propaganda hedefi ve bunun da ötesinde kavramın gönüllülüğe dayalı doğasının hatırlanması gerekmekte.
Baydur, şirketlerin sosyal sorumluluğu ve küresel ilkeler sözleşmesini ancak ve ancak gönüllülük temelinde destekleyeceğini, bu kavramlar, gelecekte ticaret ve çalışma standartları arasında ilişki kuran bir kurallar ve yaptırımlar sistemine dönecek olursa kötüye kullanmaya da açık hale gelmiş olacaktır uyarısını yapmaktadır. Aynı sunumda, küresel ilkelerin nasıl işletilmesi gerektiğini anlatırken Türkiye'de çıkarılan iş güvencesi yasasını "kötü örnek" olarak veren Baydur, "söz konusu yasa, çağdaş ve esnek iş kanunu ile birlikte uygulanmadığı taktirde işletmelerimize, işçilerimize, işsizlerimize ve tüm topluma büyük zararlar verecektir" diyerek şirketlerin sosyal sorumluluğunun da sınırlarını göstermiştir (Baydur, 2002).
AB uygulamaları
Kavramı daha sağlıklı bir analize tabi tutmak için Avrupa Birliği uygulamalarına da göz atmakta yarar vardır. İlk kez Temmuz 2001'de resmi olarak AB Komisyonu gündemine alınan CSR ile ilgili olarak, Komisyon, bir Avrupa çerçevesinin oluşturulması, kamu oyunun şirketlerin sosyal sorumluluğu kavramına olan ilgisinin arttırılması ve bu alanda yapılacak işbirliği modellerinin geliştirilmesi önerisini getirmiştir (İKV, 2006). Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi CSR'ın öncelikli hedefi, toplumu, şirketlerin baskı, kanun ve yaptırımlar olmaksızın kendi sorumluluklarını yerine getirecekleri yönünde ikna etmeyi amaçlayan yaygın bir propaganda faaliyetinde bulunmaktır.
Komisyon, CSR'ın, Mart 2000'de kabul edilen Lizbon hedeflerine ulaşılmasında önemli katkılarda bulunacağını belirtmiştir. Komisyon tarafından önerilen CSR çerçevesi Temmuz 2002'de belirlenmiş ve çıkarılan tebliğde CSR'ın sürdürülebilir kalkınmaya hizmet ettiği, küreselleşmenin olumsuz etkilerini hafiflettiği ve topluma fayda sağladığı ifadelerine yer verilmiştir (İKV, 2006). Daha ilk gündeme alındığı gün, kavramın faydalarının test edildiği ve onaylandığı izlenimini yaratan bu ifade bile CSR ile propaganda arasındaki ilişkinin boyutları hakkında fikir vermektedir.
Hedef sendikaları uzak tutmak
Kavramın kurumsallaşması çerçevesinde atılan tek adım Küresel İlkeler Sözleşmesi değildir kuşkusuz. Kavramın sponsorlarının, biri dünya diğeri Avrupa düzeyinde olmak üzere iki ayrı networku bulunmaktadır. Uluslar arası CSR networkü tarafından belirlenen aşağıdaki "sorumluluk" hedefleri arasında sendikalaşma ve örgütlenme gibi temel haklara hiçbir şekilde yer verilmemesi şüphesiz tesadüf değildir:
* Sermaye erişiminin kolaylaşması
* Şirket imajının güçlenmesi
* Satışların artması
* Çalışanların motivasyonu üzerinden verimliliğin arttırılması
* Karar mekanizmalarının keskinleştirilmesi (emek üzerindeki denetimin arttırılması)
* Risk yönetiminin gelişmesi
* Maliyetlerin düşürülmesi
Gerçekten de hedeflenen, sendikaları işyerlerinden uzak tutmaktır. Bu hedefe ulaşmak için iki ana strateji belirlenmiştir: 1) Eşitlik, insan hakları, ayrımcılık yapılmaması gibi içi boşaltılmış, muğlaklaştırılmış ve ihlal edilmeleri halinde ispatlanması son derece güç olan kavramlar kullanılarak emek-sermaye çatışmasının en alt düzeye çekilmesi ve sendikal örgütlenmeye duyulan ihtiyacın bu yöntemle zayıflatılması 2) Diyalog ve toplumsal sorumluluk söylemleri üzerinden çalışanların, verimlilik, performans, esneklik, maliyetlerin düşürülmesi gibi kendi sınıfsal çıkarlarıyla taban tabana zıt olan sermaye politikalarını benimseyip, desteklemelerinin sağlanması.
Sendikalardan, bu sermaye girişiminden medet ummaları ve bu nedenle desteklemelerinin beklenemeyeceği açıktır. Birincisi, CSR'ın vaat ettiği asgari düzeydeki haklar sendikalarda örgütlü işçilerin zaten sahip olduğu haklardır. Bunun aksini düşünmek, işçilerin örgütlü gücüne rağmen asgari düzeydeki hakları bile kullanamadıkları, örgütlü sendikanın bu haklar için işverenin keyfi iradesine bel bağladığı anlamına gelir ki bu, işçilerin kendi örgütlü gücüne olan inançlarının dinamitlenmesi, toplu pazarlık sisteminin yok sayılmasıdır.
CSR prensipleri arasında toplu pazarlık ve sendikal örgütlenme gibi haklara saygı gösterilmesi ilkesi yer almadığına; CSR'ın dünya ölçeğindeki kurumu olan Küresel İlkeler Sözleşmesinde ise bu haklara kısmi olarak yer verilmesine karşın sözleşmenin gönüllülüğe endeksli olduğu belirtildiğine göre bu kavram, yeni örgütlenmelerde sendikalar tarafından bir araç olarak da kullanılamayacaktır. O halde CSR'ın, esas olarak sendikasız işçileri hedeflemesi gerekmektedir. Sendikaların da hedefi örgütsüz işçiler olduğu için, örgütsüz işyerleri aslında CSR ve sendikal örgütlülük kavramlarının her birinin var oluş mücadelesi verdiği, çatışma alanları olması gerekir. Bir başka deyişle, işyerlerinde Sendikal örgütlülük varsa CSR ilkeleri -adı CSR olmasa da- vazgeçilmez olarak uygulanmakta, daha doğrusu uygulanmak zorunda kalınmaktadır. Ancak aksi doğru değildir. Yani, işyerlerinde CSR'ın uygulanması otomatik bir şekilde sendikal örgütlenmeye yol açmadığı gibi pek çok durumda da sendikal örgütlenmeyi engelleyici bir işleve sahip olduğu görülmektedir.
İşte bu yüzden, Konfederasyonumuz Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) üye olduğu Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu ICFTU'nun 2004 yılı kongresi CSR-Şirketlerin Sosyal Sorumluluğu ile ilgili olarak aşağıdaki kararı almak zorunda kalmıştır:
"...Kongre, işçilerin çıkarlarının, bağımsız işçi örgütlenmesi dışındaki kişi ve kurumlarca da savunulabileceğine dair yanlış ve tehlikeli algılamaları tümüyle reddeder. Bağımsız işçi örgütlenmesi, bu mücadeleye inanmış başka örgütlerce de desteklenebilir, belli düzeyde yardım alabilir ama bu yapılar asla sendikal hareketin yerine geçemez. İşverenlerin "şirketlerin sosyal sorumluluğu" çerçevesindeki faaliyetleri sendikal örgütlenmenin yerine geçemez ve sendikaya bir engel gibi kullanılamaz. İşverenlerin en önemli sosyal sorumluluğu işçilerinin örgütlenme hakkına saygı göstermektir."(ICFTU, Kongre Kararları, Ağustos, 2004)
ICFTU'nun 2004 kongre kararında altını çizdiği "Bağımsız işçi örgütlenmesi, bu mücadeleye inanmış başka örgütlerce de desteklenebilir ama bu yapılar asla sendikal hareketin yerine geçemez" vurgusu son derece yerinde ve bir o kadar da önemlidir. CSR, bu şartlı onayı dahi hak etmemektedir. Çünkü, şirketler CSR çerçevesinde gönüllülük temelinde sağlayacakları asgari hakları işçi sınıfının mücadelesine inandıkları için değil, tam da tersi, sınıf mücadelesini geriletmek istedikleri için desteklermiş gibi görünmektedirler.
Yalnızca ICFTU değil, sendikamızın uluslararası federasyonu IMF de, şirketlerin sosyal sorumluluğu konseptinin en temel araçlarından olan "şirket davranış kodlarına" (Corporate Codes of Conduct) aynı kuşkularla yaklaşmaktadır. 2003 yılında uluslar arası sendikalar ile ulusötesi şirketlerin müzakere ederek imzaladıkları Çerçeve Sözleşmeler ile gönüllü şirket davranış kodları arasındaki farkları belirleyen IMF, aşağıdaki hususlara dikkat çekmektedir:
* Şirket davranış kodları tek taraflı olarak işverenler tarafından belirlenirken; çerçeve sözleşmeler emek örgütleri ve şirket yönetimlerinin müzakereleri sonucunda, yani emeğin örgütlü gücü sayesinde bağıtlanır
* Tek taraflı olduğu için şirket davranış kodları bütün çalışma standartlarını tanımak zorunda değilken; çerçeve sözleşmeler bütün temel çalışma standartlarını tanımaktadır
* Şirket davranış kodları çok nadir olarak tedarikçileri de kapsarken; çerçeve sözleşmeler genellikle (müzakere sırasında sendikaların örgütlü gücüne bağlı olarak) tedarikçileri de kapsamaktadır.
* Şirket davranış sözleşmelerinin uygulanması ve denetlenmesi tek taraflı olarak sadece şirketler tarafından yapılırken; çerçeve sözleşmelerin uygulanma ve denetimine sendikalar da katılmaktadır.
* Şirket davranış sözleşmelerinde emek-şirket yönetimi arasındaki diyalog son derece zayıf iken; çerçeve sözleşmeler sendikalar ve yönetim arasında güçlü bir diyalog temelini ön koşul olarak gerektirmektedir. (IMF Metal, Ocak, 2003)
IMF tarafından yapılan yukarıdaki mukayeseli analiz de göstermektedir ki, gönüllülük temelindeki şirket taahhütlerinde sendikaların adı hiçbir şekilde geçmemekte.
Zaten sendikaların da örgütlü oldukları işyerlerinde kendilerini muhatap almayan bir oluşuma izin vermeyecekleri aşikardır. Buradan hareketle, gönüllü işveren taahhütlerinin olduğu yerde örgütlü sendikaların olamayacağı, sendikaların örgütlü olduğu yerlere gönüllü işveren taahhütlerinin giremeyeceği tespitini yapmak mümkündür.(GY/EÜ)
* Gaye Yılmaz'ın Birleşik Metal-İş sendikasının "Sendikam" dergisinde yayınlanan yazısını Anti-MAI sitesinden aktarıyoruz.
KAYNAKÇA
* CSR-Network Client List, july, 2006 http://www.csrnetwork.com/clients.asp
* Wilton, B. Temmuz 2005/Uluslar arası İşverenler Teşkilatı - IOE, içinde: "İşverenlerden devletin fonksiyonlarını üstlenmesi beklenmemeli/Brent Wilton IOE G.Sekreter Yrd." İşveren Dergisi TİSK , Temmuz 2005
* Paker, 2002/ TESEV Bşk. Can Paker içinde: "TİSK-BM Küresel İlkeler Sözleşmesi Tanıtım Toplantısı İşveren Dergisi TİSK, Ekim 2002"
* Baydur, 2002 / TİSK Başkanı Refik Baydur içinde: "TİSK-BM Küresel İlkeler Sözleşmesi Tanıtım Toplantısı İşveren Dergisi TİSK, Ekim 2002"
* CSR-Network, July 2006
* ICFTU, Kongre Kararları, Ağustos, 2004
* IMF Metal, Ocak, 2003